14 Aralık 2013 Cumartesi

Morrissey - "Autobiography"


By on 19:55:00

Morrissey hakkında yazı yazmak, benim için hem büyük bir heyecan demek, hem de garip tesadüflerin bir kez daha farkına varıp, bu dünyada en azından bir ruh eşimin bulunabileceğine dair umutlanmak demek. Çok iddialı bir laf "ruh eşi" ama arkasında kapı gibi Moz'un bugüne kadar yazdıkları, söyledikleri var. O, şarkılarını bir günlük gibi düşündüğüne ve kimse de onların içtenliğini yargılamadığına göre, dayanağım çok sağlam. Dünya adlı bu gezegende kendime en yakın hissettiğim insan o; fiziksel olarak hep uzak ama ruhen çok yakın.

Hayatınızda böyle özel bir yere koyduğunuz müzisyen, kendi hayatı hakkında kitap yazdığında, okurken hissettiklerinizi yazıya dökmek kolay olmuyor. Kitabı çıkmadan önce sipariş ettiğim için, tümünü okuyalı epey zaman da oldu. Ancak üzerinden biraz zaman geçsin, ilk heyecanım biraz yatışsın istedim. Bugün de hiç planda olmadığı halde kendimi bu yazıyı yazarken buldum.

Morrissey'in hayatına, The Smiths'e dair yazılmış birçok kitap okudum bugüne kadar. Ama hiçbirisinin gerçeği tam olarak yansıtmadığını, hatta olanları farklı gösterdiğini biliyordum. Moz'un sonunda olan biteni kendisinin yazması, müzik tarihini değiştiren, indie rock'ın kurucusu olan bir grubun ortaya çıkış ve yıkılış öyküsüne ışık tutması açısından çok önemli. Johnny Marr da kısa bir süre sonra olanları kendi açısından anlatacağı bir kitap yayınlayacağını duyurdu. Onu da merakla bekliyorum. Ancak Moz'un kitabı, bugüne kadar özel hayatı konusunda konuşmayı hiç sevmeyen bir müzisyenin geçmişini az da olsa ortaya çıkarması bakımından da ayrı bir önem taşıyor. Kitapta, daha önce medyaya yansımayan bazı ilişkilerinden ya da yakınlıklardan söz ediyor Moz ama dili o kadar iyi kullanıyor ki, yine bir sürü gizem var o satırlarda...

Moz'un Manchester'da geçen çocukluk yılları, hiç mutlu değilmiş. İrlanda kökenli Katolik bir ailede, kızkardeşi, annesi, teyzeleri ve büyükannesinin oluşturduğu dar bir çerçevede, kadınların ağırlıkta olduğu bir ortamda büyümüş. Babası ile ilişkisine dair anlattıklarının bir kısmı içimi acıttı. Bazen evde kızkardeşiyle birlikte Diana Ross & The Supremes'in "I'm livin' in shame" adlı şarkısında dans ettiğini ama babası "Utanç verici görünüyorsun," dedikten sonra bir daha dans etmediğini yazmış Moz. Katıldığı atletizm yarışını bitirdiğinde, en azından yarışı tamamlayabildiğini düşünürken, "Ama kazanamadın," diye tersleyen bir babası varmış. 1972 yılında bir gün Mott the Hopple'ın "All the Young Dudes" adlı şarkısını heyecanla dinlettiğinde, babasının "Bana göre değil bu," diyerek odadan hızla çıkışını hüzünle anlatıyor. Babası hakkında herhangi bir kötü ifadesi yok Moz'un; olayları ajite etmeden, herhangi bir duygu seline kapılmadan, sadece aktarıyor ve belli ki gerisi okuyucuya kalsın istiyor; ama annesine çok daha yakın olduğu açık. Evdeki ortamın tersine, çocukluk ve gençlik yıllarında Manchester'ın "kızlar yerine erkeklerle dolu" olduğunu belirtiyor. Ev ile sokak arasındaki bu tezat da ilginç.

Manchester'ın Katolik okullarındaki öğretmenleri ve İngiliz eğitim sistemi, kitapta çok sert eleştirilmiş. Toplumsal olayları ve içinde yaşadığı sistemi sürekli sorgulayan bir insan için, onca manevi ve fiziksel şiddetin uygulandığı kurumlarda eğitim görmek adeta işkence olmuş; okul yılları, içinde büyük bir öfke birikmesine yok açmış. "Bu eğitimciler kimseyi eğitmiyor," diyor kitapta; anlattıklarını okudukça, dinleyici, önce The Smiths döneminde "The Headmaster Ritual", sonra solo döneminde "The Teachers Are Afraid of Pupils" adlı şarkıların kaynağını buluyor. Farklı olanı aşağılayan öğretmenler, çocukları hizaya dizip deri kemerle dövmekten zevk alan müdürler, elbette otoriteyi reddeden bir kişilik için nefret unsuru olmuş. "Kafkavari bir kabus" diye nitelediği o dönemde başına gelen en tuhaf şeyse, bir erkek öğretmeni ile yaşadığı bir olay. "14 yaşında, benimkilere takılıp kalan gözler eşliğinde yapılan gereksiz bir şekilde yavaş ve duyarlı dokunuşların anlamını öğrenmiştim," diye tek cümlede anlatmış o olayı...



Kitapta en çok dikkatimi çeken noktalardan birisi, Moz'un olağanüstü derecede iyi bir gözlemci olması. Hiç akla gelmeyen ayrıntılara dalıp, onların üzerinden teoriler, toplumsal eleştiriler geliştirebiliyor. Tek kanallı ve siyah beyaz televizyonların olduğu yıllarda İngiltere'de yayınlanan programları müthiş bir ilgiyle izleyip, popüler kültüre dair gözlemler yapmış; bunların bazıları okurken insana kahkaha attıracak kadar komik. Top of the Pops'un İngiliz kültüründe oynadığı rolü, herhalde ondan daha iyi anlatan başka birisi yoktur.

Çevresinde ona ilgi gösteren kızlara ilgi duymayan, zor arkadaş edinen, hayattaki dramlara kafa yoran, çoğunlukla yalnız bir gencin sığınağı olmuş şiir ve müzik. "Şairler size hüznünüz hakkında bilmeniz gereken her şeyi, genellikle yan yana duran neşe ve keder hakkında her şeyi söyler," diyor; "Stevie Smith'in ölümünün ardından onu "hiç açılmamış bir pencereye" benzetip, Manchester kitapçılarında şiir kitapları ararken iki dizelik şiirde hayatı buluyor. Vurucu sözlere, ters köşeye yatıran anlatımlara, en içten gelen duyguları aklımıza çakan ifadelere vurgun bir romantik Morrissey. Yazdıklarını okurken, zaten bildiğim bir şeyden emin oldum: Şiir ve müzik sevgisi olmasa, onu yıllar önce kesin kaybetmiştik. Diğer müzisyenler gibi uyuşturucu, alkol bağımlısı olup dağıtmadı ama evine kapanıp kederden ölebilirdi. Nihayetinde birer manifestoya dönüştürdüğü şarkıları onu görünmez olmaktan kurtarmış, var olduğunu hissettirmişti. Onun kadar hissederek şarkı söyleyen yok diyorum ya; nedeni bu. Sonunda "Şiiri kaydedilen gürültüyle birleştiremezsem, var olmaya hakkım var mı?" noktasına varıyor Moz.

Bir ara iş aramak için her yolu denemiş, ama şansı İngiltere'de yaver gitmeyince, Amerika'daki teyzesinin yanına göndermiş annesi. Orada da olmayınca tekrar Manchester'a dönmüş. Depresyonun vurduğu günlerini anlatırken kitabın bir yerinde hayat için,  "mezar yarışı" diyor; "Her şey daha az kötüyken hayatın çok daha iyi olduğunu bana kim söyleyecekti?" diye soruyor.  İşte bütün bu karanlığın içinden sıyrılmasını sağlayan şiir ve müzik olmuş. Elvis Presley, Billy Furry, Sandie Shaw, Rita Pavone, Steve Marriott, Love Affair, The Foundations, Matt Monro, Shirley Bassey, Timi Yuro dinleyip, ucuz kaset çalarlardan çıkan seslerle avunduğu günleri hiç unutmamış Moz. "Kişisel müzik koleksiyonunu kişisel sağlık kaydı" olarak düşünüyor. Top of the Pops'ta The Righteous Brothers'ı "You've lost that lovin' feeling' "i söylerken izlediğinde, "Ben de şarkı söyleyeceğim. Söylemezsem öleceğim. Eğer şarkı söylersem özgürüm, beni hiçbir yasa durduramaz," diyor. Şarkı söylemeyi, ikna gücünü kullanma sanatı olarak görüyor. Benim gibi "Meat Is Murder" ile hayatı değişen her insan için, onda bu yeteneğin olduğu kuşku götürmez.

Fotoğrafçı Jake Owen Walters'la süren iki yıllık ilişkisi hakkında ilk kez kitaptaki kadar açık konuştu Morrissey. Amerikan baskısında çıkarılan ama İngiliz baskısında yer alan bölümlerde, Walters ile tanıştıkları günden itibaren ona duyduğu yakınlığı, hayatında ilk kez "Ben" yerine "Biz" diye düşündüğünü itiraf ederek anlatıyor. Yaşadıkları ilişkinin niteliğine dair başka bir şey söylemiyor ama zaten söylemesi de gerekmiyor. "Dünya savaşan erkeği seviyor", "Maskülen erkekler feminen erkeklerden nefret ediyor; çünkü yumuşak sertin düşmanı," diyor satır aralarında. Kitap çıktıktan sonra, bazı yayın organlarının "Morrissey homoseksüel olduğunu itiraf etti!" şeklindeki haberlerine en güzel yanıtı yine o verdi: "Ne yazık ki homoseksüel değilim. Teknik gerçek şu ki, ben bir humaseksüelim. İnsanları çekici buluyorum. Ama elbette... bunlar da pek fazla değil." Kitapta The New York Dolls'a hayranlığını anlattığı bölümlerden birinde, "Seks, hepimizin hayatta olmasının tek ve biricik nedeni değil mi?" diye soruyor Moz. Yaptığı açıklamanın ve bu sorunun üzerine cinsellik konusunda daha fazla polemik yapmak, bence artık aptalca olur.

Moz'un biyografisi yayınlandığından bu yana, tüm dünyada kitapla ilgili çok sayıda eleştiri yazısı yayımlandı. Tahmin edildiği gibi, The Smiths, mahkeme konusu, NME'nin başlatıp kampanyaya dönüştürdüğü ırkçılık suçlaması, Moz'un 35 yaşına kadar herhangi bir ilişki yaşamaması, Jake Owen Walters ve İran asıllı kız arkadaşı Tina Dehghani ile ilişkileri hakkında çok yazıp çizildi. Benim açımdan en ilginç olan bölümler, hayvanlar, şiddet ve David Bowie üzerine yazdıkları oldu. (Bowie üzerine yazdığı bir bölümün orijinalini bloga almıştım.) Bowie'den çok etkilendiğini saklamıyor Morrissey. Bir keresinde onun gibi fantastik bir dünya kurup şarkı sözlerinde onu anlatamadığını ve o nedenle odasına kapanıp kendi duygularıyla boğuşmak zorunda kaldığını söylemişti. 1995 yılında sahneyi paylaştıkları Bowie'nin "Outside" turnesinde olanları, her ikisi de kendi açısından anlatıyor; bana kalırsa çok yetenekli iki sanatçı bir araya gelince yaşanan ego çatışması olmuş. Birlikte kayıt yapmalarını çok isterdim; bazen bir gün olur mu acaba diye düşünüyorum ama bu yıl, Moz'un geçmişte birlikte çektirdikleri bir fotoğrafı, "The Last of the International Playboy" single'ının yeniden yayınlanacak kopyalarında albüm kapak resmi olarak kullanmak istemesine Bowie engel koyunca pek de umut olmadığını gördüm.



Morrissey, hayvan-insan ilişkileri ve insanın hayvana uyguladığı zulüm üzerine düşüncelerini sürekli dile getiren bir müzisyen. Popülerliğini engeller endişesini hiç duymadan, her fırsatta söyledi fikirlerini. Herkesin sustuğu birçok konuda çekinmeden konuştuğu için ona minnettarım; ondan başka hayvan haklarını savunma konusunda bu kadar etkili olan bir müzisyen yok. Kitapta "Meat Is Murder" albümünden söz ederken, hayvanlara uygulanan zulmü ve etin insan sağlığına, yeryüzüne olumsuz etkilerini bir kez daha gayet net şekilde yazmış. Medya o kısımları yine görmedi tabii; Norveç katliamı sırasında olduğu gibi çarpıtılıp linç gerekçesi yapılabilecek bir ifade olsaydı, anında kampanya başlatırlardı ama aşağıdaki şiddet ve zulüm karşıtı bölümü atlamak yine işlerine geldi sanırım. (Morrissey'in "Meat Is Murder" ve et endüstrisi hakkında kitapta yazdıklarının orijinalini de bloga almıştım.)

"Dünyanın tekerlekleri tamamen şiddet üzerinde dönüyor; askerlik bilimi, balina avcılığı, nükleer silahlar, silahlı mücadele, mezbaha, kutsal savaş, Yeryüzü Özgürlük Cephesi (Earth Liberation Front) ve Önce Yeryüzü (Earth First) gruplarının önde gelen üyelerini hapsetmek, şok tabancası kullanan terörist polis, Jean Charles de Menezes'in öldürülmesi (Londra metrosunda 2005'teki patlamaların sorumlularından biri olarak düşünüldüğü için polis tarafından öldürülen ama daha sonra hiçbir bağlantısının olmadığı açıklanan Brezilyalı), işkence merkezleri, muhafızlar, şafak sökmeden yapılan saldırılar, sivillere plastik mermi ve biber gazıyla saldıran çevik kuvvet... hepsi faaliyetleri kontrol altındaki kuvvetler adına yapılıyor. Şiddet, en ikna edici insan eylemini yönlendiren hakim kelime. Adalet sisteminin tarihi, işkencenin tarihidir; suçlunun suya daldırılarak cezalandırıldığı sandalyeden asmaya, Bobby Sands'in ölümüne kadar... Acımasız kuvvet ve zulüm, bütünüyle mahkeme salonlarının varlık nedenidir ve korku da daimi anahtardır."

Morrissey'in "Autobiography" adlı kitabı, kuşkusuz bugüne kadar okuduğum en edebi otobiyografi. Böylesine sofistike bir müzisyenin, şairane sözlerle bezediği şarkılardan sonra kitabında da aynı yeteneği sergilemesi, elbette hiç şaşırtıcı değil. Kendi hayatındaki ayrıntıları aktarırken, şarkılarındaki gibi hem komik hem de hüzünlü olabilmeyi başarabilen kaç kişi var? Bir roman sürükleyiciliğinde, çok ustaca kurgulanmış bir kitap bana göre. The Smiths'in mahkeme trajedisi ve Rough Trade ile grubun yaşadığı sorunlar, belki konuya uzak olanlar tarafından fazla ilginç bulunmayabilir ama aslında müzik tarihinin en üzücü vakalarından birisi olduğundan böyle açıklıkla anlatılıp tarihe geçmesi gerek. Moz'un da yıllarca ana akım medyada yazılan yalan yanlış haberlere yanıt verme hakkı vardır. Hepsinin ötesinde, ben bu kitabı, bir müzisyenin her şeye karşın sahnede dimdik durabilmek için gösterdiği inanılmaz bir iradenin öyküsü olarak görüyorum. O nedenle de, müzikle ilgilenen herkese; ayrıca da yazım dili çok iyi olduğu için edebiyatla ilgilenenlere öneriyorum.

Kitap hakkında çıkan bazı yazılarda, Morrissey'in "çevresindeki neredeyse herkesi iteleyip dışlayan, hemen her şeyden nefret eden huysuz bir adam" olarak tanımlandığı da oldu. Evet, herkesi ve her şeyi, hatta çoğu kişiyi ve çoğu şeyi sevmediği doğru. Sonuçta kimsenin kahramanı olmak istemeyen asi ruhlu bir sanatçı o; aykırıların da en aykırısı... "My Life Is A Succession Of People Saying Goodbye" diye şarkı yazan, birçok kişinin kabul ettiği gibi çok fazla dürüst bir insan; düşündüğünü olduğu gibi söylüyor, söylerken de o kadar etkili söylüyor ki, çoğunlukla aşırı tepki çekiyor. Ancak aykırılıklar tek taraflı olsa da, ayrılıklar öyle değildir her zaman; belki başkaları da Johnny Marr gibi ilk terk edenlerden olmuştur. Bir de şu var ki, genellemeler hep yanıltıcı oluyor; herkesten ve her şeyden nefret etmiyor Morrissey; en azından şiiri, müziği, kitapları, çiçekleri, Oscar Wilde'ı, hayvanları, The New York Dolls'u, dinleyicilerini çok seviyor. Yetmez mi?


_


Yazan: Zülal Kalkandelen

Translate