5 Eylül 2014 Cuma

MORRISSEY: "GÜVENLİK GÜÇLERİNİN EN SON İSTEDİĞİ ŞEY BARIŞÇIL BİR PROTESTODUR."


By on 13:37:00

5.9.2014


Müzik ikonu, indie rock'ın kurucusu The Smiths’in karizmatik vokalisti, unutulmaz duyarlı ve protest şarkıların şairane yazarı, hayvan haklarının yılmaz savunucusu Morrissey, temmuz ayında yayınladığı albümü “World Peace Is None of Your Business” için çıkacağı turne kapsamında, yeniden İstanbul’a geliyor. Pozitif Live’ın organize ettiği konser, aralık ayında gerçekleşecek. 

Morrissey, çok ender röportaj veren bir müzisyen. Albüm yayınlandığından beri İngiltere’de sadece Hot Press dergisine verdiği röportajdan sonra dünyadaki ilk röportajı almak kolay olmadı ama sonunda oldu.  “Istanbul” adlı şarkısının arka planını, oy verme karşıtı No Vote kampanyasına desteğini, müzik sektörünü, politikayı, toplumdaki kadın erkek cinsiyetlerine yüklenen rolleri, Zeki Müren’i ve tabii hayvan haklarını konuştuk Moz’la! 

Onun konumunda bir sanatçının, onca çok satışlı dergi, gazete dururken, müziğini benim kadar seven bir yazara özel röportaj vermesi, bugünün müzik dünyasında oldukça sıradışı. Ama Moz'la ilgili ne sıradışı değil ki... Amerika'nın en çok izlenen tv şovlarından Jimmy Kimmel'e eğlence için ördeklerin avlandığı Duck Dynasty programının yıldızı ile çıkmayı reddeder ama Türkiye'de bir müzik yazarına özel röportaj verir... Plak şirketlerinin dayatmalarına asla boyun eğmez ama YouTube üzerinde şarkılarına yapılan amatör videoları izleyip yaratıcılarına teşekkür eder. Morrissey'i yeteneğinin yanında özel kılan da bu farkları, ilkeleri, dik duruşu. Aralık ayındaki konseri heyecanla beklerken röportajı keyifle okumanızı dilerim. 

***

WEST SIDE STORY'DEN ESİNLENEN ISTANBUL VİDEOSU

Öncelikle sorularımı yanıtlamak için zaman ayırmanızdan dolayı teşekkür ederim. Benim için bir onur. Size Harvest draması hakkında bir şey sormayacağım; çünkü zaten mükemmel bir şekilde açıkladınız. Çoğu insan olanları anlamıyor ama plak şirketinizle aranızın bozulma şekli benim hoşuma gitti. Yaşadığımız toplumda, eğer başarılı olmak istiyorsak çenemizi kapamamız önerilir. Bana göre siz, bu yaygın anlayışa karşı tam bir panzehirsiniz. Hâlâ ilk gençlik dönemindeki gibi, müzik endüstrisinin saçmalıklarını daima reddeden aynı ruha sahipsiniz. Yalnız sormak istediğim bir şey var... “Istanbul” adlı şarkınıza video çekilmesi için plak şirketine karşı ısrarcı olduğunuzu ama onların yanaşmadığını söylediniz. Video için aklınızda belli bir fikir var mıydı?

Evet, “West Side Story” filminin açılış sahnesinden yola çıkarak ben ve grubum sokaklarda dans edecektik. Harvest yapmadı bunu. İlişkimizde ilk kırılma oydu, çünkü esasen alternatif bir fikirleri yoktu. Eğer daha iyi bir fikir varsa itirazdan rahatsız olmam. Sonuç olarak Harvest’ın başındaki yöneticinin fikri şuydu: “Morrissey’den kurtulalım.” Akıl sır ermeyecek kadar aptalca.

Şu satırları NME’de okudum: “Müzik için bu önemli dönemde, eski usuller yok olup yenileri henüz ortaya çıkmamışken, Morrissey’in şekillendirdiği bir bölüm olmadığını hayal edebiliyor musunuz? Böyle bir şey düşünülemez. “Son Yemek”ten İsa’yı çıkarmak gibi olurdu bu.” Size göre, bu çağda eski usullerin asıl amacı nedir?

Tam olarak ne demek istediklerinden emin değilim ama Lou Reed kuşağına bir referans olduğunu düşünebilirim; o kuşağın hepsi gelecek on yıl içinde muhtemelen göçüp gitmiş olacak. Ramones’un hiçbir üyesi artık yok. Belki de NME eski form derken, değişimin değerini ve müziğin gücünü anlayan, bu nedenle de farklı içerikleri kabul ettirmek amacıyla müzik yapan insanları düşünüyordur.

Fevkalade bir anlatımla kaleme aldığınız “Autobiography” adlı kitabınızı okumak benim için büyük bir zevkti. Okumayı bitirdiğimde, o kitabın, sizin hala dışlananlardan olduğunuza dair iyi bir kanıt oluşturduğunu düşündüm. Hâlâ odasına kapanıp kendini izole eden, kitaplara düşkün gençlerin idolüsünüz. Bir anlamda hiç değişmediniz. Bazıları yoğun ana akım ilgisini gözeterek bunun yanıltıcı olduğunu düşünebilir. Aslında her zaman acımasız gerçeği söylüyorsunuz; çünkü ayrıksı bir insanın eleştirel aklına sahipsiniz. Sizce neden çoğu müzisyen, günümüz kültürüne karşı bu tavırdan yoksun ve neden hayal güçlerini “pratik zorunluluklar” karşısında terk ediyorlar? 

Birçok insan, aynen benim Harvest ile yaşadığıma benzer durumlar yüzünden müzikten vazgeçiyor. Plak şirketleri klişe olmayan sanatçılarla baş edemiyor. Fakat tarihi boyunca müziği iyi yönde değiştiren plak şirketleri değildir. Bunu yapanlar daima sanatçıdır, plak şirketi için çalışan insanları işinde tutan da sanatçıdır. Bir sanatçı, plak şirketi için karışık fikirlere sahipse bile, o fikirlere şans tanınmalı; çünkü plak şirketinin ilk başta bunları kavramak için kısıtlı bir görüşü varsa bile, sonuçta sanatçının bakışı onlara yardım edebilir. Herhangi bir plak şirketinin Alice Cooper, Ramones, Patti Smith ya da vizyonu olan bir sanatçıyı keşfettiğini sanmıyorum. Harvest’ın bana yaptıkları yüzünden başka grupların da onlarla çalışmaktan tereddüt edeceklerini düşünüyorum. Bir plak şirketinin kendini beğenmişliği ya da egosu, onu kontrolü elinde tutuyor göstermekten ziyade aynı zamanda yıkabilir. 

“Autobiography”de The Smiths’in bağımsız bir grup olarak Manchester’da nasıl ortaya çıktığına dair ayrıntıları anlatıyorsunuz. (Kitap hakkındaki yazım) Son 30 yıl içinde çok şey değişti. Bugün çıkış yapanların birçoğu müzik sektöründe ağırlığı olanlar tarafından yaratılıyor ve internet bunda büyük rol oynuyor. Bugün isminizi duyurmaya çalışan bir sanatçıysanız, müzik endüstrisi korkutucu olabilir. Siz bugün müzik endüstrisine yeni giriyor olsaydınız, nasıl bir yol izlerdiniz? Bu meslekte kariyer yapmaya talip olan müzisyenlere ne tavsiye edersiniz?

Başka bir ortamda olsalar müzik yapabilecek birçok genç insan tanıyorum ama artık yetenek yapay olarak yaratıldığından geri çevriliyorlar. Benim görüşüm, söyleyecek bir şeyiniz olduğu sürece nasıl çıkış yaptığınız önemli değil, fakat elbette ana akım müzik listelerinde yer alan bütün büyük artistlerin kesinlikle söyleyecek hiçbir şeyinin olmaması ve düpedüz yaltakçılık yapmaları da bir rastlantı olamaz! Bana öyle geliyor ki, sadece kendiniz ve arkadaşlarınız için müzik yapmadığınız sürece, müzikte artık bireysel söyleme yer yok. Modern dünyadaki her olgusal gerçek, açığa çıkma ve değişim için haykırıyor, ancak ana akım müzik listelerinde bununla ilgili hiçbir belirti yok. Sanki bir anlam ifade etmedikleri sürece, kimsenin bunu yapmasına izin verilmiyormuş gibi görünüyor...

‘Stream’ müzik ‘tüketiminin’ geleceği olarak görünse de, bir süre önce bazı müzisyenler, özellikle David Byrne ve Thom Yorke, açık olarak Spotify ve diğer dijital müzik servislerinden şikayet ettiklerinde epey dikkat çektiler. Büyük plak şirketleri Spotify’ı seviyor çünkü büyük miktarda pay alıyorlar, ama o sistemde sanatçılar eşit değil. Büyüklerin aksine anlaşma yapıldığında para alamayan, stream başına telif hakkı elde edemeyen bağımsız plak şirketleri var. Büyük plak şirketleri, yıllardır dağıtım tekeli ve radyonun kontrolünü ellerinde tutarak bağımsız müziğin ana akımla rekabetini engelledi. Bugün artık müzik endüstrisinin içinde bulunduğu kargaşa ortamında, sistemi değiştirip, neyin popüler olduğuna pazarlamanın değil insanların karar vermesini sağlamak olanaklı mı?

Plak şirketleri insanların seçim yapmasını istemiyor. Modern müzik sadece pazarlama ile ilgili ve başarıyı yaratan yetenek ya da beceri değil sadece pazarlama. Bu nedenle de aptallar kuşağı fazla sorun yaşamadan pop müzikte başarılı oluyor; çünkü sentetik heyecan plak şirketleri için sorun oluşturmuyor. Herhangi bir şarkıcının başarılı olabilmesinin tek nedeni pazarlama olduğu için, hiçbir liyakate sahip olmayan şarkılar devasa hit haline geliyor. Netice olarak, müzik dünyası ikna edici değil; şarkıcıları gerçek sanatçı gibi göstermek için ödüllere bel bağlıyor. Bununla birlikte, şarkı söyleme ya da bir enstrümanı çalma konusunda ciddi olan genç insanlar, televizyonlardaki yetenek şovlarına bakıp onları ahlaki açıdan tiksindirici buluyor. Çünkü öyleler!

"GÜNÜMÜZDEKİ POLİTİK SİSTEM OTORİTER" 

“World Peace Is None of Your Business”, müthiş bir albüm. (Albüm hakkındaki yazım)Açılış şarkısında dünyanın içinde bulunduğu umutsuz durumu özetliyorsunuz. Savaş ve devlet karşıtı güçlü bir şarkı. Açıkça oy verme karşıtı kampanyayı (No Vote) destekliyorsunuz. Bu kampanya son yerel ve cumhurbaşkanlığı seçimleri dolayısıyla Türkiye’de de çok tartışıldı. Bu stratejiyi neden desteklediğinizi anlıyorum. Evet, değişim zamanı geldi. Çünkü daima kötüler kazanıyor! Fakat bunu nasıl durduracağız? Oy vermemek tek başına yeterli mi? Şiddetsiz bir değişimi nasıl başaracağız?

Ufak bir kıvılcım büyük bir ateşe neden olabilir! Dünyadaki toplumsal görüntünün altını üstüne getirmek fazla bir çaba da gerekmiyor. No Vote kampanyasını destekliyorum; çünkü bu anayasal reform için sessiz bir oy. Önünüze konana güveniniz olmadığı anlamına geliyor. Günümüzdeki sistem kesinlikle otoriter, başka bir şey değil. Berbat bir grubun içinden asgari düzeyde berbat olanı seçmek, daima aynı mutsuz ortamı yaratıyor. Tek bir devlet başkanı ya da başbakan düşüncesi bana saçma geliyor; çünkü tam anlamıyla, tek bir bireye, diğer bireyler üzerinde ne istiyorsa onu yapması, doğruyu ve yanlışı tanımlaması ve bunları kamu denetimine konu olmadan gerçekleştirmesi için kutsal bir hak veriyorsunuz. Netice itibariyle, öyle görünüyor ki, Ortadoğu’da akan kan yetmiyor. İnsan ırkı, günümüzdeki rejimler ve seçildikten sonra ısrarla halkla ilgili hiçbir şey yapmak istemeyen siyasi partiler yüzünden daha gergin bir hale geldi. 



“Istanbul” adlı şarkınız beni çok etkiledi. Sözleri öyle dokunaklı ki, Türkiye’de pek çok insan, şarkıyı ülkemizde geçen yılki direnişle ilişkilendirdi. 2013, Türk halkı için zor bir yıldı.  İslam kökenli hükümetin baskısına karşı ülke çapında protestolar oldu. Polis, insanları dağıtmak için gaz bombaları ve tazyikli su kullandı. Sivillere müdahaleleri aşırı derecede şiddetliydi. Ülke çapındaki olaylarda yedi genç öldü, binlerce insan yaralandı. Polisler tarafından öldürülenlerden birisi henüz 14 yaşındaki Berkin Elvan’dı. “Istanbul”u yayınladığınızda, Türkiye’de herkes ister istemez “kahverengi gözlü çocuk” olarak Berkin’i düşündü. Bu bir tesadüf olabilir mi?

Şarkıdaki nadir yaşanan bir hikaye değil. Suriye’deki kargaşanın nasıl başladığını, Esad’ın 15 yaşın altındaki 10 çocuğu tutuklayıp, işkence gördükleri bir hapishaneye attığını hatırlayın. Esad bunu yaptı, çünkü çocuklar duvara “Kahrolsun Rejim!” yazmışlardı. Bu olay tek başına Suriye’deki ayaklanmayı başlattı, aileler ve çocuklar sokaklara çıktı ve Esad’ın güvenlik güçleri onlara ateş ederek bazılarını öldürdü. Bunun sonucunda da 20 bin insan hükümet karşıtı sloganlar atarak sokakları doldurdu. Esad, kimi isterse onu katletmek için özgürdü. Bugün İngiltere hükümeti ise yeniden Esad ile işbirliği yapmaya hazır! Giderek sivil ölümlerinin aslında hükümetler açısından bir sorun yaratmadığını görüyoruz. Son Malezya uçak saldırısı da mükemmel bir örnek. İlk birkaç gün medya bu olaya saldırı dedi, sonra aniden felaket oldu. “Felaket” diyerek, bize sanki su baskını gibi bir şeymiş gibi, bu konuda hiçbir şey yapılamayacağını söylüyorlardı. Petrol ya da gaz kaybı yaşanmadıkça, sivil ölümlerinin dünya liderleri tarafından kayda değer görülmediğini hepimiz gözlemliyoruz. Beni öfkelendiren şey ise, yolsuz hükümetlere karşı başkaldıran insanlardan isyancı, protestocu ya da provokatör olarak söz edilmesi ama asla “halk” denilmemesi, oysa gerçek budur. İsyancı zorbalar yolsuz hükümetlerdir. Bir haberde “polis  insanlara ateş açtı” denildiğini asla duymazsınız ama her zaman “polis göstericilere ateş açtı” denir, sanki göstericiler insan değilmiş gibi... İnsanlara “provokatör” ya da “isyankar” demek, onları sizin anneniz ya da kuzeniniz olmaktan uzaklaştırır. Aniden anarşistlerin devreye girdiğini düşünürsünüz. Dünya çapında en büyük sorunu yaratıp en fazla ölüme neden olanlar, güvenlik güçleri diye adlandırılanlardır. Amerika’daki Ferguson olayı, mükemmel bir örnek. Sorun, güvenlik güçlerinin soruşturmanın üstünde görülmesi. Bu yüzden, şiddetsiz protestolar daima güvenlik güçleri tarafından bilinçli olarak şiddetli bir hale getirilir ki, böylece siyasi haberler şiddet haberlerinin gerisinde kalsın. Bu yöntem hep başarılı olur. O yüzden, insanların barışçıl bir direniş için neden sokaklara çıktığını duymak yerine, şiddetli çarpışmalarda polislerin nasıl yaralandığını duyarız ve bu kendi başına bir haber haline gelir, halkın söylemek istedikleri görmezden gelinir. Güvenlik güçlerinin istediği en son şey, barışçıl bir protestodur; çünkü o durumda hükümet karşıtı mesajlar yayılır ve bir çan kadar güçlü duyulur.



İstanbul’dayken hiç ölmeyecekmiş gibi hissettiğinizi söylüyorsunuz. Bilmelisiniz ki biz hayranlarınız da siz İstanbul’da şarkı söylerken aynısını hissediyoruz. Bu karşılıklı duyguyu bir daha ne zaman deneyimleyeceğiz?

Aralık ayında, bir pazar günü. Hep İstanbul’daki Opera Binası’nda  konser vermek istedim, ama hiç uygun olmuyor... ya da belki öyle bir yer yok.

Ünlü fotomuhabiri Ara Güler, bir keresinde İstanbul’u şöyle tanımlamıştı: “İstanbul, Jean Giraudoux’nun La Folle de Chaillot’sudur (Chaillot’daki Deli); ancak Roma, Bizans ve Osmanlı’da bulabileceğiniz türden çılgın bir kadın... O kadın artık yaşlansa da, giyim kuşamını asla ihmal etmez; daima mücevherlerini takar, parfümünü sıkar, süslü şapkalarını giyer. O çılgın kadın gibi, İstanbul’un herhangi bir yerine dokunun, karşınıza bir mücevher çıkar.” Siz İstanbul’a dokunduğunuzda aklınızda hangi hayal beliriyor?

Halkın sokaklarda olduğu şehirleri seviyorum çünkü daha az yalnızlık hissediyorum. İngiltere’de sokakta görülürseniz, mutlaka neden dışarda olduğunuzun bir açıklaması olmalıdır. Politik anlamda değil, genel olarak demek istiyorum. Amerika’da yalnız başına sokakta yürüyen birinin niyeti pek iyi görülmez. İngiltere’de daima kapalı alanlardayız ve genellikle bir televizyon karşısında zombileşir, yaşayan ölüye döneriz. İstanbul’da ve Roma’da saatlerce yürüyebilirim, yaşlı insanlardan oluşan grupların meydanlarda ve kahvelerde hiçbir şey yapmadan oturduğunu görmek hoşuma gidiyor. İngiltere’de bir şey almadığınız sürece hiçbir yerde oturamazsınız. Amerika’da da aynı; dört şişe şarap almadıkça, oradan ayrılmanız beklenir. Ayrıca farklı yaş gruplarının kendiliğinden karıştığı şehirleri seviyorum. Türkiye’de bunu görüyorum. Bence bu çok önemli ve yararlı bir durum. İngiltere ve Amerika, yaşlıları sorun olarak görüyor.

"MAÇO KÜLTÜRÜN ZEKİ MÜREN'İ KABUL ETMESİ İLGİNÇ"

2006’da İstanbul’da konser verdiğinizde, sahneye çıktınız ve kalabalığı “Zeki Müren!” diyerek selamladınız. Kimse bunu neden yaptığınızı bilmiyor. Zeki Müren’in müziğine aşina mısınız? 

Pek değil. Eski bir arkadaşım, James Maker bana tanıttı onu. Tarzını oldukça eğlenceli ve dinlendirici buldum. Geleneksel olarak böyle maço bir kültürün fazla bir itiraz olmadan Zeki Müren’i kabul etmesi ilginç geldi. 



“The Bullfighter Dies”, hayvanlara yapılan zulmü ve insan bencilliğini çok etkili bir şekilde vurguluyor. Umarım bu şarkı İspanya’daki korkunç hayvan tacizini durdurmaya yardımcı olur. Böyle düşünmekle çok mu saf oluyorum bilmiyorum ama “Meat Is Murder” benim vegan olmamı sağlamada etkiliydi. Öte yandan, şiddetin çok yoğun bir şekilde var olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Bir gün hayvanlara yapılan zulmün insanlara yapılan ile aynı görüleceği ve aynı şekilde adaletin sağlanacağı konusunda ne kadar umutlusunuz?

20. yüzyılda sigara içmek neyse, hayvan yemenin de 21. yüzyıl için öyle olacağını düşünüyorum. Bu açık hale geldikçe, çiftçiler daha sert karşılık veriyor. Hayvan yiyen kimseyi tanımıyorum ama hayvanlardan nefret eden baskın kişiler daima duyulup görüldüklerinden emin olmak istiyor. Onların sahip olduğu görüşten finansal olarak kazanç elde etmeyen benim gibi insanların sürekli bu konuyu deşelemek zorunda olmasının nedeni bu. Aslında gerçekte boğa güreşi diye bir şey yoktur, çünkü kimse boğa ile güreşmiyor. Boğa katilleri var, boğa güreşçileri yok. Kendisine avcı diyenler için de benzer bir durum söz konusu; tepeden tırnağa silahlanıp hayvana karşı kendilerine çocukça bir üstünlük sağlıyorlar. Avcı denilen kişi hayvana yakın mesafede bile durmuyor, her şey güvenli bir uzaklıktan yapılıyor. Hayvanları öldürmeye karşı paranoid bir tutku besleyen Prens William ve Prens Harry gibi insanlardan nefret etmemin nedeni bu. Ellerini asla kirletmeyecek, öyle tipik ve aptal gaddar katiller ki... İkisi de tartışmasız başbelası. 

Aynı zamanda şiddetin özellikle erkeklere ait bir kültürel özellik olarak görüldüğü bir toplumda yaşıyoruz. Bu nedenle “I’m Not a Man” adlı şarkınızı çok cesur buluyorum. Şarkıdaki her dize çok isabetli, toplumdaki erkek tanımının zihne ve kimliğe nasıl zarar verdiğini çok doğru bir şekilde açıklıyor. “Autobiography”de ise, Bowie’nin androjen görüntüsünün 1970’lerde İngiliz toplumunu nasıl sarstığını anlatıyorsunuz. Cinsiyetler arasındaki fiziksel ayrımı silikleştiren ilk gördüğünüz imajı ve okuduğunuz yazıyı (kitap/şiir vb.) hatırlıyor musunuz?

Bu da Prens William ve Prens Harry’den nefret etmemin nedeni. İngiltere’de silah taşıma konusunda sıkı önlemler var. Fakat silahla görebildiğimiz tek insanlar aptal Kraliyet ailesi. Yine de kimse hiçbir şey demiyor! Şiddet, mezbahalar ya da kesimhaneler yüzünden yaşadığımız toplumlarda kökleşmiş durumda ve genellikle görüyoruz ki, bir insan hayvanlara nasıl davranıyorsa insanlara da öyle davranıyor. Cinsiyet konusunda, sanırım Amerikalı yazar Gertrude Stein, geride kalanları takip etmeye hazır olmayan bir insana dair gördüğüm ilk imajdı. Fakat bu her zaman sadece bir heteroseksüellik ya da eşcinsellik konusu değildir. Bir insanı cinsiyetiyle açıklamak, çoğu zaman bize o insan hakkında hiçbir şey söylemez. İnsan ırkı, genel olarak inanmamız beklenenden çok daha çeşitli. Gertrude Stein gibi olanları ilginç buldum; çünkü androjenlikleri erkek ile kadını bir araya getiriyordu, yeni ve farklı deneyimlere kapıyı kapatmış değildi, ki bu bana çok sağlıklı geliyor. Bu nedenle ilk dönemlerinde David Bowie ve Patti Smith bir elçi gibi görünüyordu. Oysa çoğumuz hâlâ acı verici bir şekilde sınırlı cinsiyet rolleri konusunda ısrar eden toplumlarda yaşıyoruz ve heteroseksüel erkek doğruluğuna dair varsayım, hala küresel politikanın değişmeyen yüzü. 


Müzik endüstrisi, kadınlara karşı ayrımcılığın toplumsal olarak kabul edildiği endüstrilerden birisi. Son birkaç yıldır, bazı kadın müzisyenler müzikteki kadın ayrımcılığına karşı seslerini yükseltti. Sizin bu konudaki görüşünüzü merak ediyorum. 

Pek fazla bir şey değişmedi. Bu nedenle “en iyi kadın şarkıcılardan birisi” denildiğini duyarken, “çok iyi bir erkek şarkıcıdır” denildiğini duymazsınız. Sorunuzda bana kadın müzisyenler hakkında soruyorsunuz, fakat gerçekten “kadın müzisyen” ifadesi, müzisyenin kuşkusuz erkek olduğunu kabul etmenin sonucu değil mi? Sanki erkeklerin doktor olmak için kutsal bir hakları varmış ama kadınların yokmuş gibi “kadın doktor” denmesine benziyor. “O bir kadın polisti”, sanki “gerçek bir polis değildi” demek gibi geliyor. Müzikte, hâlâ ilk dönem Patti Smith ve The Slits’i çok radikal çıkışlar olarak görüyoruz. Çünkü kesinlikle narin ve feminen değillerdi. Oysa günümüzde radyolarda tek duyduğumuz çaresiz küçük kız sesi. The Spice Girls, “kız gücü” diye pazarlandı, oysa hiç de öyle değildi. Eğer biraz cesaretleri olsaydı, kendilerine The Slum Mums (Varoş Anneleri) derlerdi; kızlığı bir yana bırakın, bir şey diyeceklerse, bu “kadın gücü” olmalıydı. The Strokes’un “oğlanların gücünü temsil ediyoruz” dediğini hayal edebiliyor musunuz? 

Ramones grubunun yeni çıkacak En İyiler seçkisini siz hazırladınız ve albüm kapağını da belirlediniz. Ramones ile ilgili sizi en çok etkileyen şey neydi?

İlk anda hiçbir şey! İlk albümlerini aldığım pazartesi günü berbat olduklarını düşündüm, salı günü yavaşça el atıp yeniden dinledim, çarşamba günü plağı geceyarısı çalıyordum ve perşembe günü ihtişamları beni şoke etmişti. Ramones’un şu anda bu kadar popüler olması inanılmaz. Hayatta olsalardı, gezegendeki en büyük grup olurlardı ama kimsenin onları sevmediğini düşünerek öldüler.

Bildiğim kadarıyla sizin yazdığınız şarkı sözlerinden esinlenen 13 kitap var. Herhangi birini okudunuz mu?

Sadece Douglas Coupland’ın yazdığı “Girlfriend In A Coma”yı okudum. Ayrıca İsveç’te “Viva Hate” adlı yeni bir televizyon dizisi var. Buna benzer çok şey oluyor. “Mute Witness”, “The Hand That Rocks The Cradle”, ve “Louder Than Bombs” adlı filmler vardı... Hepsini listelemek olanaksız ama beni heyecanlandırıyor. Birisinin beni dinlediğini kanıtlıyor.

Modern hayatın stresleri ve kariyerinizde olan onca şeyden sonra nasıl dengeli kalıp enerji topluyorsunuz? Müzikten ya da sorumluluklarınızdan biraz uzaklaşmak zorunda kaldığınız oluyor mu? Eğer oluyorsa ne yapıyorsunuz? En önemlisi, sağlığınız nasıl?

Çok dengeli kalmayı beceremiyorum! Bir süredir kronik yorgunluk sendromuna yakalandım, her gün son derece melankolik hissediyorum. Ama hiç kalıcı mutluluğu bulan birini duydunuz mu? Bence insanın varoluşu acı verici... korku, yalnızlık, fiziksel çöküş, hastalıklar, kayıplar... Bunların hepsini her gün yaşamak zorundayken aynı zamanda iş, para, görünüş ve bir sürü şey ile ilgili en çetin kişisel disiplini de göstermemiz gerekli. Bu ayrıca kafa karıştırıcı çünkü para yaşama nedeni olmamasına rağmen çevremizdeki her şey aksini söylüyor. 

Uzun yıllardır birçok kişinin hayatındasınız. Yıllar içinde müziğiniz, kimi zaman acı da vererek, hep insanın varoluşuyla ilgili oldu. Hala sahnedesiniz ve o geçen yıllar sizi insanların bilincinden silmedi. Müzik kariyerinize baktığınızda bütün o karışık duygular içinde diğerleri arasında öne çıkan var mı?

Hiç kariyer gibi gelmedi bana. Aslında ne olduğu konusunda hiçbir fikrim de yok. Kesinlikle müzik endüstrisi tarafından istenmediğimi hissediyorum. Son Harvest meselesi de bunu gösteriyor. Ama hiçbir zaman farklı olmadı. Bu kadar uzun süre varlığımı sürdürmem oldukça inanılmaz.

Soruları yanıtladığınız için tekrar teşekkür ederim. Sizi İstanbul’da görmeyi heyecanla bekliyorum!

Ben de öyle ama özellikle fark edilebilir bir görüntünüz olmazsa sizi ayırt edemeyebilirim. Belki bir keçi kostümü giyersiniz? 

Yazan: Zülal Kalkandelen

Translate