09.05.2014
Bu hafta müzisyen/akademisyen Selen Gülün'ün Bilgi Üniversitesi'nde verdiği "Gender In Music" dersine konuk olarak katıldım. Öğrencilerle konuşurken, söz, müziğin toplumsal etkisine geldi; müzik, tek başına devrim yapılmasını sağlamaz ama devrime giden yolda çok önemli bir araçtır dedim. Bireysel hayatlar üzerinde yarattığı etkinin yanında, toplumsal ölçekte değişimin de yolu mutlaka müzikle kesişir. (Özel olarak bu konu üzerine yazdığım "Şiddetsiz Fırtına: Müzik ve Direniş" başlıklı yazı) Çünkü duygulara hitap edip derinden sarsan müthiş bir etkisi vardır insan ruhu üzerinde; iyi bir müziğin dil ve kültür engelini aşarak dünya çapında ulaşabileceği kitlenin büyüklüğüne kolay kolay başka hiçbir şey erişemiyor. Bu nedenle de, iz bırakan, kuşaktan kuşağa aktarılan olayları, faciaları, katliamları tarihe unutulmayacak şekilde işlemek için en iyi yol, sanattan ve tabii müzikten geçiyor. Dün bu yazdıklarımı bir kez daha kanıtlayan bir konsere gittim.
1 Ocak 2014'te duyduğum günden beri sabırsızlıkla beklediğim
Zbigniew Preisner/Lisa Gerrard konseri, sonunda İstanbul Kongre Merkezi Harbiye Salonu'nda gerçekleşti. Bu yıl 70. yılını kutlayan Yapı Kredi'nin ana sponsorluğundaki "Good Music In Town" konsepti kapsamında gerçekleşen konser için salondaki her koltuğa CD kitapçığı şeklinde basılmış çok şık bir konser programı yerleştirilmişti. Polonyalı ünlü besteci Preisner'i özellikle muhteşem film müzikleri ile tanıyoruz. Uzun yıllar vatandaşı
Krzysztof Kieslowski'nin filmleri için müzikler besteledi; "
Dekalog", "
Veronique'nin İkili Yaşamı", "
Üç Renk: Mavi", "
Üç Renk: Beyaz", "
Üç Renk: Kırmızı" filmlerinin müzikleri ile uluslararası alanda adını duyurdu.
Dead Can Dance'in unutulmaz sesi Avustralyalı müzisyen Lisa Gerrard ise, bence yaşayan en iyi kadın vokalist; aynı zamanda besteci ve aranjör olarak da solo çalışmalarını sürdürüyor. Onu canlı dinleyebildiğim her konser, tarifsiz bir mutluluk hissettiriyor bana. Dün akşam da bu duygular içinde ve büyük bir heyecanla gittim İstanbul Kongre Merkezi'ne.
Her zaman yaptığım gibi konsere gitmeden önce dinleyeceğim eser hakkında bilgi toplarken, programdaki "
Diaries of Hope" (Umut Günlükleri) adlı eserin ortaya çıkış öyküsünü de öğrendim. 1995 yılında dostu Kieskowski ile Kudüs'te bir festivale gitmiş Preisner. Açılışta konser verdikleri sırada İsrail Parlamentosu'nun Sözcüsü olan
Profesör Shevach Weiss konuşma yapmış ve onlara şöyle demiş: "
Sizler Polonyalısınız ve yaşanan trajedi hakkında her şeyi biliyorsunuz. Çünkü siz bunu kendi içinizde yaşadınız; kişisel anlamda değil ama ailelerimiz, akrabalarımız, dostlarımız yaşadı. Lütfen Yad Vashem'i ziyaret edin." Bunun üzerine Kieslowski ile Nazi soykırımında katledilenlere adanan müzeyi ziyaret etmişler. Özellikle çocuklara adanan sergiyi gezerken yaşadıklarını şöyle anlatıyor Preisner: "
Ziyaretçilerin bir odadan diğerine iplere tutunarak geçebildiği karanlık bir mekandaydık. Her yerde yanan mumlar yerleştirilmişti; sanki karanlık bir gecede gökyüzünde binlerce yıldız vardı. Kimse kimsenin yüzünü göremiyordu ama hoparlörlerden çocukların isim ve soyadlarını, doğum tarihlerini, katledildikleri yerlerin ismini duyuyorduk. Bu 20-30 dakika sürdü. O anları bugüne kadar hiç unutmadım. Çıkışta Kieslowski bana, 'Bunu bir şekilde anlatman lazım' dedi. O anda 'Diaries of Hope' adlı eseri düşünmeye başladım."
Preisner'in anlattığını okumaya bile dayanamıyor insan. İnsanlık tarihinin bu en büyük utancının izlerine Çekoslovakya'da ziyaret ettiğim bir toplama kampında da tanık olmuş ve günlerce kendime gelememiştim. Böylesine bir trajediden esin kaynağı alan eserin çok sarsıcı olacağını tahmin ediyordum, hatta bazı kısımlarını da duymuştum. Ancak Preisner'in beş bölümden oluşan ve geçen ekim ayında plak ve CD olarak yayınlanan eserini tümüyle dinlememiştim. Orijinalinde Varşova Filarmoni Oda Orkestrası ve Crouch End Festival Oda Orkestrası ile kaydedilen eserde, vokalde Lisa Gerrard'ın yanı sıra 13 yaşındaki Archie Buchanan eşlik ediyor. İstanbul'daki konserde ise, Lisa Gerrard ve Zbigniew Preisner'in yanında, İstanbul Senfoni Orkestası, İstanbul Filarmoni Korosu ve çocuk soprano Matthew Price sahnedeydi.
Son derece hüzünlü anları, zaman zaman çocuk ruhunun umut kıvılcımlarıyla eşsiz bir şekilde bütünleştiren, çok akıcı, süzülüp giden bir konserdi dinlediğimiz. Lisa Gerrard'ın kendine özgü asaletiyle farklılaştırdığı sahnede yankılanan sesi, kusursuzluğun görsel-işitsel ifadesiydi. Matthew Price'ın çello ve piyano eşliğinde seslendirdiği "Dream" adlı parçadan önce şarkı sözlerinin Türkçesi şiir gibi okundu. "20 yaşında olmak isterdim!" deniyordu sözlerde, bulutlardan, denizlerden, doğanın insana verdiği coşkudan söz ediliyordu. Ama bunu söyleyen hayatının son baharına gelip geriye özlemle bakan bir yaşlı değildi, aksine 20'li yaşları hiç yaşayamamış, o güzellikleri görememiş, çocukken hayatı elinden alınan bir soykırım kurbanıydı; özlenecek bir geçmişi yoktu, yitip giden geleceğine ah yakıyordu… Şiir okunmaya başladığında arkalardan bir "YUH!" sesi duyuldu, önce ne olduğunu anlamadık ama sonra söylenenler karşısında kendini tutamayıp soykırımcılara yuh çeken biri olabileceğini düşündük.
Toplam 1.5 saat sürdü konser; orkestra ile vokalistlerin uyumu eserin şiirselliğini tam olarak yansıttı. Neredeyse salonun tamamını dolduran dinleyiciler, hep birlikte ayağa kalktı, "Bravo!" nidaları arasında konser sona erdi. Son derece dingin bir müziğin etkisiyle hayatın ritmini yavaşlatmış, düşüncelere dalmıştım ki, salonun dışına çıkar çıkmaz tam kapısının önünde birkaç erkeğin anlayamadığım bir nedenle fena halde kavgaya tutuştuğunu gördüm. Sille, tokat, küfür ve itiş kakışla devam ediyordu bir İstanbul gecesi daha…
Kısa da olsa sanatın yarattığı aralıklar iyi ki var!
Konser Programı: Kaddish - From the abyss - Lament - Dream (poem) - In a dark hour (poem) - Dream - In a dark hour - Frozen ghetto (poem) - Epitaph
(Fotoğraflar ve Lisa Gerrard'ın söylediği "Lament" ile Matthew Price'ın "Dream" videoları bana aittir.)
-