4 Nisan 2014 Cuma

BIG EARS FESTIVAL: EN GÖRKEMLİ KULAK BAYRAMI


By on 07:58:00

Bu yıl müzik alanında neler oluyor, hangi festivali izlemeli diye araştırırken gözüme sıradışı bir lineup'ın çarpmasıyla başladı Big Ears maceram. İki yıl üst üste South by Southwest'i izledikten sonra oradaki fazla ticari havadan bunalmıştım. SXSW'ya öncesinde iyi hazırlanıp gittiğim için güzel keşifler yapma olanağı bulsam da, gerçekten müziğin birincil derecede önem taşıdığı, şirketlerin reklam geçidine dönmeyen bir festival arayışındaydım. Sonunda ABD'nin Tennessee eyaletinin Knoxville kentindeki Big Ears'a katılacak isimleri görünce, "Bu festivalin arkasındaki çılgın kim? Böyle deneysel bir lineup'ı kim destekliyor?" diye merak ettim ve öğrendim ki Bonnaroo'yu da düzenleyen AC Entertainment yani Ashley Capps bu işe soyunmuş. Minimalizm akımının öncülerinden Steve Reich, Radiohead'den Jonny Greenwood, Dawn of Midi, John Cale, Television, Buke and Gase, Vatican Shadow, Tim Hecker, Dean & Britta, Bill Orcutt, Julia Holter, Son Lux, Laraaji, Rachel Grimes, Wilco'nun davulcusu Glenn Kotche, The National'dan Bryce Dessner, Oneohtrix Point Never, Low, Marc Ribot, Body/Head, Vladislav Delay, Colin Stetson, Nils FrahmEarthOren Ambarchi, Steven O'Malley, Lonnie Holley, Wordless Music Orchestra, Keiji Haino, Nazoranai, Jenny Hval, Mark McGuire gibi farklı türlerde müzik yapan çok sayıda sanatçı/grubu bir araya getirdiği için Big Ears'ı düzenleyenleri tebrik etmek lazım. Klasik müzik, avangard, deneysel, rock, elektronik müzik, folk, modern klasik, tekno, caz, ambient vs. ticari müziK dışında ne ararsanız vardı festivalde; bugüne kadar gördüğüm en eklektik lineup'tı kesinlikle. Eklektik olmakla da kalmayıp, müzisyenler arasında festivale özel gerçekleştirilen işbirlikleriyle çok farklı bir programı vardı. Bütün bu isimleri liste halinde görünce, müthiş heyecan bir duydum. Festival yetkilileri ile yazıştıktan sonra da etkinliği yerinde izlemek üzere davet aldım.

Herhangi bir neden olmasa ziyaret edeceğim bir kent değildi Knoxville; ancak festival dolayısıyla kent merkezindeki ufak bir bölgenin içinde kalan tiyatro/konser salonları ve sanat müzesinde gerçekleştirilen etkinlikler, birden orayı benim için en ilginç yer haline getirdi. Big Ears, ilk olarak 2009'da düzenlenmeye başlamış ama 2010'da yaşanan organizasyon/booking sorunlarından sonra ara verilmiş. Bu yıl tekrar kente dönüşü, yarattığı hareketlilik nedeniyle Knoxville'de epey sevince neden olmuştu.

Big Ears'ın en temel özelliği, daha önce de belirttiğim önceliği tamamen müziğe vermesi ve deneysel isimleri buluşturan lineup'taki çeşitlilik. Ancak diğer festivallerden ayrılan başka nitelikleri de var. Böyle iddialı bir festivalin Knoxville gibi pek turistik olmayan bir kentte yapılması, oraya sadece müzik için gelenlerin sayısında artışa neden oluyor. "Hazır gelmişken şu festivale de bakalım" diyen yok etrafta; insanlar başka bir festivalde izleyemeyeceklerini bildikleri müzisyenler için özellikle geliyor kente. Etkinlik popüler/ticari müziğe kapalı olduğundan gelenler de onbinlerle değil, ancak binlerle ölçülüyor şu anda. Öğrendiğime göre bu yıl, toplam 2000 kişi festivali izlemiş.

Durum böyle olunca, festival zamanı kentteki otel fiyatları da anormal seviyelere çıkmıyor. Cuma, cumartesi ve pazar gününü kapsayan üç günlük etkinlik boyunca çevredeki en lüks otellerin gecelik fiyatı bile Avrupa'da 3 yıldızlı bir otelin gecelik fiyatından ucuz. Üstelik festival katılımcılarına özel fiyatlar uygulanıyor. Ayrıca belirtmekte fayda var; festival bileti üç gün için 150 dolardı, tek günlük biletler de satılıyordu. Sunulan çeşitlilik ve özellikle dinlenilecek müziğin kalitesi düşünüldüğünde, oldukça iyi bir rakam bu.

Bunca yıldır yaşadığım festival deneyimlerinden sonra şunu söyleyebilirim ki, orta boy bir festivali tercih etmenin faydalarından birisi, birbiri ile çakışacak etkinliklerin sayısının da azalması. Büyük ölçekli bir festivale gittiğinizde belki ilk anda gördüğünüz isimlerin çokluğu insanı etkiliyor ama festival sonunda bir de bakıyorsunuz ki siz o etkinliklerin ancak beşte birini görebilmişsiniz. Big Ears'ta da bir iki çakışma oldu ama etkinliklerin yüzde 90'ını yakalamak mümkündü. Bunu sağlayan nedenlerin arasında, hem mekanların birbirine çok yakın yürüme mesafesinde olması, hem de hangi etkinliğe gitseniz içeri mutlaka girebilme olanağının bulunması da var. Oysa SXSW gibi bir festivale gittiğinizde büyük/popüler isimlere akın olduğundan, ya kura çekiliyor ve siz o kurayı kazanırsanız içeri alınıyorsunuz ya da kapasite aşımı nedeniyle dışarda kalmamak için konser başlamadan epey önce kapıda oluşan sırada uzun süre bekliyorsunuz.

Big Ears'ta gündüz gerçekleşen konserler birer saat, akşam saatlerine alınanlar, mesela Steve Reich'ın eserlerinin çalındığı performanslar ve Television, John Cale gibi headliner statüsünde görülebilecek isimlerin konserleri de 1.5-2 saat olarak planlanmıştı. Bütün etkinlikler kapalı mekanlarda gerçekleştirildi ve ses sistemleri hepsinde fark edilir derecede iyi ve sorunsuzdu. Bütün bu özellikleri alt alta yazdığımda, Big Ears'ın katılımcılara iyi bir festival deneyimi yaşatmanın en gerekli şartlarını sağladığını gözlemledim. Fiziki koşullar mükemmele yakındı ve bunun yanında asıl önemli olan da müzik olağanüstüydü.

STEVE REICH VE BİR DÖNÜM NOKTASI



Steve Reich, tam olarak adı konmasa da festivalin onur konuğuydu. Açılışa katılıp kısa bir konuşma yaptı, kendisi "Clapping Music" adlı eserini Ensemble Modern'in orkestra şefi/besteci Brad Lubman ile birlikte icra etti (Reich, festivalde bu eseri ayrıca açılış günü So Percussion üyeleriyle icra etti. Aşağıda onun videosunu paylaşıyorum.), "Electric Counterpoint" adlı eserini Jonny Greenwood yorumlarken, Radiohead'in şarkılarından esinlenip bestelediği "Radio Rewrite"ı ve "Music for 18 MusiciansEnsemle Signal çaldı, ayrıca Ashley Capps'in yönettiği bir oturuma bizzat katılıp izleyicilerin sorularını yanıtladı. Benim için festivalin en önemli anlarından birisi, Reich'ı, 1972 tarihinde yazdığı ve iki insanın tamamen el çırparak çaldığı "Clapping Music"i icra ederken dinlemekti. İnsan bedeninden başka bir enstrümana ihtiyaç olmadan çalınabilecek bir müzik yaratma fikrinin ilham verdiği bir besteydi bu ve müzik tarihi açısından, müziğin yaratım sürecinde geçirdiği aşamaları, çarpıcı şekilde ortaya koyması bakımından son derece enteresan bir bulguydu. Aynı zamanda da bugüne kadar gördüğüm performanslar arasında benim için bir dönüm noktası oluşturacak kadar önemliydi.

Jonny Greenwood'un "Electric Counterpoint" performansı ise, festivalin en unutulmazlarındandı. 1987 tarihli beste, birbiri ardına duraklamadan çalınan "hızlı", "yavaş" ve "hızlı" adlı üç bölümden oluşuyor ve toplam 15 dakika sürüyor. Bir gitaristin, daha önceden kaydettiği bir kayıt akarken, ona karşı solo icrası ile çalınıyor eser. Greenwood'un performansı öylesine akıcı ve ustaydı ki, Reich'ın dehası ile birleşince ortaya çıkan müziğin güzelliğini kelimelerle anlatmak pek olanaklı değil. Greenwood'un festivale katılımı bununla sınırlı değildi elbette; ayrıca onun imzasını taşıyan film müzikleri ve yeni bir bestesi de Wordless Music Orchestra tarafından yorumlandı. Reich'ın soruları yanıtladığı oturumda söylediği gibi, Greenwood ve Bryce Dessner, müzik dünyasında örneği az olan türde iki müzisyen. Aslında klasik müzik eğitimi alan ama aynı zamanda rock yıldızı olan ve yetkinliklerini her iki türde de kanıtlamış müzisyenler ikisi de.

Festivalde beni en çok neyin çarptığını soracak olursanız, Steve Reich'ın "Music for 18 Musicians" adlı eserinin Ensemble Signal tarafından icrasını söylerim. Reich'ın 1974-76 arasında yazdığı eser, 18 müzisyen ile çalınıyor; sürekli yinelenen tekrarlar nedeniyle daha az müzisyenle çalınmaması gerekiyor. 11 akor temelinde oluşan bir döngü var eserde; her bir akorun çevresinde gelişen müzik parçası sonunda orijinal döngüye evriliyor. Bu şekilde soyut bir şekilde anlatınca belki bu konuda fazla bilgisi olmayanlara fazla bir şey ifade etmeyebilir ama eser çalınırken akorlar etrafındaki tekrarlar insanı adeta hipnotize ediyor. Müzisyenlerin sanki kurulmuşcasına, pür dikkat enstrümanları çalışı, vokalistlerin çıkardıkları seslerin tonlamalarındaki ve nefes alışlarındaki ayrıntılar, birbirleriyle olan kusursuz uyumları, hayranlık uyandırıyor. Bu eserin kaydını daha önce çok dinledim ama canlı yorumlanışına ilk kez Big Ears'ta tanık oldum. Hiç tereddütsüz söyleyebilirim ki, bugüne kadar gördüğüm en çarpıcı orkestra performansıydı. 18 müzisyeni sanki mekanik bir saatin iç mekanizmasındaki unsurlar gibi düşündüm; hepsi birbirine bağlıydı ve mekanizmanın mükemmelliği her birinin hatasız işleyişinin sonucuydu. Orkestralar için bu zaten kuraldır diyebilirsiniz ama "Music for 18 Musicians"daki hepsinden ayrı bir seviyede bana göre. Bir konserde bu eserin çalındığını duyarsanız ne yapın edin kaçırmayın onu.

Big Ears'ta gördüğüm performanslar arasında altını birkaç kez çizmek istediklerimden bir diğeri saksofoncu Colin Stetson'a ait. Boyun damarlarını patlatacakmışcasına yüzü kıpkırmızı olana kadar büyük bir güçle üflüyor enstrümanına, yere ter damlalarını savururken "kanıyla canıyla çalıyor!" dedirtiyor insana. O, hiç yorulmayacakmış gibi alto, tenor ve bas saksofonların birini alıp diğerini bırakırken, çıkardığı seslerle Scruffy City Hall bütünüyle sarsıldı. Stetson'ı dinlerken, öyle müzik yapabilmek için hem fiziki üstünlük hem de beynin epeyce gelişmiş olması gerek dedim içimden. Daha önce hiç görmediğim bir saksofon deneyimiydi.

TELEVISION: CBGB SAHNESİNDEN BIG EARS'A

Big Ears'ta en büyük heyecanı yaratan gruplar arasında elbette 1970'lerde New York'un CBGB sahnesinde doğup o günlerden yana varlığını sürdüren art punk grubu Television da vardı. 70'lerde onları canlı dinlemeye yaşım müsait değildi, bir araya geldikleri 90'larda konserlerine gitmek için olanağım yoktu, tekrar konser vermeye başladıkları 2001'den bu yana da canlı dinlemeyi en çok istediğim gruplardandı. 37 yıl sonra sonunda Tom Verlaine'i "Marque Moon"u söylerken ve gitarıyla kusursuz sololar atarken dinledim! İyi müzik yapmak ile iyi müzik icra etmek gibi iki önemli özelliğe aynı anda sahip Television. Verlaine ile birlikte Billy Ficca, Fred Smith ve Jimmy Rip'in sahnedeki hakimiyeti, aradan geçen yıllara meydan okumalarına yetiyor. 1992'de çıkan "Television" adlı albümlerinden sonra nihayet yeni bir albüm hazırladıkları yolunda haberleri okuyoruz bir süredir. Tom Verlaine, hızlı üreten bir müzisyen değil belki ama ne yaparsa iyi yapacağından ve onun da içinde yenilik taşıyacağından kuşkum yok. Big Ears'ta bugüne kadar yayınladıkları üç albümden de çaldıkları şarkılar, Television'ın sahnede hala taş gibi sağlam duruşunun en son örneğiydi ve bu açıdan takdiri hak ediyordu.




BIG EARS ELEKTRONİK MÜZİĞİN EN YARATICI İSİMLERİNİ AĞIRLADI

Big Ears Festival, elektronik müziğin son yıllardaki en yaratıcı müzisyenlerini de ağırladı. Drone/ambient müziğin daha geniş kitlelere yayılmasında epey emeği geçen Tim Hecker, gece yarısından sonra çıktığı sahnede, tek başına yaptığı müzikle kocaman bir tiyatro salonunu zangır zangır titretirken, tarif etmek gerekirse koltuklara gömülerek onu dinleyenleri boyunlarından tutup karanlık bir boşluğa doğru sallandırdı. Günün koşturmacasını unutup farklı diyarlara göçmek için ideal bir ortamdı.

Üstelik Vatican Shadow'un dark ambient/deneysel tekno ritimlerine kapıldıktan sonra Hecker'ı dinlemek, o karanlığın yoğunluğunu iki katına çıkardı. Uzun süredir yayınladığı müzikleri ilgiyle izlediğim Vatican Shadow'u iyi bir ses sisteminin olduğu bir ortamda canlı dinlemek, yıllar önceki kulüp günlerini anımsattı. Kimsenin kimseyi takmadığı, kafaların bir öne bir arkaya sallanıp herkesin kendini müziğe teslim ettiği, bedenlerimizin ritimlerin emirlerine itaat ettiği günler... Gece saat geç olduğundan mı yoksa o tür müziğe daha az ilgi gösterdiklerinden mi bilmiyorum, bir ara salondaki kitleye baktığımda sadece dokuz kadın gördüm. İçimden, "bu kaçırılır mı?.." demeden edemedim; festivalin en etkileyici, en tutkulu, en yoğun performanslarından biriydi çünkü.

Minimalist elekronik müzik denilince akla ilk gelen en yetenekli müzisyenlerden Oneohtrix Point Never, gerçek ismiyle Daniel Lopatin, Big Ears'taki performansında mükemmel bir tuhaflıkla derin bir anlatım gücünü buluşturdu. Belki elektronik seslerle yarattığı sentetik sound soğuk ve anlaşılması zor bulunabilir ama doğaya ve insanlığa ses öbekleriyle getirdiği yorum, özgün bir karakter taşıyor. Sahneye yerleştirilen büyük bir ekrana yansıyan soyut şekillere eşlik eden müziği, dinleyicilerin de çabasını talep eden özel bir karakter taşıyor. Çok açık ki, herkese göre değil o müzik ama eğer bir yerinden içine girebilirseniz, büyüleyici sesler arasında yolunuzu şaşırıyorsunuz.



Geçtiğimiz aylarda İstanbul'da Kontra Plak'ta düzenlediğimiz Dinleme Odası'nda "Dysnomia" adlı albümlerini incelemeye aldığımız Dawn of Midi, Big Ears'ta öne çıkan gruplardandı. Basta Aaakaash Israni, piyanoda Amino Belyamani ve davulda Qasim Naqvi'den oluşan grup, sahnede klasik bir caz üçlüsü gibi görünüyor ancak onlardan söz edilirken sık sık elektronik müzik referansları kullanılması boşuna değil. Albümü dinlerken de yaptıkları müzik için akustik minimal teknonun cazla buluşması diyordum. Üç enstrümandan çıkan sesler ritimler etrafında bütünleşirken, ortaya çıkan melodiler caza özgü altyapılarda kurgulanıyor. Festivalde ayakta alkışlanan Dawn of Midi'nin adının bundan sonra daha çok duyulacağından eminim.




Emeralds'ın eski üyelerinden multi-enstrümantalist Mark McGuire, 2007'den beri sürdürdüğü solo kariyerinde, gitar loop'larını kullanarak, fantastik bir elektro-akustik indie pop soundu yaratıyor. Saykedelik etkileri elektronika ile bir araya getiren son albümündeki şarkılarını, "bir bireyin dünyayı ve kendisini daha iyi anlamak için çıktığı seyahat" olarak tanımlıyor. Hayal dünyasına dalmak istiyorsanız, orada size eşlik edecek müziğin yaratıcısı Mark McGuire olabilir. Nitekim gitarını çalarken kendisi de başka bir evrende gibi görünüyor. Ancak güçlü bir vokali olmadığından şarkı söylemeye başladığı anda bu etki biraz zayıflıyor bana göre. Sahnede tek başına gitarı ve efekt pedallarıyla çaldığı müzik, insana umut veren pozitif bir his yaratıyor.



Big Ears'a gitmeden önce en çok merak ettiğim isimler arasında Lonnie Holley baş sıralardaydı. 64 yaşında Amerikalı bir sanatçı kendisi. Zorlu bir çocukluk ve yetişkinlik dönemi geçirmiş; bir yangında kızkardeşini ve yeğenini kaybettikten sonra kendisini sanata vermiş, Amerika'da önceleri çöplerden topladığı objelerle yaptığı heykellerle tanınmış. Yıllar içinde Smithsonian gibi prestijli kurumlarda çalışmaları sergilenen bir sanatçı haline gelmiş ama yaptığı müzikler bugün onun da önüne geçmiş durumda. Bir Nord Electro'nun önünde oturup, çatallı sesiyle yaşamdan gerçek olayları, o anda konser salonunda olanları, köleliğe, topluma dair derin düşünceleri yarı konuşur bir şekilde söylerken verdiği his o kadar gerçek ki, söyledikleri aklınıza çakılıyor. Amerika içinde çeşitli kentlerde sürdürdüğü performansları kulaktan kulağa yayılıp ünlenirken, ilk albümünü Atlanta'da faaliyet gösteren Dust-to-Digital plak şirketinin sahibinin onu sahnede görmesinden sonra 2010 yılında çıkarmış. İlk albümünü çıkarmak için çalkantılı hayatındaki bütün o deneyimleri yaşaması gerekmiş sanki. Bilgece ve olabildiğince doğrudan söylenen sözleriyle bir öykü anlatıcısı Lonnie Holley.

Kanunu elektronik bir alete çevirip New York'un ünlü parklarından Washington Square Park'ta çalarken Brian Eno tarafından keşfedilen müzisyen Laraaji'nin meditasyon odaklı müziğini dinlemek, benim için Türkiye'deki kaos dolu ayların ardından müthiş rahatlatıcı oldu. Yarattığı huzur verici atmosferden, programındaki bütün usta müzisyenlerin performanslarına kadar bütünüyle çok iyi organize edilmiş örnek bir festivaldi Big Ears. Bana sorarsanız, SXSW'ya gidip birkaç katı para harcayıp müzik açısından tatmin olamayıp dönmektense, Big Ears'a gidin kulaklarınız ve ruhunuz bayram etsin. Ne de olsa Steve Reich'ın dediği gibi, Big Ears, "ne istiyorsa onu çalan müzisyenlerin" ve ne istediğini bilip umduğunu bulan dinleyicilerin yer aldığı birinci sınıf bir festival.


Big Ears Festival'ı konu ettiğim iki Vegan Logic radyo programımın kayıtlarına ulaşmak isterseniz:
Vegan Logic Big Ears Festival Part I
Vegan Logic Big Ears Festival Part II

(Fotoğraflar ve videolar bana aittir.)

Yazan: Zülal Kalkandelen

Translate