8.7.2014
“Years of Refusal”da “Tek ihtiyacınız benim, ben gittikten sonra beni özleyeceksiniz” dedi. O zaman 50 yaşındaydı. Bir röportajında, 55 ya da 60 yaşına geldiğinde konser vermesi olasılığının çok zayıf ihtimal olduğunu söylemişti. Beş yıl içinde müzik kariyeri sona erecek diye yorumlar yapılıyordu. Bense sadece müziğiyle dünyayla iletişim kuran bir sanatçı için o kariyerin asla bitmeyeceğini düşünüyorum. Nitekim yanılmadım; Moz, bugün 55 yaşında ve son dönemlerde sağlık sorunları yüzünden bazı konserlerini iptal etmek zorunda kalsa da hâlâ sahnede. Uzun zamandır bir plak şirketi ile anlaşması yoktu ama sonunda Harvest Records ile anlaştı, yıllardır merakla beklenen albümünü de gelecek hafta yayınlıyor.
Albümün temmuzda çıkacağı nisan ayında duyulduğunda, tam 11 Nisan’da “Acaba yaşgünüme denk gelir mi?” diye tweet atmışım. O kadar içten istedim ki belki de oldu diye düşünmek istiyorum: “World Peace Is None of Your Business” (WPINOYB) 15 Temmuz’da yani yaşgünümde yayınlanıyor! Bundan daha güzel bir kutlama olamazdı benim için. Çok sevdiğim müzisyenlerle ilgili bazen böyle garip tesadüfler oluyor.
Albümü sabırsızlıkla beklerken, malum sitelere düştüğü bilgisi geldi. Bir arkadaşımla konuşurken “Ben indirmeye karşıyım. Moz’u bile indirmem, bekleyeceğim” dediğimde güldü. Ertesi gün sabah uyandığımda bir de baktım plak şirketi “watermarked” olarak bana yollamış albümü. Bu da bir diğer garip ama şahane tesadüf oldu. O günden beri dinliyorum albümü. Daha önce dört şarkıyı, albümle aynı adı taşıyan “World Peace Is None Of Your Business”, “Istanbul”, “Earth Is the Loneliest Planet” ve “The Bullfighter Dies”ı haftalar önce dijital olarak yayınlandıklarında duymuştuk. O şarkıların verdiği izlenime göre, çok sağlam bir albüm geldiğini tahmin etmek olanaklıydı.
Morrissey, hayatı boyunca herkesin söylemekten kaçındığı şeyleri, lafı hiç dolandırmadan en çarpıcı ve net şekilde söyleyen, sevilmek için değil sadece düşüncelerini ortaya koymak için konuşan, en saklı duyguları şiirlerle benzersiz şekilde anlatabilen, bunu hem yüreğinize dokunan hem de mizah yönüyle güldüren bir ustalıkla yapabilen, bu yeteneği nedeniyle bir yerde dendiği gibi “kelime gladyatörü” ünvanının yakışabileceği, asi ruhlu ama aynı zamanda naif tek müzisyen. Bu özellikleri taşıyan bir sanatçının şarkılarını da adeta kendi günlüğüne yazar gibi yazdığını düşünürsek, yeni albüme bakarak Moz’un dünyasında neler olduğunu anlamak mümkün.
Albümle aynı adı taşıyan ilk şarkıyla politik mesajlar verdi Moz. “Ödediğimiz her vergiyle, verdiğimiz her oyla sistemin sürmesini sağlıyoruz, asla neden diye sormamız istenmiyor. Polis, şok tabancalarıyla sersemletip engelliyor, hükümetler de zaten bunun için var; zengin giderek zenginleşirken fakir daha da fakir oluyor. Brezilya’da, Bahreyn’de, Mısır’da, Ukrayna’da çok fazla insan acı içinde” diyor şarkıda. Dünyada olup bitenleri, halkların otoriter ve totaliter rejimlere başkaldırışını izleyip, bunların hepsinin zengini kollayan kapitalist sistemin sonuçları olarak yorumluyor. Böylece daha albümün ilk notalarında anlıyoruz ki, Morrissey yola kaldığı yerden devam ediyor, sistemle bütünleşmeyin diyor. Ancak ilginç bir şekilde çıkış yolu da sunmuyor. Oy vermeyenler, protestolara katıldığında şok tabancalarına karşı ne yapacak? Böylesine karanlık bir tablo çizen bir şarkıda müziğin de daha sert ve agresif olması beklenebilir. Oysa şarkıda baskın bir öfkeden çok umutsuzluk hakim. Şarkının asker botlarının çıkardığı seslerle sona ermesi de bunun belirtisi.
Albümün prodüktörlüğünü üstlenen Joe Chiccarelli, 1970’lerde Frank Zappa albümlerinde ses mühendisi olarak başladığı kariyerinde çok sayıda müzisyenle çalışmış, Grammy ödüllü bir prodüktör. Morrissey’in albümündeki Latin ritimleri, flamenko gitarlar, fado ve rock müziğin bu zengin buluşmasının ardında onun da katkısı olduğunu düşünüyorum. “Earth Is the Loneliest Planet” ve “The Bullfighter Dies”da bu söz ettiğim sound çok belirgin. Ancak her ikisini de Latin kökenli klavyeci Gustavo Manzur’un yazdığını da belirtmek gerekir.
“Earth Is the Loneliest Planet”te, “Reddedilmen için daima bir neden vardır, hep seni suçlarlar ve yapabileceğin hiçbir şey yoktur; dünya en yalnız gezegendir, insanlar insani değil,” diyor Morrissey. The Smiths döneminden bu yana yalnızlık, onun en temel temalarından biri oldu. Bu durum, müzik dünyasının en ayrıksı müzisyeni için şaşırtıcı değil elbette; 25 de olsa 55 de, 75 de, o daima içinde kavrulduğu yalnızlıktan ilham alacak. Hep düşünmüşümdür; bu kadar yalnız hissetmese o muhteşem şarkılar ortaya çıkmazdı. O şarkıları dinleyebilmek için çok sevdiğim bir müzisyenin yalnızlığına bel bağlamak durumundayım. Bu da benim açmazım...
("Earth Is the Loneliest Planet" adlı şarkıya Pamela Anderson ile çekilen kısa tanıtım videosu hakkında daha önce şu yazıyı yazmıştım.
İlgilenenler için bu bağlantıda.)
Albümden ikinci tekli olarak yayınlanan “Istanbul”, benim için Morrissey’le ilgili garip ama mucizevi rastlantılardan bir diğeri oldu. Bunca yıldır en yakın dostum diye nitelediğim bu sesin İstanbul hakkında şarkı söylemesini hayal ettim durdum. Bir zamanlar bir hayaldi sadece ama gerçekleşti! Paris, Londra, Roma ve elbette kendi memleketi Manchester hakkında şarkılar yazmıştı Morrissey. Doğrudan İstanbul hakkında yazmasının nedenini kendi sitesinde hayranlarının sorularını yanıtladığında ve sonra da otobiyografisinde okuduk. “Roma’dan sonra en sevdiğim ikinci kent” dedi İstanbul için. Buradayken hiç ölmeyecekmiş gibi hissettiğini söyledi ve yeni albümünde “Istanbul” adlı bir şarkı olacağını bildirdi. Ocak ayında söylediğini temmuz ayında yaptı ve albümde bu isimde bir şarkıya yer verdi.
İstanbul’un kaotik sokaklarında kahverengi gözlü oğlunu arayan bir babadan söz ediyor bu şarkıda, “Onu bana geri ver İstanbul” diyor. Morrissey’i biraz tanıyan herkes son bir yıldır bu ülkede yaşananlarla bu şarkının arasında bir bağ olabileceğini tahmin eder. Ancak onun şarkılarının çok katmanlı yapısı, farklı yorumları da beraberinde getirir. Kendisi açıklamadığı sürece tam olarak neyi, kimi, kastettiği anlaşılmayan birçok şarkısı vardır. Müziğinin evrenselliğinin bir sırrı da bu kanımca. Her ne şekilde yorumlanırsa yorumlansın, ekibinin temel taşı gitarist Boz Boorer’ın bu bestesi, albümdeki en güzel sözlerle bir araya gelince çok sarsıcı bir şarkı ortaya çıkmış. Albümde “I’m Not a Man” ile “Istanbul”, şarkı sözü açısından insan ruhunun ve hayatın en zorlu, en özel yanlarına dokunduğu için ayrı bir yerde duruyor.
Hayatın zorlu yanlarını daha da zorlamak Morrissey’in karakterinde var. Toplumsal eleştirilerle dolu şarkılarında genel kabul gören anlayışları, davranış kalıplarını sorgular sıklıkla. Bu defa “I’m Not a Man”de toplumdaki erkeklik algısını yerle bir ediyor. Erkekliği anlatmak için “Don Juan, karısını döven serseri, savaşçı mağara adamı, her şeyin gidişatını belirleyen, kurnaz ama yalnız Kazanova, duygusuz, saldırgan, biftekleri aç kurt gibi mideye indiren” gibi ifadeler kullanılıyorsa, ben erkek değilim diyor. “Öldürme meraklısı, hiç yaşlanmayacak askerlersiniz, ne büyük erkeklik!” sözleriyle en sert darbelerinden birini indiriyor ve en sonunda da asıl mesajı veriyor: Bir hayvanı asla öldürmem ve yemem, üzerinde yaşadığım bu gezegeni asla yok etmem. Ben erkek değilim, ondan çok daha büyük ve iyi bir şeyim.” Bu defa gezegende yaşayan erkeklerin önemli bölümünü karşısına alacak gibi görünüyor Moz. “Daha büyük ve iyiyim” dediği için bunu “yüksek ego” ile açıklamaya çalışanlar var ama bu, şarkıyı hiç anlamamaktan kaynaklanıyor: Moz’un asıl söylemeye çalıştığı öldürmenin, sertliğin, duygusuzluğun, hoyratlığın güç ile ilişkilendirilmesindeki çarpıklık. Şarkının en ilginç yönü, sesindeki sakin ton. 7 dakika 49 saniyelik şarkının başında bir süre sadece dış ses var, sonra yavaş yavaş davul tıkırtıları duyuluyor. Şarkının başına doğrudan müzikle girmeden, belli bir atmosfer yaratmak Moz’un sevdiği bir yöntem. Yaklaşık 1.5 dakika sonra çok dingin bir ruh hali içinde giriyor şarkıya. Ancak bir yerde öylesine inceliyor ki sesi, içiniz titriyor; gücün yanlış kullanımını eleştirdiği bir şarkıda sesi o tona düşürmesi rastlantı değil elbette. Şarkı sakin başlasa da sona doğru hızlanan gitar ve davula Kristeen Young’ın çığlıkları ekleniyor. “November Spawned a Monster”da Mary Margaret O’Hara’nın çığlıklarından sonra bir Moz şarkısındaki en belirgin kadın çığlıkları burada kullanılmış. Şarkı yazarlığının en güzel örneklerinden birisi “I’m Not a Man”; ancak Moz’un yazabileceği kadar açık yürekli ve yıkıcı.
Morrissey, “Meat Is Murder”ı yazarak çok sayıda insanı vejetaryenliğe döndürdüğü günden beri, bir müzisyen olarak hayvan hakları savunuculuğundaki öncülüğünü sürdürüyor. Bu konudaki görüşlerini sık sık paylaşıyor ama en etkili sözlerini şarkılarına saklıyor. “The Bullfigher Dies”, İspanya’da Ortaçağ’dan bu yana süren boğa güreşinin barbarlığını anlatıyor. 2 dakika 4 saniyelik süresi ile albümün en kısa şarkısı, trompet sesi ile başlıyor ve sonra Moz, boğa güreşinde ölen matadorun arkasından kimsenin ağlamadığını, çünkü herkesin boğanın yaşamasını istediğini söylüyor. O vahşeti izlerken “Oley!” diye bağıranların olduğu bu dünyada, eğlence adına sahnelenen dehşetin ardındaki gerçeği tokat gibi çarpıyor dinleyicinin yüzüne. Şarkının sözleri değişse pekala neşeli bir günün habercisi olabilecek bir ruhu var. Bu da bir Morrissey farkı. Ancak bu şarkı için yayınlanan, sadece trompet ve piyano eşliğinde Morrissey’in sözleri okuduğu kısa video, bana kalırsa şarkıdan daha etkili.
WPINOYB’i tümüyle ilk kez dinlerken geriye dönüp tekrar tekrar dinlediğim şarkılardan birisi oldu “Smiler With Knife”. Joe Chiccarelli, bu albümde Morrissey’in sesini daha öne çıkarmış. Albümün başarısında bu tercihin önemli bir katkısı var. Yaşı ilerledikçe sesi daha çok güçlenen vokalistlerden birisi Moz. “Smiler With Knife”da sadece akustik gitar eşliğinde ilişkilerin verdiği acıya, “seks ve aşk aynı şey değil” diyerek yanıt verirken sesindeki titreşimler muhteşem yankılanıyor kulakta. Yıllar önce “Will Not Marry”de asla evlenmeyeceğini açıklarken de benzer endişeleri dile getirmişti Moz. Romantik duygulardan kaçış olmadığını bilse de, yolun sonu için hiç iyimser olmadı o. “Smiler With Knife”, şarkının kendi içinde gelişimi, perküsyon ve gitarın devreye girip çıkışıyla değişen ritim bakımından da albümün en parlak şarkılarından birisi.
İlişkiler ve evlilik meselesine olumsuz bakış, “Kick the Bride Down the Aisle”da da karşımıza çıkıyor. Nikah masasına giden koridorda yürüyen bir erkeğe tavsiyede bulunuyor Moz. “Ömrü boyunca tembellik edip yatmasını sağlayacak gelirin peşinde olan kadını o koridordan it, bırak git, çünkü o sadece bir köle arıyor” diyor. Moz’un önerisi acımasız gibi görünse de, aslında öyle bir durumda herkes için yapılacak en iyi şey elbette bırakıp gitmek... Morrissey’e özgü acıtan gerçekliği iyi örnekleyen bu şarkının, Kristeen Young’ın geri vokalde katkıda bulunduğu, insanı hemen yakalayan, çok akılda kalıcı bir melodisi var. Hiç kuşku yok ki, Morrissey’i iyi tanımayanlar, bu şarkıya karşı cinsiyetçilik iddiasında bulunacaktır. Sanki filmlerde bu tür kadınlar hiç canlandırılmamış gibi, sanki gerçek dünyada onlar hiç yokmuş gibi yine günah keçisi arayanlar olacaktır. Oysa aynı albümde “I’m Not a Man” diyerek erkeklik böbürlenmesini reddeden de o. Sadece toplumda var olduğu yadsınamayacak bir durumu, başkalarının tepki çekmekten çekindiği için hiç elini sürmediği konuları, belli bir karakter tipini anlatıyor; her kadın böyle demiyor elbette.
İlişkilere karşı bu olumsuz bakış açısının yanı sıra, Morrissey’in romantizmi tümüyle reddettiğini düşünmek yanlış olur. “Kiss Me A Lot”ta “Bastille’de bir anıt mezarda, annenin arka bahçesinde, depoda ya da bir kilise bahçesinde, nerede ya da ne zaman olduğu önemli değil, sadece orada olman ve beni öpmen umurumda” diyor. Morrissey’in bir başka insanla fiziksel temasa karşı arzusunu en açık şekilde ifade ettiği şarkı olmuş “Kiss Me A Lot”; hiç gizlemeden en yalın ifadelerle dile getirmiş bu duygusunu. Çoğunlukla bu tür duyguları metaforlarla anlatmayı tercih eden bir müzisyen için ilginç bir şarkı.
İyi not alması için çok baskı altında kalan bir üniversite öğrencisinin intiharını konu edinen “Staircase at the University”, el çırpmalar, Latin müziğinin gitar ritimleri ve dansa elverişli müziğiyle, Morrissey’in en depresif konuları enerjik bir soundla anlatarak dinleyiciyi ters köşeye yatırdığı şarkılardan biri. Aynı şarkıda hem ağlatıp hem de dans ederek gülümsetmeyi başaran kaç müzisyen var bilmiyorum ama başı Moz’un çektiği kesin. “There’s a Light That Never Goes Out”a ya da “Everyday Is Like Sunday”e yıllardır bu kadar tutkuyla bağlanmamızın ardında da bu bileşim var.
Albümün Gustavo Manzur imzalı şarkısı “Neal Cassady Drops Dead”, sound olarak diğerlerine göre bana biraz daha uzak kaldı. 1950’lerde Beat kuşağının ve karşı kültürün önde gelen figürlerinden şair Neal Cassady’e adanan şarkı, yırtıcı elektro gitarlarla başlayıp bir noktada flamenko gitarla buluşuyor. Cassady ölünce gözyaşları döken Allen Ginsberg’ün “Howl”u da hırıltıya dönüşüyor. Cassady, Meksika’da katıldığı bir düğünün ardından soğuk ve yağışlı bir havada sadece tişört ile çıktığı yürüyüş sonrasında komaya girmiş ve çok kısa bir süre sonra ölmüştü. Partiye katılanlar bir tür uyuşturucu aldığını da söylediler ama bugüne kadar ölüm nedeni net olarak açıklanmadı. Morrissey’in şarkının sonunda sorduğu sorular bununla ilgili: “Kurban mısın? Yoksa maceracı mı? Hangisi sensin?”
Albümün son iki şarkısı, “Mountjoy” ve “Oboe Concerto” Morrissey’in ustaca kullandığı referanslarla kendi hayatındaki önemli dönüm noktalarına uzanıyor. Güç sahibi insanların yapabilecekleri kötülükleri, 16 yaşında IRA’ya katılan ve sonra da hapse mahkum olan İrlandalı şair, yazar Brendan Behan’ın başına gelenlere atıf yaparak anlatmış. The Smiths sonrası başlayan telif hakkı davalarının yarattığı sarsıntıdan söz ettiğini “Beni buraya peruklu, yarım akıllı biri gönderdi” sözlerinden anlıyoruz. Bu belli ki, otobiyografisinde de uzun uzun anlattığı dava hakimi. Ama son sözüyle yine çıplak gerçeği işaret ediyor: Her birimiz, zengin ya da yoksul, hepimiz kaybettik...
The Smiths sonrası Morrissey’in ve Johnny Marr’ın müzik yaşamı devam etti ama herkes biliyor ki, bir daha The Smiths gibi olağanüstü bir grup olmayacak. Bunun bir kayıp olduğunu kimse inkar edemez. “Oboe Concerto”, anlam olarak “Mountjoy”un devamı adeta. Bütün bu kayıplar sonrasında, hayat devam ediyor diyor Morrissey. “All the best one’s are dead” sözü, son bir yılda yaşama veda eden Lou Reed, Bob Hoskins, Leee Back Childers (fotoğrafçı, yazar ve menajer) ve Amerikalı aktör Efrem Jimbalist Jr gibi dostlarının ardından duyduğu üzüntünün ifadesi. “Yok olan dostlara içiyorum, hiç sevmediğim bir şarkı aklıma takılıp kaldı. Eski kuşaklar çabaladı, geçmişe iç çekerek baktı ve öldü. Bu da beni onların girdiği sıraya doğru itiyor” diyor ve son sözünü söylüyor: Hayatın ritmi devam ediyor.
WPINOYB, Morrissey’in toplumsal gözlemleri, politik eleştirileri, ikili ilişkilere ve hayata dair görüşleri ve her zaman büyük tutkuyla savunduğu fikirlerinin bir özeti. 55 yaşında otobiyografisini yazarken yaptığı gibi, hem geçmişe bakmış, hem de geleceğe dönük düşüncelerini ortaya koymuş. Her zamanki gibi karanlık bir albüm, sevinç çığlıkları içinde kutlanan bir şey yok; yalnızlık, insanların acımasızlığı, yitirilen dostlar, sosyal baskı, politikanın çirkinliği ve hayatın cefası var. Arada bir boş verip umurumda değil, nerede olursak olalım öp beni diye çağrıda bulunsa da, Morrissey, hüznün şairi. Bu duyguyu sözlere döküşündeki yetkinliği, müzik olmadan da tekrarlayabildiğini “Autobiography”de kanıtladı ama sesinin gücü ve arkasındaki ekibin başarısı da ona eklenince, solo kariyerinin en güzel albümlerinden birine imza attı. Bir şarkısında, “You Know I Couldn’t Last” dese de, ben aksine inandım hep; biliyorum, onun müziği ve sesi bu hayatta bâkî...
________________________
Harvest Records, 15.7.2014
Boz Boorer (gitar)
Jesse Tobias (gitar)
Solomon Walker (bas)
Matthew Walker (davul)
Gustavo Manzur (klavye)