Vegan Logic yıllık müzik değerlendirmesinde dünkü yayının konusu "Yılın Şarkıları" idi. Açık Radyo'daki yayında en beğendiğim 10 şarkıya geriye sayarak yer verdim. Yayının kaydını paylaşırken, yeni yılınızı kutlarım. Dilerim gelecek yıl ülkemizde ve dünyada barış egemen olur; katliamlar sona erer...
1- Jóhann Jóhannsson - Melancholia [No. 10] 2- Chelsea Wolfe - Crazy Love [No. 9] 3- Tindersticks Feat. Jehnny Beth - We Are Dreamers! [No. 8] 4- King Midas Sound & Fennesz - On My Mind [No. 7] 5- AFX - Simple Slamming B2 [No. 6] 6- Max Richter - Path 5 (Mogwai Remix) [No. 5] 7- Cold Cave, Genesis Breyer P-Orridge, Black Rain - Comprehension [No. 4] 8- Jac Berrocal, David Fenech, Vincent Epplay - Solaris [No. 3] 9- Tropic of Cancer - Stop Suffering [No. 2] 10- David Bowie - Blackstar [No. 1]
Red Bull Türkiye'nin internet sitesini hazırlayan ekip, müzisyenlere, yazarlara, radyoculara, blogger'lara 2015'te en çok hangi albümü dinlediklerini sordu. Bana sorulduğunda, 2015 En İyi Albümler listemin 1 numarasında yer alan Alessandro Cortini imzalı "Risveglio" hakkında aşağıdaki yanıtı verdim.
Son bir iki yıldır adeta bağımlısı olduğum bir sound var. Nine Inch Nails ile yaptığı çalışmalardan ve elektronik projesi SONOIO’dan tanıdığımız müzisyen, dünya üzerinde sadece 13 adet kalan Buchla modüler synthesizer ile yaptığı kayıtlarla beni son birkaç yıldır fazlasıyla etkiliyor. Bu yıl Hospital Productions etiketiyle yayınlanan Risveglio albümü bana göre yılın en iyi kaydı. Bir enstrümana bu derece takıntı geliştirip onun üzerinden soundu geliştirmek gerçek bir tutku gerektiriyor. Cortini, daha önce Roland MC-202 synthesizer ve basit bir delay pedalı ile Sonno adlı albümünü kaydetmişti. Bu kez Roland serisinden TR606 ve TB303’yi eklemiş ekipmana ve Risveglio ortaya çıkmış.
Daha çok Nine Inch Nails ile çalışmaları ve elektronik projesi SONOIO’dan tanınan Alessandro Cortini, son birkaç yıldır analog ve modüler synthesizer ile yaptığı kayıtlarla bende bağımlılık yaratan bir sound geliştirdi. “Risveglio” albümünde Roland MC-202’nun yanına Roland TB-303 ve TR606’yı da ekleyip, efekt pedallarıyla ses manipülasyonunu iyice yoğunlaştırdı. Synth drone’ların tok sesi tekrarlanıp dururken, kendimi adeta özellikle gece karanlığında fotoğraflarını çekmeye meraklı olduğum çok katlı bir otoparkta hayal ediyorum. Müziğin karanlık tonu ve sürekli tekrar eden ritmik bas soundu klostrofobik bir atmosfer yaratırken, bir yandan da içinde sürüklendiğim synth manzaraları olabildiğince devinim içinde. Dinleyicinin tüm dikkatini talep eden, tuhaf, belki ürkütücü ama aynı derecede çekici bir karaktere sahip albüm. Bir müzisyenin tek bir enstrümanla yarattığı sesleri eğip bükerek tek başına albüm kaydetmesi ve sınırları böylesine zorlaması için çok yoğun bir tutkusunun olması şart. Cortini’nin tutkusunun eseri olan “Risveglio”, bu çarpıcı adanmışlığın belgesi.
2000’lerde müzik yapıp 70’lerin sonu ve 80’lerin başındaki elektronik müzik ve post-punk’ın etkisinde kalmamak olanaklı mı bilmiyorum ama o dönemin pek çok isme ilham kaynağı olduğuna şüphe yok. Dream-pop grubu Banjo or Freakout ve modern elektronika projesi Walls ile tanıdığımız Alessio Natalizia da, Not Waving adlı yeni projesinde 70’lerin sonundaki o çekici akıma kaptırmış kendini. Ambient, tekno, endüstriyel ve deneysel müzik estetiğinin biçimlendirdiği karanlık synthesizer soundunun içinde kaybolmak isteyenler için ideal bir isim olabilir Not Waving. Natalizia’nın bu projede, doğaüstü bir olay olarak tanımlanan uzaktan izleme (remote viewing) konseptini İngiliz şair/romancı Stevie Smith’in “Not Waving But Drowning” adlı şiiriyle buluşturduğunu söylersem belki daha da ilginç hale gelebilir. Gerçekte boğulmakta olan ama ilk anda el sallıyormuş gibi görülen bir insan imajının zihinde yarattığı güçlü duygular çarpıcı şekilde enjekte edilmiş müziğe.
HHY & THE MACUMBAS
Portekiz yeraltı müzik sahnesinde HHY adıyla tanınan Jonathan Saldanha’nın The Macumbas adı altında kendisine eşlik eden müzisyenlerle oluşturduğu grup, oldukça enteresan kayıtlar yapıyor. Elektrik, J. G. Ballard, William Burroughs, Adrian Sherwood ve John Carpenter’dan etkilenerek, Saldanha’nın belirlediği dub stratejileri aracılığıyla ruhsal karmaşanın ritimlerini ve ses dünyasını çözümleyecek müzikler yapıyorlar. Bas, trompet, trombon, perküsyon ve elektronik sesleri harmanlayan tekrarlara dayalı mükemmel bir kurgu var müziklerinde. Gerektiğinde melankolik ve hipnotik ama gerektiğinde de elektrik çarpmışa döndüren titreşimleriyle insana deliler evine düştüğünü düşündürtecek kadar karmaşık. Bir yerde Voodoo-Cave-Rave diye tanımlanmıştı. Bundan daha iyisini düşünemiyorum. 2014’te Saldanha’nın bağımsız plak şirketi Silo Rumor etiketiyle plak formatında yayınladıkları “Throat Permission Cut”, bu yıl dijital olarak da yayınlandı.
AUTOBAHN
Post-punk’ın bütün enerjisini yansıtan, kaçınılmaz olarak Joy Division benzetmesi yapılacak bir çıkış albümü yayınladı Autobahn. Kendileri de Manchester’ın efsane prodüktörü Martin Hannett’in soundları üzerindeki etkisini itiraf ediyorlar zaten. Leeds’in endüstriyel ve gotik havasını yansıtan “Dissemble” adını verdikleri ilk albüm, daha şarkıların başındaki bas gitar sesini duyduğunuz anda çok sağlam bir grubu dinlediğinizi duyumsatıyor. Müziğin karanlık karakteri hakkında “Beautiful Place to Die”, “Suicide Saturday” gibi şarkı isimleri yeterince ipucu verebilir sanırım ama vokalist Craig Johnson’ın katartik yorumuyla “Gelecek defa yere çakılacağım zamanı bekliyorum” sözlerini duyunca zaten ne demek istediğim anlaşılır. Özellikle The Horrors ve The Sisters of Mercy sevenlerin dikkatini grubun bu yıl yayınlanan ilk albümüne çekmek isterim.
RAFAEL ANTON IRISARRI
Besteci, prodüktör ve multienstrümantalist Rafael Anton Irisarri, minimalist, drone, çağdaş klasik müzik ve elektronik müziğin nadide yeteneklerinden birisi. Bu yıl yayınladığı “A Fragile Geography” de, deneysel ambient, drone ve modern klasiğin sarsıcı bir karışımı. İki yıllık bir sürede tamamladığı bu kayıtta kendisini kişisel olarak zorlayan politik, sosyal ve kültürel alanların üzerine gitmiş besteci. Çağdaş dünyanın karışık ve tahmin edilemeyen dinamiklerini yorumlarken coğrafi olarak kilometrelerce uzanan sakin arazilerin yanı sıra, insanın içini parçalayan yoğunlukta görüntüleri de barındıran Amerika’yı yansıtmış. Bu karşıtlığı sesle bu kadar anlatan bir albüm zor bulunur. Hem klasik hem de elektronik müzikten, sinemadan ve felsefeden aldığı bütün etkileri oldukça sofistike bir şekilde içselleştirip kendi müziğine aktarma yeteneğine sahip. Aynı zamanda ambient tekno/shoegaze grubu The Sight Below’un temel üyesi olan Irisarri, insan ruhuna dokunan ses tasarımlarıyla izlenmesi gereken bir müzisyen.
TROPIC OF CANCER
Los Angeleslı müzisyen Camella Lobo’nun 2011’den bu yana solo olarak sürdürdüğü Tropic of Cancer’ı (TOC) karanlık içinde göz alıcı bir parlaklık olarak tanımlıyorum ben. Nihayet bu ay Lyon’da canlı dinleme olanağı bulduğum şarkıları shoegaze, minimal synth, coldwave, drone, ve gotik etkiler taşıyor. Geçmişe dair melankolizm, minimal wave ve minimal teknonun soğuk estetiği ile buluşunca kırılgan bir atmosfer oluşuyor Tropic of Cancer şarkılarında. Lobo’nun derinlerden yankılanan vokaliyle aşka, hayattaki kayıplara, geçmişle baş etmeye dair sözleri dile getirirken kullandığı dingin ton, ruhunuzu anında yakalıyor. Çok başarılı bulduğum 2013 tarihli “Restless Idylls” albümünden sonra geçen ay sonunda nihayet Blackest Ever Black etiketiyle “Stop Suffering” adlı yeni TOC kısaçaları yayınlandı. Yeraltı müzik dünyasının en sarsıcı kayıtlarına imza atan bu kült isim her türlü ilgiyi hak ediyor. Kendisiyle yaptığım röportajda belirttiğine göre, yeni albüm kayıtlarına 2016 ilkbaharında başlayacak.
Yıllık müzik değerlendirmemde ana başlıklardan birisi olan "Özgün Film Müzikleri"ni ele aldım bu haftaki Vegan Logic'te. Çok sayıda film müziği arasından 20 tanesinden oluşan bir liste hazırladım ve aralarında bir sıralama yapmadım; programda ses uyumuna göre sıraladım parçaları. Ancak canlı yayın sırasında da belirttiğim gibi, yılın en iyi orijinal film müziğini seçmek durumunda kalsam Jóhann Jóhannsson imzalı "Sicario"yu söylerim. Film müziklerini ayrı ele alacağımdan onu Yılın Albümleri listeme dahil etmedim ama kuşkusuz filmden ayrı olarak da 2015'in en iyi özgün film müziğini yapmış İzlandalı besteci.
1- Cat's Eyes - Black Madonna (The Duke of Burgundy) 2- Atli Örvarsson - Scrapie (Rams / Hrútar) 3- Alexandre Desplat - Plotting (Sufragette) 4- Roque Baños - Young Nickerson (In the Heart of the Sea) 5- The Octopus Project - Bunzo (Kumiko, The Treasure Hunter) 6- Ben Salisbury & Geoff Barrow - Out (Ex Machina) 7- Nils Frahm - Them (Victoria) 8- Ennio Morricone - Narratore Letterario (The Hateful Eight) 9- Daniel Pemberton - It's Not Working (Steve Jobs) 10- Disasterpeace - Title (It Follows) 11- Nick Cave & Warren Ellis - Farewell at Tinguit (Far from Men) 12- Jóhann Jóhannsson - The Bank (Sicario) 13- Hans Zimmer, Steve Mazzaro, Andrew Kawczynski - A Machine That Thinks and Feels (Chappie) 14- Laurie Anderson - The Cloud (Heart of a Dog) 15- Wojciech Golczewski - Bobby (We Are Still Here) 16- Johnny Jewel - Echoes (Lost River) 17- Ryuichi Sakamoto - Killing Hawk (The Revenant) 18- Theodore Shapiro - Curriculum Vitae (Trumbo) 19- Carter Burwell - The Times (Carol) 20- Kreng - Wade Leads the Way (Cooties)
2015 müzik değerlendirmesi bu hafta yılın remiksleri ile devam etti. Dün akşam Açık Radyo'da canlı yayınlanan programa ancak listemdeki ilk 9 remiks sığdı. Bir saatlik canlı yayında 9 numaradan başlayıp, 1 numaraya geldik. Program kaydına ek olarak 200 remiksten oluşan tüm listeyi de ilgilenenler için bu sayfada paylaşıyorum.
Ludovico Einaudi - Drop (Mogwai Remix) Tullia Benedicta - Beats or Silence (Piano Magic Warehouse Remix) Bruce Brubaker - Metamorphosis 5 (Biblo Remix) Winter Severity Index - A Sudden Cold (HøRD Remix) Carter Tutti (Chris & Cosey) - Deep Velvet (Hybrid Remix 2015) Psychic TV - Alien Be-In (Silent Servant Remix) The Soft Moon - Being (Ancient Methods Remix) Bourbonese Qualk - Lies (Ancient Methods Remix) Blanck Mass - No Lite (Genesis Breyer P-Orridge Dreamachine Remix)
İstesek de istemesek de 2015 yılında artık dijital dünyanın kurallarına uyuyoruz. Cep telefonundan hoşlanmasam da benim de var, bilgisayar önünde saatlerce oturmaktan dolayı bunalsam da yazı yazmak, radyo programı hazırlamak, araştırmak için zorunluyum. Kazandırdıklarının yanında kaybettirdikleri de var internet odaklı sanal dünyanın. Onu iyi kullanabilirsek bazen güzel sürprizler gerçekleşebiliyor hayatımızda. 80'lerin yeraltı müzik dünyasında Ju Ju'yu kurup, kendi yayınladıkları tek albümden sonra ortadan kaybolan gizemli müzisyene geçtiğimiz aylarda internet sayesinde ulaştıktan sonra, bu yıl müzikle ilgili olarak ikinci güzel sürprizi de yine dijital dünya aracılığıyla yaşadım. Instagram'da beni takibe alan bir hesabı incelerken Tahran'dan bir müzik grubu olduğunu anladım. Paylaştıkları kısa videoları dinlediğim anda müzikleri hemen ilgimi çekti. Grup hakkında daha fazla bilgi bulmak için internette araştırma yapmaya çalıştıysam da bir video dışında bir şey bulamadım. İşin içinden çıkamayınca da, beni takibe alan o hesaptan paylaşılan bir videonun altına "Sizinle röportaj yapmak isterim. E-posta adresinizi alabilir miyim?" diye not düştüm. "Direkt mesaj kutunuza bakın," diye yanıt geldi. Karşılıklı olarak e-posta adreslerimizi birbirimize iletince iletişim başladı. Bana verdikleri linkler üzerinden bazı canlı performans videolarını ve şarkılarını dinledim. Sonra da röportajı Armin Arefi ile e-posta aracılığıyla gerçekleştirdik. Grubu bulma hikayem bu.
Instagram hayatımıza son yıllarda giren bir akıllı telefon uygulaması. O olmasaydı belki de ben Barfak diye bir gruba hiç rastlamayacaktım, YouTube ve Soundcloud olmasa, şarkılarını kilometrelerce öteden anında dinleyemeyecektim. Ju Ju olayını internet ve müziğin zaman ile mekan engellerini aşma gücüne örnek olarak göstermiştim. Bu da yeni bir örneği oldu benim için.
Tahran yeraltı müzik sahnesinde iki yıldır faaliyet gösteren Barfak, progresif/elektronik tarzda müzik yapıyor. Bana yer yer Tangerine Dream'i hatırlatan atmosferik bir sound var şarkılarında. Dinler dinlemez esin kaynaklarının doğa olduğunu anlamıştım ama bu konuda soru sorunca müziklerinin çıkış noktasına dair oldukça felsefi açıklamalar yaptılar. Bu açıklamalarla yetinmeyip, grubu daha yakından tanımak şarkılarını dinlemenizi öneririm.
Bu arada bir not olarak da belirtmek isterim, 20 yıllık profesyonel müzik yazarlığı tarihimde ilk kez bir İranlı grupla röportaj yaptığımı fark ettim. Açıkçası kendimi eleştirmem gereken tuhaf bir durum bu. Kim bilir Barfak gibi daha nice cevherler var o coğrafyada...
Öncelikle beni Instagram'da takip ettiğiniz için teşekkür ederim. Çünkü sizi bu sayede buldum! YouTube'da bir videonuzu izledikten sonra araştırdım ama hakkınızda bilgi bulamadım. O nedenle Barfak hakkında temel bilgileri sizden öğrenmem gerekiyor. Sanıyorum grupta üç müzisyen var. Bana kendinizi tanıtır mısınız? Kim hangi enstrümanı çalıyor? Grup ne zaman ve nasıl kuruldu?
Gösterdiğiniz ilgi ve destek için gerçekten müteşekkiriz. Grup iki yıl önde Tahran'da kuruldu. Başlangıçta üç ana üye vardı: Armin Arefi (gitar), Farzin n'Samani (bas), Ali Seif (piyano). Aslında ilk önce o sırada üzerinde çalıştığımız bir başka projenin yan projesi olarak gelişti ama bir süre sonra bazı koşullar ve dinleyicilerden aldığımız güzel tepkiler nedeniyle bizim için daha önemli olmaya başladı. Bunun sonucunda Tahran'da son iki yılda birçok konser verdik. Piyanistimiz, albüm kaydının son aşamasında kişisel sebeplerden dolayı gruptan ayrıldı. Neyse ki bu durum bizim gelecekle ilgili planlarımızdan vazgeçmemize yol açmadı, konuk müzisyen alarak yolumuza devam etme kararı verdik.
Barfak ne anlama geliyor?
Farsçada iki anlamı var: 1. Ufak kar tanesi 2. TV'deki beyaz gürültü! Ama biz her ikisi de akla gelsin diye herhangi birini özel olarak işaret etmiyoruz.
Şu ana kadar bir kısaçalar ya da albüm yayınladınız mı?
Şu anda sizin sorularınızı yanıtlarken ilk Barfak albümü Soundcloud'a yükleniyor. Oradan ücretsiz indirilip dinlenebilir. (www.souncloud.com/barfakmusic)
EVREN VE İNSANIN EVRİM SÜRECİ
Şarkılarınızı dinleyince doğa, üzerinde yaşadığımız gezegen ve uzayla epey etkileşim içinde olduğunu hissediyorum. Müzik ve kültür açısından sizi ne esinlendiriyor? Sizi müzik yapmaya yönelten şey, temel olarak saf bir şekilde duyguların yansıması mı yoksa belli bir temadan yola çıkan bir hikaye mi var aklınızda?
Konseptler hakkında günlerce, aylarca düşünüp tartışarak müzik yaratmanın olanaklı olduğunu düşünüyoruz. Size inandığımız bu bakış açısı hakkında kısa bir bilgi sunabiliriz. İnsan olarak diğer varlıklar gibi kendi evrim sürecimiz içindeyiz. Doğa bizim ve bildiğimiz diğer her şeyin yaşam kaynağı. Sahip olduğumuz bilinç anlamsız değil. Onu evrim sürecimizde yararlı bir şekilde kullanıp, doğanın bize verdiği işaretleri anlamalıyız.
Müzik açısından birçok farklı ilgi alanımız var. Tüm müzik türlerinin gelişip değiştiği bir süreçler söz konusu. Bunların çok ortak noktası var. Biz bu süreci "eski klişelerden kurtulma" olarak adlandırıyoruz.
Müzik yapmaya odaklanmanızı sağlayan temel dürtü ne?
Yaratmak insanın doğasında var, sanat eserleri yaratmak gibi... Çocukluğumuzdan bu yana müziğe düşkünüz ve bunu yaşamda izleyeceğimiz ana yol olarak seçtik. Aslında müzik bizi seçti ve biz de ona borçluyuz demek daha iyi.
DOĞANIN RİTMİYLE UYUMLU OLMAK VE KENDİ İÇİMİZE BAKMAK
Dinlediğim bütün şarkılarınız enstrümantal. Yorumlayacak söz olmayınca, şarkılara belli duyguları ya da konuları nakşetmek için özel bir çaba harcıyor musunuz?
Çoğu şarkımız enstrümantal; çünkü duyguları açıklamak için özel olarak sözlere ihtiyacımız olduğunu düşünmüyoruz. Enstrümantal müzik tek başına mükemmel olabilir. Ayrıca şarkı isimleri de bizim düşüncelerimiz hakkında bazı şeyler söyleyebilir.
Vokalsiz müzik yapmanın işi daha zor ya da kolay kılan yanları var mı sizin için?
Şarkılarla ilgili duygularımızı gösteren görseller kullanıyoruz. Bu dinleyicilerle aramızda daha iyi bir iletişim sağlıyor. Bu şekilde bizi dinleyen kitle ve sanatımız arasında daha iyi bir bağlantı kuruluyor. Biz bunu zorluk olarak görmüyoruz. Zamanımızın çoğunu ve dikkatimizi enstrümanlar ve ses tasarımlarına harcamamızı sağladığından iyi bir yöntem. Büyük müzisyenlerin çoğu (vokalistler dışında tabii) duygularını ve düşüncelerini kelimeler yerine, enstrümanlarından çıkan notalarla anlatır.
Dinleyicilerin müziğinizden hangi mesajı almasını istersiniz?
Yaşamdaki sürekliliği devam ettirmek ve mutluluk için insanın doğanın ritmiyle olabildiğince uyumlu olması gerekli. Bu mesajı vermek isteriz.
"Time's Mirror", etkisi oldukça yoğun, müthiş bir parça. Onu yazarken aklınızda ne vardı, arka planda sizi neler yönlendirdi?
O şarkıyı beğenmeniz bizi çok sevindirdi. Sizin gibi dinleyicilere sahip olmak harika. Aslında olup biteni açıklamak zor. Videoda görünen yer, bizim zamanda tersine yolculuğumuzu gösteriyor. Bu bizim kendi içimize bakmamızı, kendimize yönelmemizi sağladı. Bu şarkının temel amacı, içimizde olup bitenler hakkındaki duygularımızı göstermek.
"SINIRLAMALAR KADINLARIN SANAT YAPMASINI ENGELLEYEMEZ"
Bu şarkıyı ve diğerlerini canlı çaldığınızda genç İranlı dinleyicilerden nasıl tepki alıyorsunuz?
İlginç bir soru! Genç insanların ve sanatçıların tepkileri bizim için inanılmazdı. Popüler bir müzik olmadığından, Barfak şarkıları ve insanlar arasında bu kadar güçlü bir bağ olabileceğini düşünmemiştik. Son konserimizde daha da ilginç bir hale geldi. Çünkü salondaki dinleyicilerin arasında 6 yaşındaki çocuktan 70 yaşındaki erkeklere kadar çok farklı yaşlardan insanlar vardı ve herkes şarkılarımızla özel bir bağlantı kurdu. Bu bize harika bir enerji verdi.
YouTube'da Tahran'da bir kafede çaldığınız iki konser videonuz var. Şehirdeki yeraltı müzik sahnesinin içinde misiniz?
Evet, elbette öyle. Şu andaki koşulları düşünecek olursak, bundan daha iyisini bekleyemeyiz.
İran, kadınların toplum içinde şarkı söylemesine izin verilmeyen ve sadece İran Kültür ve İslami İrşad Bakanlığı'nın onayladığı şarkıların söylenebildiği bir ülke. Buna karşın, İran'da şaşırtıcı bir şekilde canlı bir yeraltı sahnesinin olduğunu, bazıları kadın olan asi müzisyenler de bulunduğunu biliyorum. Ülkedeki yeraltı müzik sahnesi bu şartlar altında nasıl varlığını sürdürüyor?
Bu etkinliklerimizin önündeki zorluklardan biriydi. Bazı sorunlarımızı kısaca açıklamaya çalışayım. Daha önce söylediğim gibi, Barfak diğer bir ana projeden doğan bir yan projeydi. Ana proje ise, 2009'da kurduğumuz, bir kadının vokalist olduğu senfonik metal grubu "Frosted Leaves" idi. İlk kısaçalarımız "Bleak Autumn"u yayınlamıştık. Birçok iyi tepki almamıza rağmen, kadın vokalist ve senfonik metal ile yolumuzda devam etmemizin olanağı olmadığını gördük. Yine de vazgeçmedik. Dubai'de bir konser verip "Child of the Flames" adlı bir single yayınladık. Fakat sonunda sponsor bulamadığımız ve koşullar uygun olmadığı için daha sonraki planlarımızı ertelemek zorunda kaldık. Gelecekte belki sponsorsuz olarak da masrafları karşılamanın mümkün olabileceğini düşünüyoruz. Bugün sadece "Frosted Leaves" varlığını korumakla kalmadı, onun yanı sıra "Wild Garden" adlı yeni bir elektronik müzik grubu da başlattık; onun da vokalisti kadın. Bütün bunlar bu sınırlamaların hiçbirinin kadınların sanat yapmasını engelleyemeyeceğini gösteriyor.
Geleneksel şarkıların bile onaylanmadığını okuyorum, duyuyorum. Bu koşullarda rap, rock ve indie müzikle ilgilenen gençlerin şansı nedir?
Geleneksel müzisyenlerin karşılaştıklarıyla bizim yaşadıklarımız arasında farklar var. Zaman zaman önlerine çıkan bazı engeller olsa da, en azından onların içinde bulunduğu koşullar iyi ve istikrarlı. Buna karşın, bahsettiğiniz türler için her zaman çok sayıda sorun söz konusu. Bazen müzisyenler bunları aşmak için çeşitli geçici yollar buluyor ama çoğunlukla ertesi gün karşılarına çıkan koşullar bunu imkansız hale getiriyor. Bu da, bu türlerde müzik yapanların etkinliklerine devam etmeleri için herhangi bir şanslarının olmadığı anlamına geliyor.
ORTADOĞU'DA BARIŞ MESAJI! Anne ve babalarınızın yetiştiği dönemde durum nasıldı?
Geçmişte daha az sınırlama vardı ama o dönemde de insanların müzik zevki geleneksel şarkılar ve pop ile sınırlıydı.
İran dışında hiç çaldınız mı?
Daha önce "Frosted Leaves" adlı grubumuzla konserlerimiz oldu. Barfak ile çalmadık ama yakın gelecekte İran dışında canlı performans planlarımız var.
Geçmişten ya da günümüzden en çok sevdiğiniz gruplar hangileri?
Sayabileceğimiz çok isim var. En sevdiklerimiz Younger Brother, Röyksopp, Massive Attack, Beach House, Waldeck, Nik Bärtsch dörtlüsü Ronin, Geri Dagys, Jocelyn Pook, Hüsnü Şenlendirici, Dhafer Youssef, The Secret Trio, Laço Tayfa, Ólafur Arnalds, God Is an Astronaut, Aurora Borealis. İran'dan takip etmemizi önereceğiniz alternatif isimler var mı? Atoma, Quartet Diminished, Mavara, Baaroot, Frequency of Butterfly Wings, Spiral, Across the Waves gibi şahane gruplar var. Son olarak Türkiye'deki insanlara bir mesajınız var mı? Elbette var! Halkınızı sanatta gösterdikleri etkileyici gelişme için içtenlikle tebrik ediyorum. Ortadoğu'daki tüm insanların yakın bir zamanda barış içinde yaşamalarını umuyorum!
2015'i müzik açısından değerlendirdiğim listeleri açıklamaya bu yıl Açık Radyo'da devam eden programım Vegan Logic'te geçen hafta başladım. Yıl boyunca her ayın sonunda o ayın en iyi kayıtlarını gözden geçiren bir program yapıyorum, çeşitli yazılarda ve röportajlarda albümlere dair görüşlerimi açıklıyorum ama yıl sonu değerlendirmeleri bana hep ayrı bir heyecan veriyor. Geriye dönüp baktığımda gözden kaçırdığım kimi albümler olduğunu da görüyorum ve böylelikle kendi eksiklerimi de tamamlamaya çalışıyorum. Bu yıl 50 albümden oluşan bir liste hazırladım. Elbette yıl boyunca bu listedekilerin dışında severek dinlediklerim de oldu ama seçkiyi 50 ile sınırlayarak kendimi bir seçim yapmaya zorlamak istedim. Daha çok deneysel/avangart/alternatif müziklere eğilim gösteren bir tercihin sonucu bu liste. Bana heyecan veren soundun, belli bir trende odaklanmadan kendi özgün yaratıcılığını ortaya koyan müzisyenlerin peşindeyim. Bana heyecan veren başkasına vermeyebilir doğal olarak ama bu listenin ilgilenenler için bir öneri oluşturmasını dilerim. Listede ilk albümünü çıkaran yeni isimler olduğu gibi, yıllar sonra tekrar albüm yayınlayan efsaneler de var; birçok farklı türün bir araya geldiği eklektik bir seçim yapabildiğimi umarım.
50 albümden ilk 27'sinin yer aldığı iki program yaptım radyoda. O kayıtlarla ilgili bağlantıları da aşağıda paylaştım. Bu listede film müziklerinden oluşan albümlerin yer almadığını da belirtmek isterim. 2015 süresince radyoda yer yer söz ettiğim çok güzel orijinal film müzikleri var. Onlar için ayrı bir liste hazırladım ve 23 Aralık tarihinde Açık Radyo'da yayınlanacak programı bu konuya ayırdım. Onu da daha sonra blogda yayınlayacağım.
Gelecek yıl için şimdiden heyecanlıyım! David Bowie, Savages ve Radiohead albümleri yayınlanacak önümüzdeki aylarda. Yaşama dair umudumuzu, sevincimizi müzikle korumaya çalıştığımız; şarkılarla ayakta kalıp rüya alemine daldığımız bir yılın daha sonuna geldik. 2016, bol müzikli, konserli, sanatla dolu, iyi bir yıl olsun dilerim! 1- Alessandro Cortini - Risveglio 2- Yair Elazar Glotman - Études 3- Alessandro Alessandroni - Industrial 4- Carter Tutti Void - f (x) 5- Rafael Anton Irisarri - A Fragile Geography 6- William Basinski - Cascade 7- The Membranes - Dark Matter / Dark Energy 8- Jac Berrocal, David Fenech, Vincent Epplay - Antigravity 9- Annabel (Lee) - By the sea... and other solitary places 10- Synkro - Changes 11- Prurient - Frozen Niagara Falls 12- Subheim - Foray 13- Hans Joachim Roedelius & Leon Muraglia - Ubi Bene 14- The Necks - Vertigo 15- Penetration - Resolution 16- Sleaford Mods - Key Markets 17- Disappears - Irreal 18- You The Living - "XXXI" 19- Buffy Saint Marie - Power in the Blood 20- Danielle De Picciotto - Tacoma 21- Lubomyr Melnyk - Rivers and Streams 22- Autobahn- Dissemble 23- Julia Kent - Asperities 24- Alva Noto - Xerrox Vol. 3 25- The Black Dog - Neither / Neither 26- Philip Jeck - Cardinal 27- Helena Hauff - Discreet Desires 28- Stara Rzeka - Zamknęły się oczy ziemi 29- Chelsea Wolfe - Abyss 30- Gnod - Infinity Machines 31- Helm - Olympic Mess 32- Arash Moori - Heterodyne 33- Björk - Vulnicura 34- Deafheaven - New Bermuda 35- Godspeed You! Black Emperor - Asunder, Sweet and Other Distress 36- Föllakzoid - III 37- Leia Abdul-Rauf - Insomnia 38- John Carpenter - John Carpenter’s Lost Themes 39- King Midas Sound & Fennesz - Edition 1 40- Holy Herndon - Platform 41- Ah! Kosmos - Bastards 42- Conrad Schnitzler & Pyrolator - Con-Struct 43- Ricardo Donoso - Saravá Exu 44- Algiers - Algiers 45- The Soft Moon - Deeper 46- She Past Away - Narin Yalnızlık 47- Tullia Benedicta - Anteros 48- Bersarin Quartet - III 49- Colleen - Captain of None 50- Christopher Bissonnette - Pitch, Paper & Foil
Yılın albümleri listemde yer alan ilk 14 albümü dünkü canlı yayında dinleyicilerle paylaştım. Böylece 50 albümlük listenin ilk 27 numarasını açıklamış oldum. Tüm listeyi de blogda ayrıca paylaşacağım. Yıllık müzik değerlendirmelerime gelecek hafta yılın remiksleri, ardından yılın film müzikleri ve yılın şarkılarıyla devam edeceğim.
1. The Necks - Vertigo (Vertigo - No. 14)
2. Hans Joachim Roedelius & Leo Muraglia - Gently Falling Snow(Ubi Bene - No.13)
3. Subheim - Neon (Foray - No.12)
4. Prurient - Shoulders of Summerstones (Frozen Niagara Falls - No. 11)
5. Synkro - Your Heart (Changes - No. 10)
6. Annabel (lee) - Believe (By the sea... and other solitary places - No. 9)
7. Jac Berrocal, David Fenech, Vincent Epplay - Solaris (Antigravity - No. 8)
8. The Membranes - Space Junk (Dark Matter / Dark Energy - No. 7)
9. William Basinski - Cascade Excerpt (Cascade - No. 6)
10. Rafael Anton Irisarri - Hiatus (A Fragile Geography - No. 5)
11. Carter Tutti Void - f = 2.6 [f (x) - No. 4]
12. Alessandro Alessandroni - Comitato Aziendale (Industrial - No. 3)
13. Yair Elazar Glotman - Rattel (Études - No. 2)
14. Alessandro Cortini - La meta (Risveglio - No. 1)
Alternatif rock'ın önde gelen gruplarından Editors'ı dün akşam dördüncü kez canlı dinleme olanağı buldum. İlk olarak 2006'da Rock 'n' Coke'da, daha sonra 2011'de Efes One Love Festival'da ve 2013 yılında da yine Rock 'n' Coke'da izlemiştim grubu. Dün akşam Volkswagen Arena'da gerçekleşen konser, dördüncü deneyimim olsa da, bir festival ortamı dışında kapalı salonda gördüğüm ilk Editors konseriydi. Bu nedenle mekana giderken adeta onları ilk kez canlı dinleyecekmiş gibi merak vardı içimde. Açıkçası uzun bir aradan sonra büyük bir salonda konser izlemeyi de özlemişim. Binlerce insanın aynı müziği dinleyip heyecanlanması, dans etmesi kadar insanı ruhen yükselten bir olay yok bana göre.
Editors konseri, Pozitif'in başlattığı yeni alternatif müzik ve kültür platformu Off the Hook serisinin ilk etkinliği olarak gerçekleştirildi. Sadece müzik değil, güncel sanat, çevre, mimari içerikli haberlerin de paylaşılacağı bir internet sitesi ile birlikte (offthehookseries.com) hayata geçirilen Off the Hook, adeta sürekli aynı pompadan gaz verilen bir makine haline gelen günümüz toplumunda farklı bir içerik sağlayabilirse olumlu bir işlev üstlenmiş olur. Proje ekibine başarılar diliyorum.
Dün akşam yaklaşık 2500 kişinin izlediği konser, Editors'ın İstanbul'da azımsanmayacak bir dinleyici kitlesine sahip olduğunu da kanıtladı. 2013 yılındaki Rock 'n' Coke'da 17.30 gibi tuhaf bir saatte sahneye çıktıklarında yakıcı güneş altında çalmışlardı. Belli ki saatin garipliğinin de etkisiyle, az sayıda dinleyici vardı ama grup şahane bir konser vermişti. 2011 Efes One Love Festival hakkında yazdığım değerlendirme yazısında belirttiğim gibi, festivalin en güçlü performansını yine onlar göstermişti. Albümdeki ses kalitesini, şarkıların verdiği hissi sahneye olağanüstü bir başarıyla taşıyabilen nadir gruplardan birisi Editors. Bunun sağlanmasında, yaptıkları iyi müzikle birlikte, grup üyeleri arasındaki uyum ve elbette mükemmel vokalist Tom Smith'in etkisi tartışılmaz. Yaşayarak yazdığını, sahnede her defasında iliklerine kadar yeniden hissederek söyleyen bir şarkıcı Smith. Bu duyguyu dinleyiciye geçirme kapasitesi çok büyük.
Dün sahne önünde fotoğraf çekerken şarkı söylediği sırada beden diline de iyice dikkat ettim. Dirseklerini çekebileceği kadar geriye çekip parmaklarını göğsünde birleştirmeye çalışıyor kimi zaman. Sahnedeyken yaşadığı duygusal yoğunluk, şarkı söylediğini bilmeseniz "Bu adam ne yapıyor?" diye düşünebileceğiz bazı kendine özgü beden hareketleri olarak dışa yansıyor ve bu arada da sürekli piyano, klavye ve gitar arasında mekik dokuyor.
Editors'ın 2005'ten bu yana yayınladığı albümlerinde sound yıllar içinde giderek gelişti ve büyük salonları ayağa kaldırabilecek daha zengin bir yapıya kavuştu. Müziklerindeki genel hava karanlık olsa da, kitleleri dans ettirme özelliğini de barındırıyor. Bu konuyu 2006'da röportaj yaptığım baterist Ed Lay'e sormuştum. "Bir kalabalığı hareketlendirip canlandırmaktan daha keyif verici bir şey yok. Bunu epik, yavaş bir şarkıyla onları duygusal olarak etkileyerek de yapabilirsiniz ya da hızlı bir dans şarkısıyla çılgınca dans da ettirebilirsiniz. Biz ikisini karıştırıp uygulamayı deniyoruz," demişti. Bu yıl yayınlanan albümlerini müziğin hem pop hem de deneysel olabileceği inancıyla kaydettiklerini söylüyorlar. "In Dream", bana göre, Editors'ın hem iyi bir gitar grubu olduğunu bir kez daha kanıtladı, hem de inandıkları bu yaklaşımı başardıklarını gösterdi. Dün akşamki İstanbul konseri de buna iyi bir örnekti.
Yıllar geçse de sürekli aynı albümü yapan bir grup olmadı Editors; sound'ları hep gelişti. Kariyerleri boyunca ilk kez grup olarak sadece kendilerinin prodüktörlüğü üstlendiği "In Dream"de, 3. albümü de hatırlatacak şekilde elektronik unsurları da içeren bir sound var ve bence grubun bugün üzerinde durduğu zemin oldukça sağlam. Sadece içimden geçen bir endişeyi paylaşmak istiyorum. Coldplay, "Parachutes"ü yayınladıktan sonra aynı yıl grubu canlı dinlediğim konserde aklımdan benzer düşünceler geçmiş; umarım büyüdükçe müzikleri olumsuz etkilenmez demiştim. Sevdiğim her grup için taşıdığım bu endişe geldi dün aklıma.
Coldplay'in 15 yıl sonra "A Head Full of Dreams" albümü ile bugün vardığı noktaya, umarım Editors hiç varmaz. Coldplay, çok büyümek istedi ve sonunda "stadyum rock'ı" denilen türü benimseyerek amacına ulaştı ama bugün müziklerinde "Parachutes"ün içten yalınlığından eser yok. Deneysellik - pop dengesi ikincinin lehine fazla bozulduğunda bize geriye özlemle bakmak düşüyor... Editors'ın şu ana kadar izlediği yoldan memnunum; insani korkuları, hüznü, aşk acılarını ve bu gezegendeki haksızlıkları konu alan karanlık şarkılarıyla 2500 kişiyi dans ettirmeye devam ettirdikleri sürece mutlu olacağım. Çünkü müziğin sahip olduğu en büyük güç bu: Ne olursa olsun sinmemek, duyguları dans ederek, el çırparak haykırmak.
Dün akşam yaklaşık 1.5 saat süren konserde, ağırlığı doğal olarak bu yıl çıkan "In Dream"e vermekle birlikte, beklentileri karşılayan bir set sundu Editors ve en sevilen şarkılarını çalmayı ihmal etmedi. İlk albüm "The Back Room"dan dört, 2. albüm "An End Has a Start"tan üç, 3. albüm "In This Light and on This Evening"den üç, 4. albüm "The Weight of Your Love"dan dört ve yeni albüm "In Dream"den toplam yedi şarkı dinledik. Tahmin edilebileceği gibi "Bricks and Mortar" ve "Papillon" salonu tam anlamıyla coşturan şarkılardı. Konseri, heyecan "Papillon" ile tavan yapmışken bitirmemeleri de ilginçti.
"Bugüne kadar izlediğin dört Editors konserinin içinde hangisi en iyisiydi?" derseniz, 2011 Efes One Love konseri ile dün akşamki arasında ayrım yapamam; her ikisi de aynı derecede etkiliydi. Ama dün akşamki kapalı salondaki ışık tasarımlarımı da işin içine kattığından, sahne tasarımı açısından görsel olarak da görkemliydi. Yılın en güzel konserlerinden biriydi kuşkusuz. Konserde çalınan şarkılar sırasıyla:
·No Harm
·Sugar
·Life Is a Fear
·Blood
·An End Has a Start
·Forgiveness
·All Sparks
·Eat Raw Meat = Blood Drool
·The Racing Rats
·Formaldehyde
·Salvation
·Fingers in the Factories
·Smokers Outside the Hospital Doors
·(Tom Smith acoustic solo)
·Bricks and Mortar
·All the Kings
·A Ton of Love
·Nothing
·Munich
Bis
·Ocean of Night
·Papillon
·Marching Orders
(Fotoğraflar ve 2013 Rock 'n' Coke'daki performans videoları bana aittir.)
Aralık ayı boyunca 2015 müzik değerlendirmelerimi radyoda yapacağımı duyurmuştum daha önce. Dün akşam Açık Radyo'da canlı yayınlanan programda Vegan Logic 2015 Yılın Albümleri listesini açıklamaya başladım. Radyoda bu konuda iki program yapabileceğim. Çünkü bir programı film müziklerine, bir programı remikslere ve bir programı da yılın şarkılarına ayırmayı planladım. O nedenle yılın albümlerine ayrılan iki programa 50 albümlük listedeki 27 albüm sığdı. Dünkü yayında 27'den başlayıp başa doğru sayarak 14'e kadar geldim. Listemdeki ilk 14 albümü de gelecek haftaki yayında açıklayacağım ve ertesi gün de 50 albümlük listeyi blogda yayınlayacağım.
1- Helena Hauff - Dreams in Colour (Discreet Desires - No. 27) 2- Philip Jeck - Saint Pancras (Cardinal - No. 26) 3- The Black Dog - Them (Everyone Is A Liar But) (Neither / Neither - No. 25) 4- Alva Noto - Xerrox 2ndevol (Xerrox Vol. 3 - No. 24) 5- Julia Kent - Terrain (Asperities - No. 23) 6- Autobahn - Dissemble (Dissemble - No. 22) 7- Lubomyr Melnyk - Ripples in a Water Scene (Rivers and Streams - No. 21) 8- Danielle De Picciotto - Luminous (Tacoma - No. 20) 9- Buffy Sainte-Marie - Generation (Power in the Blood - No. 19) 10- You The Living - Wax (XXXI - No. 18) 11- Disappears - Halycon Days (Irreal - No. 17) 12- Sleaford Mods - Rupert Trousers (Key Markets - No. 16) 13- Penetration - Sea Song (Resolution - No. 15)
Berlin merkezli Denovali Records, günümüzün en ufuk açıcı bağımsız plak şirketlerinden birisi. 2015'in ilk ayında özel bir radyo programı yapıp kataloğunu incelemeye aldığım bu etiket, günümüz müziğine çok değerli katkılarda bulunuyor. Daha önce Denovali sanatçılarından bir kısmını İstanbul'da ağırladık ama artık özel bir "label night" gecesini hak etmişti. Beklediğimiz bu etkinlik, 5 Aralık akşamı Salon'daki Limits Off konserleri kapsamında düzenlenen Denovali Label Night ile gerçekleşecek. Böylece aynı sahnede, geçtiğimiz nisan ayında Douglas Dare ile birlikte olağanüstü bir konser veren Greg Haines'in yanı sıra, ilk albümü "Bastards" ile iyi bir çıkış yapan Ah! Kosmos ve Alman besteci ve klasik piyano virtüözü Orson Hentschel'i dinleme olanağı bulacağız.
İngiliz elektro-akustik sanatçısı Greg Haines ile geçen defa röportaj yapma fırsatı bulamamıştım ama bu kez erken davranıp konserden önce bazı merak ettiklerimi sorabildim. Nisan ayındaki konser hakkındaki yazımda belirttiğim gibi; onu sahnede müzik yaparken görmek, albümlerini dinlemekten farklı bir deneyim. Klavye, synth, efektler, loop'a aldığı
melodiler, melodika ve piyano ile sanki laboratuvardaki çılgın profesörü
andıran bir edayla enstrümanlar arasında hızla mekik dokuyor. "Yarattığı elektro-akustik sesleri bütünleştirip birbirinin içinden geçirirken, seslerle roman yazdı adeta," demişim önceki yazımda... Yeni romanı çok merak ediyorum!
1980'lerde İngiltere'nin güneyinde ufak bir kentte doğup büyümüşsünüz. Yetiştiğiniz ortam nasıl bir yerdi? Müzikle olan ilişkinizi ne yönde etkiledi? Aşırı sıkıcı bir yerdi. Bu nedenle sürekli evde kalıp zamanımı müzik yapmakla geçirdim sanırım. Eğer çok canlı bir yer olsaydı, dikkatim daha çok dağılabilirdi. Kendimi bildim bileli hep orayı terk etmek istedim. Geri dönmeyi de hiç istemem.
Bildiğim kadarıyla Berlin'de yaşıyorsunuz. Sizin için o kent ne ifade ediyor?
Artık İtalya'nın Umbria bölgesinde kırsal alana taşındım. Seviyorum oraları. Berlin denince herkes gibi benim de aklıma partilemek geliyor. Müziğe olan ilginiz ne zaman gelişmeye başladı? Biraz müzik yolculuğununzdan söz eder misiniz? Daha gençken önce keman, sonra gitar dersleri aldım. Fakat müzik yapmayı ve şarkılar yaratmayı sevsem de, bir enstrümanı ileri derecede çalmayı öğrenmekle ilgilenmiyordum. Sadece yeni bir şeyler ortaya çıkarmak istiyordum. Evde elime basit bir kayıt cihazı geçer geçmez, onunla ses katmanları yaratıp, efektler eklemeye başladım. Bazen iki basit katmanın birbirine geçip üçüncü bir katmanı, daha ilginç bir dokuyu yarattığını görürdüm. İşte o zaman uzun süre yapacağım işin bu olduğuna karar verdim.
Ses dokularına olan merakınız sonucunda kendi enstrümanlarınızı yaptığınızı da okumuştum. Önce çello ortaya çıktı ama sonunda ailemi piyano edinmek konusunda ikna ettim.
Akademik geçmişe ya da ileri derecede teknik bilgiye sahip olmak avantaj mı yoksa engel mi? Brian Eno, müzik eğitiminin yaratıcılık için gereken özgürlüğü engelleyebileceğini söylüyor. Katılır mısınız bu görüşe?
Böyle bir olasılık var! Doğaçlama yapmalarını istediğinizde tamamen paralize olan klasik müzisyenler tanıyorum. Müzisyen olup doğaçlama yapamamayı anlayamıyorum...
Minimalist besteciler ve özellikle Arvo Pärt'ın müziğiniz üzerinde oldukça yoğun bir etkisi söz konusu. Bir besteci olarak sizden önceki kuşaktan müzisyenleri tam olarak nereye koyuyorsunuz? Onları eleştirdiğiniz oluyor mu, birer idol gibi görüp övmekle mi yetiniyorsunuz yoksa onların yaptığını tekrarlama da söz konusu oluyor mu? Umarım onların yaptıklarını çok benzer bir şekilde tekrarlamıyorumdur! Gerçekten şahane müziklerde hata bulmakta zorlanıyorum. Kendi içindeki hataları belirsizleştirmek için yeterince çaba harcayan müziklerle benim aramda sanki geçilmez bir duvar var gibi... Benim müziğim bunun tersi. Sadece eleştirebiliyorum.
"Where We Were" adlı albümünüzün basın tanıtım duyurusunda, "Bir insanın diğer müzisyenlerle geniş çaplı seansların yarattığı gerilimi yaşamadan ve skor hazırlamak için gereken meşakkatli çalışmalara ihtiyaç duymadan, tek başına bir odada oturup ortaya çıkardığı tümüyle kişisel bir albümdür," deniyor. Kendinizi tek kişilik orkestra diye tanımlıyor musunuz? Bu ifade hayalimde tuhaf bir imaj yaratıyor ama sanırım doğru! Bu durumda tek kişilik bir kayıt seansı nasıl geçiyor? Stüdyoda ne olduğunu nasıl hayal edebiliriz?
Yavaş ve sancılı. Işıklar kapalı. Sonsuz bir ses işleme süreci. Brian Eno'nun "Oblique Strategies" kartlarından birisinde yazdığı gibi: "Yavaş hazırlık, hızlı icra". Stüdyoda işler çok yavaş ilerleyebilir ve büyük kararlar bir anda alınabilir. "Where We Were"de yaylılar yok olurken, synthesizer ve perküsyona odaklı bir sound tercih ettiniz. Evet, hayatımda o anda olduğum yerde ve zamanda farklı bir şey yapmanın sırası gelmişti. Ayrıca bu değişikliğin o sırada dinlediğim müziklerle de ilgisi vardı.
Ne dinliyorsunuz son zamanlarda? Müzisyen olarak gelişiminizde önemli rol oynayan albümler var mı?
Yeni albümleri günü gününe takip edemiyorum ama çok sayıda eski plak alıyorum. Her tür müziği dinlerim. Mark Ernestus'un ne yaptığını daima izlerim. Gelişmemde rol oynayan albümler... O kadar çok ki saymak zor. Ama ilk aklıma gelen Talk Talk'tan "Spirit of Eden". Benim için çok önemli bir albümdü.
2008'den beri dans performansları için de müzik
yapıyorsunuz; Meg Stuart, Ina Christel Johanessen ve The MD Collective
gibi isimlerle çalıştınız. Performans sanatları için müzik yapmanın size
nasıl katkıları oluyor? Müziğin
dikkatlerin odak noktası olmadığı bir alanda çalışmak hoş bir duygu.
Zaten sahnede olan bir şeyi geliştirme amacını taşıyor. Bu nedenle de
başka türlü çalışmaya yöneltiyor. Şanslıyım ki çalıştığım insanların
çoğu beni özgür bırakıyor; ben de bunun keyifli bir süreç olması için
uğraşıyorum. Ama hiçbir şey kendi solo çalışmalarım kadar tatmin edici
değil.
Bale için de müzik yapıyorsunuz. Bu alanda ilk çalışmanız, David Dawson'ın İngiltere'de Royal Ballet tarafından sahnelenen "The Human Seasons" adlı eseri için yaptığınız müzikle oldu. Bu çalışmayla ilgili deneyimleriniz nasıldı?
İyi ve anlamlı bir şeyler yaratma amacını güden insanlarla çalışmak her zaman yararlı bir deneyim. Şu ana kadar David ile birkaç iş yaptık ve gelecekte de buna devam edeceğiz. Bu sürekli gelişen ilişkiye değer veriyorum. Birisini iyi tanıyabilir, bir sanatçı olarak nasıl çalıştığını görebilir ve sonunda bundan bazı şeyler öğrenebilirsiniz. Peter Broderick'le gerçekleştirdiğiniz "Greg Gives Peter Space" adlı proje nasıl ortaya çıktı? Peter'ı uzun zamandır tanıyorum. En iyi arkadaşlarımdan birisi. Tanıştığımızdan beri birlikte bir şeyler yapmayı istiyorduk ama bir şekilde bunun gerçekleşmesi uzun zaman aldı. Ortaya çıkansa, bunu ilk konuştuğumuzda öngörebileceğimiz bir şey değildi.
Bu dünyada müziğin dışında size esin veren başka ne var?
Dünyayı gezmek, yeni şeyler deneyimlemek, iyi yemekler yemek, bir şeyler tüttürmek...
Geleceğe yönelik planlarınızı, çalışmalarınızı da merak ediyorum. Birçok plan var! Gelecek yıl çok sayıda ilginç proje ve muhtemelen yeni bir albümle yoğun bir yıl olacak.
1- KRTS - Convict the Butchers 2- David Bowie - Blackstar 3- Christopher Bissonnette - Epoch 4- Saffronkeira - Paradigmatic (with Subheim) 5- Autistici - Feeling Before Thinking 6- Blanck Mass - Dead Format (Dalhous Remix) 7- November Növelet - Fire 8- EL VY - Careless 9- Bremen - On Board 10- Savages - T.I.W.Y.G.
(Bu röportaj, ilk olarak Cumhuriyet gazetesinde 18.11.2015 tarihinde yayınlandı.)
60’ların rock ikonu, 20. solo albümü “Give My Love to London”ı geçen yıl yayınlayarak müzikte 50. yılını kutlayan, 68 yaşında bir şarkıcı, şarkı yazarı ve oyuncu. Annesi, mazoşizmin klasiklerinden sayılan “Venus in Furs” adlı romanın yazarı Leopold Baron von Sacher-Masoch’un soyundan Viyanalı bir barones; babası İkinci Dünya Savaşı’nda MI6 için casusluk yapan bir İngiliz istihbarat görevlisi; annesi tarafından dedesi kadınlara orgazmı yaşatmak için Frijitlik Makinesi denilen seks aletini geliştiren bir seksolog...
Bu giriş paragrafını söyleyip kimden söz ettiğimi sorsam doğru yanıtı kaç kişi verirdi bilmiyorum ama “Mick Jagger’ın eski sevgilisi” denince hemen akla gelen bir isim Marianne Faithfull. Bir partide The Rolling Stones’un menajeri Andrew Oldham tarafından keşfedilince, ilk çıkışını Mick Jagger / Keith Richards ikilisinin kendisi için yazdığı “As Tears Go By”ı 16 yaşında single olarak yayınlayınca yaptı. Bob Dylan şarkısı “Blowin’ In The Wind”i ikinci single olarak kaydettiğinde, artık ünü İngiltere sınırlarını aşmıştı. The Rolling Stones’un “Wild Horses” ve “Sister Morphine” adlı şarkılarına da esin kaynağı oldu. 1979 tarihli başyapıtı “Broken English”, rock tarihinin en iyi albümleri arasına girdi.
Kanseri, Hepatit C’yi, anoreksiya hastalığını, uyuşturucu ve alkol bağımlılığını yenip yoluna devam eden Faithfull, sahnedeki duruşu gibi gerçek hayatta da güçlü bir karakter. Kanseri, Hepatit C’yi, anoreksiya hastalığını, uyuşturucu ve alkol bağımlılığını yenip yoluna devam ettiği kariyeri oldukça renkli. Daha 13 yaşında okulda Shakespeare oyunlarında rol alan, o günden bugüne, zaman zaman kesintilerle de olsa, hayatı sahnede geçen bu efsane şanatçıyı 20 Kasım akşamı İstanbul Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda bir kez daha canlı dinleyeceğiz. 2008’de geldiğinde basın toplantısına katılıp kendisine bazı sorular yöneltmiştim ama merak ettiğim başka şeyler de vardı. Bu kez konserden önce kendisine ulaşıp onları da sorma fırsatı buldum.
Son yıllarda üst üste ciddi rahatsızlıklar geçirdiniz. Önce kalçanız kırıldı, sonra başka sorunlar oldu. Şimdi nasılsınız?
Çok hastalık geçirdim. Yunanistan’da kalçam kırılınca ardından bir de kemik enfeksiyonu oldu. Fransız doktorlar tedavi etti ama hâlâ bazı sıkıntılar var. Umarım gelecekte tamamen geçer. Kemik enfeksiyonu yüzünden çok güçlü bir antibiyotik tedavisi uygulandı, hastanede üç ay geçirdim. Çok ciddi bir durumdu. Bütün bu yaşadıklarım beni çok etkiledi.
Hakkınızda yazılan çoğu makalede şu tanımlar ortak: ilham perisi, madde bağımlılığı, Mick Jagger’ın eski sevgilisi... Fakat siz bir keresinde kendinizi 60’ların simgesel kurbanlarından birisi olarak tanımladınız. Gerçek Marianne insanların zihninde yer eden Marianne’den çok farklı mı?
Gerçek Marianne zorlu, güçlü ve epey cadı. Beyaz cadı tabii.
"ANNEME KARŞI ACIMASIZDIM"
Otobiyografinizde “As Tears Go By popüler olduğunda, okulu son dönemde terk ettim ve bir gecede annemin hayatından çıktım. Ama o anda her şey ters gitmeye başladı. Bir kâbusun içine düşmüştüm,” diye yazdınız. 16 yaşındaydınız. Şimdi geriye baktığınızda neyi değiştirirdiniz?
Hiçbir şeyi değiştiremeyeceğim için pek anlamı yok aslında. Ama sanırım anneme karşı gereksiz yere acımasız davrandım. Evden ayrılışımın o kadar zalimce olmamasını isterdim. Bunu hak etmemişti.
Birçok sanatçı için öğrenme süreci çoğunlukla diğer sanatçılara benzemeye çalışmakla başlıyor. O genç yaşta bu sizin için bu nasıl gerçekleşti?
Evet, ben 60’larda çok gençken öğrenme sürecini yaşadım. Tabii bunun farkında değildim ama yaptığım da esas olarak oydu. The Rolling Stones’un çevresinde olduğum dönemde çalışmalarını izleme şansına sahiptim. Onları bir şahin gibi izledim. The Beatles’ın kayıt seanslarını da izlemeyi severdim; elbette izledikçe bilgilendim. Çok şey öğrendim ama hiçbir şey demedim.
Kariyeriniz boyunca daima farklı sanatçılarla işbirlikleri yaptınız. Son albümde de Nick Cave, Anna Calvi, Roger Waters, Leonard Cohen, Brian Eno, Adrian Utley, Ed Harcourt, Warren Ellis, Jim Sclavunos, Tom McRae and Steve Earle gibi olağanüstü yeteneklerle çalıştınız. Bu nasıl bir katkı sağlıyor size?
Özgürleştirici bir etkisi var. Bu işbirliklerinin bana müthiş katkıları oldu. Çalıştığım insanlar konusunda gerçekten inanılmaz derecede şanslıyım. Birlikte çok gurur duyduğum bir albüm yaptık ve bundan müthiş keyif aldım. Anna, Steve Earle ve tabii Nick gibi bazılarıyla yeniden çalışmayı umuyorum.
"İNGİLİZ GAZETECİLER BERBAT"
Albümün adı biraz alaycı sanırım. Sizi Londra’dan soğutan ne?
Londra’dan nefret etmiyorum. O şarkıyı İngiltere’de albüm tanıtım çalışmalarından sonra yazdım. Herkes biliyor ki tümü olmasa da İngiliz gazeteciler berbat. O kadar kaba ve kötülerdi ki “Give My Love to London”u öfke içinde yazdım. Londra’da oğlum, torunum, yakın arkadaşlarım ve İngiliz dinleyicilerim var ama ben orada yaşamak istemiyorum.
“Mother Wolf” adlı şarkıda zevk için öldüren insanlara karşı öfkenizi yansıtıyorsunuz. Radikal dincilerin nefretini her yere saçtığı, kimi sapıkların eğlence diye hayvan katlettiği bir dünyada yaşıyoruz. Bence bu şarkı 21. yüzyılda bu gezegende yaşamanın yarattığı hissi mükemmel anlatıyor. Yazdığınız en öfkeli şarkı olsa gerek.
Bu konular hakkında nadiren konuşurum ve şu anda da bir şey demeyeceğim. Şarkılarda yer veriyorum bu tür görüşlere. Bu yeterli olmalı. Politika ya da dinle herhangi bir şekilde hiç ilgim olmadı. Politik bir insan da değilim, dindar da. Ama “Broken English” ve “Mother Wolf”u yazdım. Onlar gerekeni söyler diye düşünüyorum.
"UFACIK ÇÜKLÜ KÜÇÜK ADAMLAR"
Yaşamınız boyunca kadın olarak kendinizi gerçek anlamda özgür hissettiniz mi?
Annem feministti. Feminist bir aileden geliyorum. Kadının özgür olması benim için doğal bir şey. Ama hayatımdaki erkekleri seçerken hatalar yaptım. Yine de biliyorum ki her zaman terk edebilirim.
2008’de Babylon’da konser verdiğinizde bir ara sahnede cebinizden çıkarıp ruj sürmüştünüz. Güzel bir andı. İnsanların hakkınızda ne düşündüğünü umursayı gerçekten bıraktınız mı?
Evet, yine de insanları memnun etmek hoşuma gidiyor.
Bir şarkınızda “Marianne erkek doğsaydı gösterirdi size her şeyi / Hayatınızı boşa harcayacağınız o yolu” diyen bir sanatçı olarak müzik endüstrisindeki cinsiyetçilik hakkındaki görüşlerinizi de merak ediyorum.
Evet, müzik endüstrisi şovenist. S...tir hepsini. O ufacık çüklü küçük adamları gülünç buluyorum.
Vegan Logic'i bu hafta 80'lerin yeraltı müzik sahnesinden Ju Ju'nun 1989 tarihli "Windtorn" adlı plağına ve grubun iki üyesinden birisi olan Javier Esparza'nın Opsin adıyla sürdürdüğü yeni projesine ayırdım. Hiç satışa çıkmayan ve 26 yıl önce kaydedilen "Windorn"a ulaşma hikâyemi de dinleyicilerle paylaşıp, albümün tümünü çaldım. Programın son parçası ise, Opsin'in gelecek yıl yayınlayacağı ve henüz hiçbir yerde çalınmamış 14 dakikalık yeni kaydı "Brink" oldu. Müzik ile internetin zaman ve mekan sınırlarını aşarak insanları buluşturmasına verilebilecek en güzel örneklerden biriydi bu. "Nereden nereye?" denir ya, işte öyle bir şarkıyla başlayıp süren şaşırtıcı bir olay...
1- Ju Ju - Malicious Iris 2- Ju Ju - Silent in the Shadow of the Sun 3- Ju Ju - Alkanet 4- Ju Ju - Asphodel 5- Ju Ju - Beloved Moonbeams 6- Ju Ju - Goddess 7- Opsin - Hours of Idleness 8- Opsin- Brink
İlk teklisi “She Got Caught” ile Türkiye bağımsız müzik sahnesine yeni bir soluk getirdi In Hoodies. Şarkı sözlerinden ve sesinden yansıyan içtenliği hissettiğim için ayrıntıları öğrenmek, kapüşonun ardındaki müzisyeni daha yakından tanımak istedim. Sonuçta Murat Kılıkçıer’in samimi cevaplarıyla biçimlenen, okuması çok keyifli bir röportaj çıktı ortaya. Gelecek aylarda Müzik Hayvanı etiketiyle ilk albümü yayınlanmadan önce In Hoodies’e kulak verirseniz, ince ve sofistike bir ruhla tanışacaksınız.
Öncelikle yayınladığın ilk tekli için kutluyorum. Seninle bir e-posta aracılığıyla tanıştım. Bursa’da yaşadığını biliyorum. Henüz çok gençsin ama yine de her şeyin bir öncesi var. Bu zamana kadar neler yaptın. Okul hayatın nasıldı, müziğe nasıl yöneldin?
Çok teşekkür ederim. Okul hayatım oldukça sıradandı aslında. Bayağı yalnızdım. O yıllarla ilgili pek çok şeyi kaçırmış gibi hissediyorum hatırladıkça. Birkaç kez okul değiştirdim. Her seferinde zor adapte oluyordum. Kısa bir süre tiyatroyla ilgilendim ama çok travmatik sonlandı benim için. Bursa’da, Anadolu Lisesi’ndeydim lise yıllarında ama maalesef birkaç istisna dışında yoğun yaşadığım arkadaşlıklarım olmadı pek. Hiç çocukluk arkadaşım yok neredeyse. Her geçen gün daha da böyle hissediyorum aslında. Hatta geçen gün lisede benden bir ön sırada oturan bir sınıf arkadaşıma ulaştım, şarkıları paylaşmak istemiştim. Sürekli konuştuğum hatta üniversitede de birkaç kez görüştüğüm biriydi ama ne anlatsam hatırlayamadı beni, fotoğrafımı gördüğünde bile. Hep kiloluydum o zamanlar, ortaokulda dişlerimde tel vardı, bir de kalın çerçeveli gözlükler… Okul takımı golcüsü, kızların gözdesi ya da herhangi bir fiziksel sebeple popüler olamayacağım belli yani. Kolaylıkla unutulabilecek, pek özelliği olmayan, sıradan bir öğrenciydim işte. Yine o zamanlardan bir başka sınıf arkadaşım ‘‘lisede çok mutsuz, hep sıkıntılı olduğumu’’ hatırlattı bana. Sonuç olarak o hayalet gibi hissetme duygusu sebepsiz ya da kendi uydurduğum bir şey değil sanıyorum. Hayalet gibi, görünmüyorsun ama bir yandan duvarlara da çarpıyorsun. Bu da başka şeylere yöneltiyor insanı. Odamda geç saatlere kadar tek başıma discman ile müzik dinleyerek, kitap okuyarak geçti lise. Bir de herkesin içine çekildiği sınav hazırlıklarıyla tabii. Her neyse, sonra ilgisiz bir bölümde üniversite okudum Konya’da. Buralardaki çoğu kişi gibi aslında, yanlış yerleştirme, yerleşme, geç farkına varma, yanlış yönlendirme sonuçları. İki sene civarı hiç gitmedim okula neredeyse, hep evdeydim, yine kitap okudum müzik dinledim, bir de aşık oldum.
Üniversitede ilk gitarı alana kadar dediğim gibi hissettim hep, geç kalmış, dışında veya dışarıda kalmış gibi. Hani herkesin lise arkadaş grupları olur ya, birileri hep gitar çalar, çocukken başlamıştır çalmaya bilmem kaç yaşında. Onlara bakıp ‘‘başlamak için çok geç artık’’ demek işte. Dolayısıyla sürekli müzik dinlesem de, şarkı söyleme, enstrüman çalma anlamında müziğe yönelme üniversitede oldu. Dediğim gibi, hep istiyordum, özeniyordum ama geç kalmış hissediyordum. Sonra bir gün TV’de Richard Ashcroft’un ‘‘Song For The Lovers’’ solo performansını izledim. Üniversite birinci sınıf yazıydı. Çok etkilendim ve daha fazla dayanamayıp gitar için para istedim annemden. Öyle başladı; diğer şeylerden sıkılarak ve dinlediğim, izlediğim sanatçılara hayran olarak... Gitarı aldığım gibi de müzik yapan tanıdığım herkese grup kuralım demeye başladım zaten, çalmayı bilmesem de. Sonunda birimiz hariç nerdeyse kimsenin enstrüman çalmayı bilmediği bir grup kurduk. Hızla bir şeyler öğrendim ben de. İkinci sınıf sonunda üniversite yönetimiyle konuştum ve okul çatısında bir konser verdik. Bunları böyle anlatmamım sebebi, bir seviyede hâlâ kendime acımam ya da acındırma ihtiyacı hissetmem değil. Tek sebebi, belki bu röportajı kendini umutsuz ve geç kalmış hisseden biri okursa, onun için biraz umut olur belki diye düşünmem. Daha sonra basit akorları birkaç kişiye sorarak, sevdiğim müzisyenlerin performans videolarını izleyerek öğrenmeye çalıştım. Hâlâ temelde aynı sevideyim zaten. Arada müzik teknolojileri/ kayıt üzerine bir programa katıldım ama orada da teknik konulara hiç yatkın olmadığımı anladım. Üniversite bittiğinde babamla çalışmaya başladım, ilk kendim şarkı yapmaya başladığım zamanlar da o günler. Genelde gece evde tek başımayken ya da hafta sonları her zaman bulduğumda şarkı yapıyordum sürekli.
Sözcüklere verdiğin önemi ilk olarak senden aldığım e-postada fark etmiştim. O Türkçe yazılmıştı ama şarkı sözlerin İngilizce. Bu noktada sormak istediğim iki soru var. Birisi, şarkı sözü yazmaya olan ilgin ne zaman başladı? Diğeri de, İngilizce yazmayı tercih etmenin belli bir nedeni var mı?
Şarkı sözü konusu müzikten önce başladı aslında. Kendimi bildim bileli bir şeyler yazıyordum. Küçüklüğümden beri not alırım hep; kelimeler, cümleler, bazen bir paragraflık minik hikâyeler. Basit çizimler yapıyordum bir yandan. İngilizce şarkı sözü yazmak kesinlikle bir tavır, amaçlı bir tercih değil benim için. Şarkı söz konusu olduğunda ilk melodi mırıldanmaya başladığım andan bugüne kadar hep İngilizce geldi içimden. Birkaç kere Türkçe yazmaya çalıştım ama çok zorlama oldu, güzel de gelmedi kulağıma. Küçüklüğümden beri İngiliz müziği veya temelde İngilizce sözlü müzik dinlemek kaynaklı herhalde ya da melodilerle birlikte gelen seslerin bilinç düzeyine pek uğramaksızın öyle birleşmesiyle ilgili. Daha rahat hissediyorum İngilizce şarkı söylerken kısacası. Keşke Türkçe dahil pek çok dilde şarkı yapabilsem.
“it’s my eyes your tears / it’s your eyes my tears” şeklinde bir dize var “Healing” adlı şarkıda. İki kişi arasındaki bütünlüğe dair basit gibi görünen ama çarpıcı bir anlatım. Aşka dair yoğun duygular var şarkı sözlerinde. Genel olarak nasıl yazıyorsun şarkı sözlerini? Zamana yayarak üzerinde epey vakit harcadığın bir çalışmanın ürünü mü, yoksa şarkı özelinde bir anda aklında beliren sözler mi?
Sanırım ikisi de var. Bazen şarkının büyük bölümü mırıldanırken çıkmış oluyor, ben fark etmiyorum bile söylediğim şeyleri, sadece seslere odaklanmaya çalışıyorum. Eskiden kayıt cihazına kaydediyordum, bir süredir telefona kaydediyorum. Geri dönüp dinlediğimde seslerin, mırıldanmaların arasında kelimeler ve istem dışı oluşmuş anlamlar, çoğu zaman tesadüfi gelebilecek, metafora dönüşen şanslı kazalar oluyor. Bunun tuhaf ya da mistik bir şey gibi algılanmasını istemem ama bana göre şarkı yapmakla ilgili büyülü bir şey var. Eğer benim gibi nota bilmeyen, müzik, armoni bilgisi, müziğe matematiksel yaklaşma şansı olmadan şarkı yapıyorsanız; ortaya çıkan şey, doğanızla, çevreyle, yaşadıklarınız ve gözlemlediklerinizle bağlantılandığınız tam açıklayamadığım bir dışavurum oluyor sanıyorum. Her seferinde sıfırdan başladığım bir süreç bu, çünkü uyumlu /uyumsuz sesleri aradığımı yani bir sonraki adımı bilmiyorum. Bu limitleri yaratıcılığı ateşleyen bir şeye çevirebilmek önemli. Bazen tamamen belirsiz ya da anlamsız gelen bir şey söylemiş oluyorum ve günlerce bir şey düşünüyorum o anlatım için. Sürekli şarkı yaptığım için yarım bırakıp yeni bir şeye başlıyorum genelde. Bazen geri dönüp aylar sonra buluyorum o eksik sözleri. Nadiren de olsa hiç melodi olmadan yazdığım sonradan müzik eklediğim şarkılar da var. O sözler, genelde uzun bir süre bir yerde bekliyor; sonra doğru anla rezone olduklarında bir şarkı ortaya çıkabiliyor. Yani belirli bir formül yok; kimi zaman bir anda, kimi zaman çok uzun düşünülerek ortaya çıkıyor sözler.
‘Healing’deki o söz anlıktı, aslında birkaç değişiklik dışında tüm şarkı anlıktı. Sürekli hip/hop, rap dinlediğim bir dönemdi. Öylesine yaptığım tek notanın tekrar ettiği bir loop üzerine biraz rap dörtlüklerini andıran freestyle rhyme’lar söylüyordum, sanırım 20 dakika civarı bir kayıttı. Ama neden ve şekilde ortaya çıkıyor tam anlatamıyorum, muhtemelen hep içimde dönen düşünceleri, melodi ve ritimle özgür kalabildiği anda ifade edebiliyorum. Dediğiniz gibi hem iki kişi arasında, hem de bazen toplumla kişi arasında hissettiğim bir şey; ‘‘senin gözlerin ama benim gözyaşlarım; benim gözlerim senin gözyaşların.”
KAÇIRILMIŞ ÇOCUKLUĞUN İZİNDE...
Gerek ilk teklideki “She Got Caught” ve “My Con”, gerekse benim dinleme olanağı bulduğum henüz yayınlanmayan diğer şarkılarında geçmişe özlem hissi seziliyor. Belki senden çok daha yaşlı birisinden beklenebilir duygular bunlar ama genç bir insandan duymak biraz şaşırtıcı oluyor. “Healing” adlı şarkında “I want to fo back to school, back to my room” diyorsun. Seni o döneme çeken şey ne? Bugünün yarattığı hayal kırıklığı mı yoksa geçmişin cazibesi mi?
Çok haklısınız; bugünün hayal kırıklığı. Belki biraz her yeni günle, ayrı ayrı yüzleşmeye çalışmak ama başaramamak ve sonunda belki de orada olmayan, hatırladığın gibi olmayan belki bir geçmişi özlemek. Biraz da o yılları istediğim gibi, kendim gibi yaşayamamış olmamın özlemi sanıyorum. Anlayacağınız gibi benim kendimi bulmam… aslında kendimi bulmaktan çok, kendimi, istediğimi doğrudan ifade etmem ve yaşamam çok zaman aldı, çok geç oldu. Bunun da etkisi vardır sanıyorum, kaçırılmış çocukluk ve ilk gençlik duygusu. Zaten pek çoğumuz için artık büyümüş olmamız gereken bu yaşlar, çocuklukta kırılan ilkokul/ortaokul/lise kemiklerimizi iyileştirmeye çalışmakla geçmiyor mu? Belki de hep yazılıp çizilen kronik depresif bireyin bugünü yaşamayı başaramayıp, kaybettiği günlere özlemidir, bilmiyorum.
Şarkının sözlerinde geçen o döndüğün oda nasıl bir yer?
Birkaç oda var aslında ama ortak noktaları duvarlarda posterler, yazılar, fotoğraflar.
En sevdiğim odayı iki yıl önce kaybettim aslında. Tüm duvarlar ve tavan hayran olduğum müzisyen ve yazar fotoğraflarıyla, dergi kapaklarıyla, liriklerle doluydu. Kitaplar, bir bilgisayar ve enstrümanlar vardı. Fiziksel durum önemli değil de, ileride kaybedeceğini bilmediğin şeylerle, o halinle, orada o odada olmak... Büyümek, “artık büyüdün” denmesi çok ani olmuyor mu, çok sarsıcı değil mi? Hayat ya da daha net olursak sosyal çevre o çizgileri çekiyor, kimileri daha kolay uyum sağlarken, kimileri mecburen yetişkinlik çizgisini fiziken geçmiş olsa da ruhu, hayalleri bazen arkada kalıyor.
Yine “Healing”de “fragile happiness” (kırılgan mutluluk) ifadesi geçiyor. Bende epey çok çağrışımı oldu bunun. Mutluluk hep kırılgan nedense... İnsan bir gün bozulacağından korkuyor bir kere. Senin o ifadeyi kullanırken ima ettiğin şey farklı mıydı bilmiyorum ama ne düşündüğünü merak ettim...
Yine çok doğru hissetmişsiniz; zaman geçtikçe gözlemliyorsunuz insanların her güzel şeyi isteyerek ya da istemeden, iyi ya da kötü niyetle, el ele vererek nasıl yok ettiğini. Bu anlamda en bireysel görülen şeyin bile sorumluluğu toplumsal geliyor bana. Tabii ki her kötü şeyden herkes sorumlu değil ama pek çok kötü, yıkıcı ya da olumsuz değerlendirilen şeyden genelde yansıtıldığı gibi bir kişi de sorumlu değil. O yüzden ‘‘every suicide is a collective murder’’ diyorum. Mutluluk da öyle, elinde tuttuğun bir şeyse kayıp düşebiliyor. New-age reçetelerinde genelde kendi mutluluğunu sağlayamama, koruyamama konusunda birey suçlansa da, bu bana biraz içinde bulunduğumuz toplumda mutsuz eden faktör, davranış ve kişilerin masumlaştırılması gibi geliyor.
Mutluluk sarıldığın bir şeyse, mesela daha önce hiç tanımadığın etkenlerin birleşiminin sonucunda canavar gibi bir adam bir anda tamamen başka bir yere, bambaşka bir amaçla koşarken seni görmüyor bile, çarpıp vazo gibi kırılmanıza sebep olabiliyor. Ya da çocuk en sevdiği dondurmasıyla buluşuyor, en mutlu anı o dondurma elindeyken ama bir kabadayı vurup düşürüyor onu. Zor olan bu kısa süreli ve kırılgan yapının farkındalığı ve gelebilecek yıkıcı dışsal tehdidi hissederek yaşamak. Bunları görmek, yaşamak kısacası, insanlar kalbimi kırıyor. Uzun zamandır her güne ‘‘primum non nocere’’ diyerek başlasam da, benim de öyle olduğumu, pek çok kişiye ve şeye zarar verdiğimi anlamak da aynı şekilde mahvediyor beni. Sanırım yalnızlık gibi, suçluluk duygusu da içime işlemiş.
Ben özel ilgim nedeniyle şarkı sözlerini fazla analiz ediyor olabilirim. Eğer bu konuda fazla ayrıntıya girmek istemezsen anlarım. Ama merak ettiklerim var... “She Got Caught”ta yağmurun ya da umutların içinde sıkışıp kalmaktan söz ediyorsun. Bu ifade bana ilginç geldi. Bu şarkıyı yaratan hisler ya da atmosfer hakkında okuyucularla/dinleyicilerle paylaşmak istediğin bir şey var mı?
Benim o duyguları, sözleri yorumlamam sadece bir kişinin görüşü olur sadece, nasıl anlaşılması gerektiği hakkında bir kılavuz olması imkansız; çünkü üretilen şeyin kaynağına ne kadar yakın olsanız da bu tür dışavurumlarda bilincin çok dışında etkenler var. Doğrudan bir amaçla üretilen şeylerde durum farklıdır belki, benim için öyle değil.
Dolayısıyla şarkıyı yaratan hisler neydi tam olarak bilmiyorum, ama sağlık sorunlarıyla uğraştığım bir dönemdi, parkta tek başımaydım, sürekli ölümden korkuyordum.
Hâlâ o ilk kayıt bende olduğu için biliyorum, ilk sözler bir anda çıkmıştı ama sonlara doğru gelen sözler ilk kayıtta yok. Onları uzun süre o duyguları düşünerek ortaya çıkarabildim. Ait olmadığın bir yerde olma duygusu, sanki ait olduğumuz bir şey varmış gibi... Sunulan şeylerin asıl ihtiyaç duydukların olmaması, kimsenin bilmediği hayaletlerle savaşmak, kendini mutlu etme ihtimali olan şeylerden uzak durmak, korkmak onlardan, yağmur altında kalmak, ama hâlâ yeni günü sevmeye çalışmak; burada, buna mecbur kalmak ve buna ilişkin sorular. Tüm bu sorular ve özellikle sonunda görebildiğim tek çare, yine cevapsız sorularla böyle: “If you don’t build yourself a place, you’ll be exposed to theirs. Ask god is there a place, I can be myself with no guiltiness’’. Umarım anlatabilmişimdir. Liriklerin tekrarı olsa da…
KAPÜŞON SİMGESİYLE SADE VE YARGISIZ ÇOCUK ZİHNİNE GERİ DÖNÜŞ
Ethem Onur Bilgiç’in “She Got Caught” için yaptığı tasarımlar ve video şarkılara çok yakışmış. Ön kapakta henüz doğmayan bir sabahın ya da kentin üzerine çöken bir gecenin karanlığında gizemli bir yerde ayakta duran iki kapüşonlu insan var; arka kapağa baktığımızda ise iki kişiden birisi gitmiş, kapüşonlu genç yalnız kalmış. Sadi Güran’ın imzasını taşıyan posterde de yine kapüşonlu bir insan var. CD ile birlikte dağıtılan ve farklı illüstratörlerin işleri ile fotoğraflardan oluşan kitapçıkta da yine kapüşonlu karakterler var. Eğer In Hoodies’i tanıtmak için yazdığın yazı da bunlarla birlikte gelmeseydi, onlarca soru sorulabilirdi ama kapüşon konusunu mükemmel bir şekilde açıklamışsın o yazında. Şiddetin hüküm sürdüğü, toleransın giderek azaldığı, her günün bir diğerine benzediği modern dünyadan bir tür kaçış yolu olmuş senin için. Bu aşamada sormak istediğim şu: Bu “bugünden kurtulmalıyım ki geçmişin saflığına dönebileyim” demenin bir yolu mu?
Çocuk olma, zihin durumu anlamında geçmişin saflığı olabilir. Öğretilmiş korkuyu, dışlanmayı, suçlanmayı henüz tanımama hali. Hani Salinger’ın Teddy hikayesindeki ‘‘bir çocuğa filin adının bile fil olduğunu, filin büyük olduğunu, bir hortumu olduğunu bile öğretmezdim’’ yaklaşımındaki saflık gibi. Her şeye dokunup, tadıp, gözlemleyip kendin anlamak, anlamlandırmak. İsim dahil hiçbir etiket olmadan. O yüzden ‘‘unlearn’’ kelimesini çok seviyorum. Sanırım yıllardır da bunu yapmaya çalışmakla geçiyor zamanım, ‘‘unschooling’’ denen şey sanırım. Nasıl anlatabilirim bilmiyorum, unutmak da değil tam. Bana kötü, çirkin, günah dedikleri şeyin kötü olduğunu öğrenmekten vazgeçmek, bilmeyi bırakmak, geriye doğru öğrenmek gibi. Öğrendiğim umutsuzluğu atmak üzerimden. Normal/anormal, iyi/kötü, güzel/çirkin gibi tanımların olmadığı temiz, sade ve yargısız çocuk zihin halini yaşamak, baştan ve tamamen kendi deneyimimle yaşayarak ve kendi duygularımla hissederek öğrenmek.
Ethem Onur’un hem kliple yaptıkları hem kapak görseli bence de harika. İnanılmaz bir sanatçı duyarlılığıyla hissetti şarkıyı ve videodaki ‘‘ara dünyayı’’ yarattı. Deniz Tarsus’da aynı yaklaşım ve duyarlıkla emek verdi. Sadi Güran’ın elinden çıkma harika maskeler ve kendisinin görseldeki genel ton, atmosfer ve duygu hakkındaki yönlendirmesi de her şeyi bir araya getirdi. Z-Axis’ten tanıyacağınız Barış’ın varlığı ve emeği, özellikle Nehir Eroğlu’nun yüzündeki anlatımla her şey doğru yere oturdu. Onlara yeterince teşekkür edebilmemin bir yolu yok. İyi ki varlar.
ÖNCEDEN BELİRLENMİŞ GÖRECE FİZİKİ GÜZELLİĞE KARŞI DURUŞ
Enteresan bir şekilde fiziksel açıdan kendini kapatmak, ruhsal anlamda açılmayı engellememiş. Düşününce garip ama hoş bir tezat var. Bunu düşünmüş müydün?
Düşünmemiştim ama aslında özgürleştirici bir tarafı var değil mi? İsmim, fotoğrafım, yüzüm her yerde olmayınca kendimi daha rahat ifade ediyorum sanki. Zaten yeterince yüz ve beden var her yerde, istemesek de burnumuza kadar dayanıyorlar. Mükemmel görülen kadın ve erkekler, ana akım tarafından pompalanırken en güzel yol bu gibi geldi benim için. Mutlaka düşünülüyordur; TV’de görülen, ana akım radyoda çalınan her şarkıcının günümüz anlayışında hep güzel yüzlü ve vücutlu olmasında yanlış hissettiren bir şey yok mu? Harika müzik yapan o algıya göre ‘‘çirkin’’ ya da sıradan insanlar olarak sanatçılar nerede? Neden gitgide daha az görülüyorlar. İlginç bir saç kesimi olmadan ve saçma ama büyük şeyler söylemeden ne kadar popüler olunabilir? Kilolu, yamuk burunlu ama başkalarının arıza gibi gördüğü şeyleriyle harika ve eşsiz sanatçılar, sıradan görülen yani günlük gerçek insan görüntüleriyle afişlere, videolara, gazetelere yakışmıyor mu? Herkes nedenini biliyor, ama kimsenin başka müzik aramaya vakti ve imkanı yok herhalde. Türkiye’de de çok farklı değil aslında durum. 10 tane prototip ve onların türevleri, bir de yurtdışında hip görülen ‘‘tutar bu’’ denen grup ve sanatçıların türevleri dönüp duruyor. Gösterilen ve sunulan hatta kimi zaman dayatılan müzik ve genel anlamda sanat, başka çabalar içinde yorgun düşen çoğumuz için yeterli geliyor sanırım. Önlerine konan bu içeriksiz müziğin tatsızlığını fark edenler, özellikle gençler başka şeyler arayıp buluyorlar ve böylelikle underground ya indie müzik paylaşılmaya devam ediyor.
Her neyse, ben de bildiğiniz gibi sokakta maskeyle yürümüyorum, sahnede de doğrudan öyle bir durum yok. Yayınladığımız şarkılar için promo çekimleri, basın kiti, uzaklara baktığım anlamlı ve derin görünmesi gereken fotoğraflar yok, sadece o kadar. inhoodies.com’da, instagram’da aklımı kaybetmiş gibi sürekli kendi fotoğraflarımı paylaşmaktansa, illustrasyon, çizim, eskiz ya da başka kareleri, beğendiğim başka şarkıları paylaşmak istiyorum. Bu öyle büyük bir tavır, gizlilik ihtiyacı da değil aslında. Bu tür paylaşımların kendi yüzünü her yerde görme isteği, kendine hayranlık, sürekli izlenme ve beğenilme, sürekli bir alkış ve hayatının her anında seyirci ihtiyacı duyma gibi hastalıklı bir şeye dönüşmesini istemiyorum sadece. Kendim için yaptığım bir şey bu. Ayrıca müziğin insanlara bu şekilde iletildiği, önceden belirlenmiş görece fiziki güzelliğin önde olup müziğin sadece o yapay vücutta bir aksesuara dönüştüğü, bize dayatılan kültür bu iken kapşonun içinde olma duygusu daha güzel ve samimi geliyor.
Şarkılarını Londra’da yetenekli prodüktör Chris Potter ile kaydetmen iyi bir başlangıç olmuş. Ayrıca kayıtlar sırasında sana Ali Berk Aslan, Tim Wills, Martyn Campbell, Si Connelly, Mike Sidell ve Ben Trigg eşlik etmiş. Nasıl başladı ve nasıl gelişti bütün bu süreç?
Burada şarkı gönderdiğim kimseden yanıt alamamıştım. (Hâlâ birilenin e-posta kutularının ‘‘gereksiz’’ ya da ‘‘silinmiş’’ klasöründe duruyordur o şarkılar herhalde.) Bir hayli hevesim kırıldı ve uzun süre bir şey yapamadım. Kısaca anlatmak gerekirse, bir süre sonra biraz da GEZİ’den aldığım güçle enerjimi toplayıp Chris Potter ile çalışan menajerlik firmasına bir şarkıyı mail atmamla başladı herşey. Onlar daha fazla şarkı istediler ve gönderdiğim 20 civarı şarkıyı Chris’e ilettiler. Daha sonra Skype üzerinden konuşarak tanıştık, kaydedeceğimiz şarkılara karar verdik. Ben asla böyle bir şeyi karşılayabileceğimi düşünmüyordum, en fazla bir şarkıyı finanse edebiliriz diyordum. Aslında büyük bir prodüksiyon içinde yer almak hiç aklımda yoktu. Neden o maili attım hâlâ tam bilmiyorum ama sonuçta Chris’in ve Londra ekibinin çok büyük desteği oldu. Ben karar verdiğimiz şarkıları Protools’da kaydederek düzenlemeler yaptım, Aliberk’le çalıştık ve beraber bir şekilde gittik.
Çalacak müzisyenler hakkında da önceden birkaç yazışma oldu ve yine Chris’in yönlendirmesiyle bir araya geldi tüm o insanlar. Hiç kimse enstrümanını çalıp giden bir session müzisyeni gibi yaklaşmadı, herkes elinden gelen her şeyi ortaya koydu. Hepsiyle çok yakın olduk, birlikte çok güzel zaman geçirdik. Yola çıkmadan önce pek çok kişi söyledikleriyle kaygı vermişti aslında, tanınmamış biri olduğum için Chris’in diğer büyük gruplara yaklaştığı gibi yaklaşmayacağını filan söylemişlerdi. Kesinlikle öyle olmadı. Buluştuğumuzda ilk söylediği şey, ‘’İkimizin de gurur duyacağı bir şey çıkarmalıyız ortaya,’’ oldu. Diğer yandan elime gitarı almama sebep olan şarkıyı kaydeden prodüktörle beraber olmak başlı başına inanılmazdı. Her ne kadar kayıtlar ciddiyetle geçse de her arada hayranlığımı saklayamayıp hemen yine onun yanında çocuk gibi oluyordum, ‘‘Hadi Chris Mick Jagger sahnedeki gibi mi, Paul McCartney nasıl beste yapıyor, Bittersweet Symphony kaydı nasıl yapıldı ?’’ gibi sorular soruyordum. Harika zamanlardı!
Bursa’da alternatif müzik dünyası nasıl? Orada konserlerin oluyor mu?
Açıkçası Bursa’da alternatif bir müzik dünyası var mı bilmiyorum. Burada ‘‘in hoodies’’ adıyla hiç konserim olmadı. Daha önce birkaç yerle konuştum performans için ama ilgi göstermediler ya da sadece ‘cover’ çalabilirsiniz dediler. Aslında ilettiğim şarkıları da dinlediklerini sanmıyorum, sadece isme bakılıyor gibi hissettim. Daha geçen gün Nilüfer Müzik Festivali diye bir organizasyon oldu, iletişime geçmeye çalıştım ve burada doğmuş büyümüş birisi olarak parçası olmamı isterler diye düşündüm ama uygun görmediler ya da dediğim gibi ‘‘görmediler’’ sadece.
Genel olarak burada müziği düşündüğümüzde, ben pek gitmesem de aslında birkaç sene öncesine kadar pek çok stüdyo vardı, bağımsız ve kendi şarkılarını yapan grupları çıkaran sahneler vardı. Bildiğim kadarıyla hepsi kapandı, yerlerinde dönerciler ya da isteseniz de kaçamayacağınız şarkıcılara yer veren sahneler var. Ancak ben müziğin asla eksildiğine inanmıyorum. Mutlaka pek çok genç evlerinde tek başına ya da arkadaşlarıyla birlikte harika şeyler üretiyorlardır. Buralarda bir alternatif müzik dünyası varsa, gençlerin kalplerindedir. Umarım onlar da daha çok insanla paylaşabilirler yaptıklarını.
Bazı müzisyenler sahneye çıkana kadar kendilerini gergin hissedebiliyor. Mark Lanegan’ın sahneye çıkmadan önceki son adımla çıktıktan sonraki ilk adım arasındaki hissiyatından söz ettiği bir röportajı okumuştum. Çıkana kadar hoşlanmadığı bu düşünce, sahneye varınca sona eriyormuş. Senin sahne hakkındaki hissiyatın ne?
İnsanlarla birebir iletişimde pek rahat değilim. Kendimi en çok yaşıyor hissettiğim, en çok iyileştiğimi duyumsadığım anlar şarkı yaptığım anlar. Sahne de bunun doğrudan iletişimini sağlıyor, tarif edemeyeceğim bir şey. Böyle söyleyince belki değersiz gelecektir ama keşke her yerde herkese çalabilsem, daha çok iyileşsem, daha çok ifade edebilsem kendimi!
Morrissey, “mikrofon benim mezar taşım,” diyor. Ama onun ölüm, mezarlık gibi konulardaki düşüncelerini bilenler, bunun anlamının sadece çıplak gerçeğin son söz olarak dile getirilmesiyle ilgili olduğunu bilir. Senin için mikrofonun anlamı ne? Onun için bir metafor kullansan ne derdin?
Pinard Horn, kalp atışı dinleyen stetoskop, geçmiş yaraları gösteren X-ray cihazı, hareket eden paratoner, maske düşürücü, benlik temizleyici, hayal makinesi, kabus bobini, ruh megafonu, duygu radarı, etrafımdaki/teneffüs ettiğim/içinde yaşadığım havayı en çok etkileyebildiğim, dışarıyla en çok bağlantılanabildiğim aracı, iletken.
Müthiş oldu bu simgeler! Hepsi içteki görülmeyeni dışa aktaran aletler, ruh megafonu deyimini çok beğendim. Peki diyelim ki pek de hoşlanmadığın bir bardasın ve barda istediğini seçip çalabileceğin bir müzik kutusu var. Atmosferi bir anda değiştirip bulunduğun yerden hoşlanmak için ne çalardın? Bu soruyla bir anlamda olmazsa olmazlarını soruyorum tabii.
Genellemek yanlış olacak ama istisnalar dışında pek dışarda eğlenemiyorum ben, barlarda olmuyorum pek. O yüzden bu duygularla seçilmiş şarkılar olurdu. Üç şarkı geldi aklıma şu an.
Warren Zevon – My Shit’s Fucked Up.
George M. Cohan - Life’s a Funny Proposition
David Bowie – Quicksand
Ama o barda değil de tek başıma kapandığım bir evdeki olmazsa olmazlarım sorulursa, ilk sevdiğim gruplara dönerdim. Bir çantaya The Beatles, Kinks, Rolling Stones, Bowie, Tom Waits, Bob Dylan, The Smiths koyardım. Daha çok yer varsa valizde REM, Oasis, Blur, Nirvana, Radiohead, Stone Roses, Strokes, Arcade Fire ve The Verve plakları sıkıştırırdım. Saf mısın, bir MP3 player alsana yanına demeyin ama… Bir tane şarkı hakkım olacaksa, ki tek şarkı varsa bayağı acımasız ve acıklı bir senaryo oluyor; ‘‘How to Disapper Completely’’ diyelim.
İstanbul’da ilk konserini geçtiğimiz günlerde Kemer Country’de gerçekleştirilen XOXO Mag Festivali’nde verdin. Bir açık hava konseri olarak nasıldı?
Çok güzeldi. XOXO The Mag çok destek oldu bana. Matt Loftin’le beraber olduğumuz kısa bir performanstı. My Con hariç yeni şarkılar çaldık.
Gelecek aylarda albümün çıkışıyla birlikte seni İstanbul’da ve diğer illerde canlı dinleme olanağı bulabilecek miyiz? Yurtdışında konser verme ya da genç yeteneklerin keşfedildiği festivallere katılma gibi bir girişimin olacak mı? Çünkü ben, yaptığın müziğin yurtdışında da dikkat çekebileceğini düşünüyorum.
Çok teşekkür ederim, umarım imkân bulabilirim. Herşey yolunda giderse Londra’da birkaç yerde performans şansı olacak sanıyorum ama hepsinden önemlisi öncelikle burada insanlara ulaşabilmek benim için. Dediğim gibi her yerde herkese çalmak istiyorum. Önümüzde belirli olan konserler 25 Ekim Byzantion Festival kapsamında Dorrock XL, kasımda muhtemelen Karga’da Bağımsız Festival ve 19 Aralık İKSV Salon.
Bağımsız bir müzisyen olarak yola çıktın. Şu anda Müzik Hayvanı aracılığıyla dinleyicilere müziğini ulaştırıyorsun. Müzik sektörünün büyük çalkantılar geçirdiği, bağımsız müzisyenlerin hakkını neredeyse hiç alamadığı bu dünyada gelecekle ilgili düşüncelerin nasıl?
Bunları yorumlamak bana düşmeyecektir ama biraz haddimi aşayım öfkeli olduğum bu konuda. Aslında sorun müzik sektörü sorununun da çok ötesinde bir yaşam, bir atmosfer sorunu artık. Her gün insanlar ölüyor, acı, kavga, nefret, dışlama ve her tür negatif enerji dışında kalabilen çok az alan var ve biz bu alanı genişletebilmek, biraz ışık, biraz renk, biraz anlayış alanı yaratabilmek için bir şeyler paylaşmaya çalışıyoruz.
Düşünsenize yıllarca uğraşıyor ve ilk kez bir şarkı yayınlıyorsunuz ve o hafta Suruç katliamı yaşanıyor. Mutlu hissetmek mümkün mü? Ya da başka bir gün yeni müzik paylaşmak istiyorsunuz, şarkıları Soundcloud’a yüklemeye çalışıyorsunuz bambaşka bir sebeple erişim engellenmiş. İngiltere’den şarkılara ilişkin güzel bir review geliyor, paylaşmak istiyorum ‘‘yasaklı değil ancak bant aralığı daraltımış’’ diyorlar, yine ilgisiz siyasi bir bloklama nedeniyle Twitter ve Facebook’ a giremiyorsunuz. Paylaşsanız da eleştiriliyor. Neredeyse toz kadar umut alanı kalmasın istiyorlar sanki. Böyle günlerde müzik paylaşmak sanki ayıpmış gibi algılanıyor. Halbuki bu günlerde yapılan haksızlıkları paylaşır ve onlara karşı çıkarken, diğer yandan da daha çok daha çok müzik, daha çok sanat paylaşılması gerekmiyor mu?
Bağımsız müzisyenler hakkını alamıyor haklısınız. Tabii ki insanı üzüyor ama en büyük karşılık az önce bahsettiğim, o tanışma olmaksızın doğrudan iletişim. Bağımsız müzisyenler de maddi karşılık alamayabilirler, ben de almayayım. Dünyada ve bu ülkedeki haksızlıkların yanında hiçbir şey bu. Zaten bağımsız kalmak isteyerek başlayan bir müzisyen maddi gerekçelerle bırakmaz şarkı yapmayı ve paylaşmayı. ‘‘Müziğim başka bir yere varabilir düşüncesi’’ ve popüler olma amacı ile işe başlayan, görünürde bağımsız, görünürde indie olan sentetik gruplar ve müzisyenler de bir şekilde varıyorlar oraya, istedikleri yerlere. Onlar da o noktalarda mutlu olsunlar. Ben elimden geldiğince müzik yapmaya devam ederim. Böyle bir endüstri içinde ne kadar dayanabilirsem o kadar kalırım. Burada dayanmaktan kastettiğim yaşıyor ve sağlıklı olmak. Öyle oldukça mutlaka insanlarla paylaşmaya çalışırım. Yeter ki gerçek kalsın sanatçılar, samimi kalsınlar.
Finansın müzik sektörüne bu kadar hakim olduğu bir ortam umudumuzu kırmamalı. Evet, plak firmaları aynı zamanda radyo sahipleri, radyolarla dergiler aynı gruplara ait ve hepsinin bir sürü gazetesi var. Konser mekanları ve organizatörler de bu sponsorlarla yaşayabiliyor. Bunların hepsi ortada. Sanatçıyı çıkaran finans grubu, zaten önceden karar verildiği şekilde yükseltebiliyor, doğrudan sahibi olduğu ya da bağlantılı olduğu mecralarda. Sonra aynı mecraların başka kolları yine kendi pompaladıkları bu tuhaf figürlere ödüller veriyor. Ama şu var ki müzik, şarkılar, melodiler bedeni olan varlıklar gibi değil, müzik umut gibi bir şey, bir enerji, kolay kolay yok edilemiyor. Eğer bir şekilde beslenebilirse en zor anda bile ölümden dönebiliyor. ‘‘Rock ‘n’ roll will never die’’ sözüne tüm kalbimle inanıyorum. İnsanlar yok olup gider ama şarkılar (ağıtlar, türküler adı her neyse artık) hep kalır. Kölelere eziyet edilir, öldürülürler ama kölelik şarkıları, o blues hep yaşar. Bir insandan diğerine aktarılır. Arcade Fire’ın o inanılmaz şarkı sözü aklıma geldi ‘‘Guns can’t kill what soldiers can’t see’’ . Müziğin de bugün pek çok zaman olduğu gibi sesi kısılıyor, bazı kanalları kapatılıyor ama hep çalmaya devam ediyor. Hep kendini yeniliyor. İngiliz hükümetinin ‘’Rock ‘n’ Roll’’ yasağı sonrası korsan radyolar gibi. Fahreneit 451 gibi.
Bağımsız /yarı bağımsız dergiler, bağımsız plak şirketleri, bağımsız bloglar, yeni müziği destekleyen bağımsız konser mekanları…hepsi, bugün her zamankinden fazla önem taşıyor. Bu yüzden ümitsiz gelecek öngörüsü yapmak anlamsız; çünkü gelecek, bugünkü yaklaşımımız, düşüncemiz ve duygularımızla şekillenecek.
Müzik önümüzdeki yıllarda nasıl paylaşılacak bilmiyorum, belki streaming hükümdarlığı devam eder, belki de eve servis hamburger kutularında barkodlar olur ve cep telefonlarımızla okutup sanayinin bize yemek yerken uygun gördüğü müziği dinleriz. Hatta aldığımız her ürün bu sanayinin uygun gördüğü müziklerle beraber de gelebilir. Belki vardır ben biliyorumdur belki. Sınıflarımız, kategorilerimiz ve onların da alt kategorileri olur. Endüstri de daha rahat eder, mesela; 13-15 yaş arası - Ortadoğu ülkesinde yaşayan – A.2 tipi eğitimli kız öğrenci için - çalışma sehpası içinde günün popüler seksi boy band’inin son albümü download edilmiş halde gelir. Buna ilişkin kampanyalar olur. Hatta aldığımız her ürün t-shirt, kot , şapka vs. uygun görülen müzikle servis edilebilir, böylelikle yarış içinde geçen modern hayatta insanın müzik arama, seçme zahmetine katlanması gerekmez. Neye inanmamız, neyi ne kadar bilmemiz gerektiğini belirleyen bir düzende hakim olanlar, neden ne dinlememiz gerektiğini belirlemesin ki? Belki de bir 10 yıl daha tıpkı seçme şansımız olduğu illüzyonuyla farklı görünen TV ve radyo kanallarının tek bir ana damardan dünyaya yaydığı plastik müzikle yaşamaya devam ederiz, bilmiyorum.
Ya da tatsızlık ve ruhsuzluk yeter diyeceğimiz noktaya varmıştır ve sokağa çıkıp yeni müzikler, gruplar sanatçılar ararız. Joe Strummer’ın dediği gibi ‘‘Future is Unwritten!’’. Gerçek bağımsız müzisyenler bağımsız kalsınlar yeter benim için. İnsanlara ulaşmaya güvenmeye devam etsinler, küsmesinler, vazgeçmesinler. ‘‘They got the guns but we got the numbers’’ desinler. Her şeyi değiştiren insandır. Bu anlamda en başta bağımsız müzik sahnesindeki müzisyenlerin (hatta tüm bağımsız sanatçıların birbirine destek olması) buradaki grupların da birbirlerine üstten bakmaktan, ana akıma sızmayı amaçlamaktan vazgeçmesi, bir arada ve bağımsız kalması gerekiyor sanırım.
Bunu söyleme ihtiyacı hissediyorum çünkü İstanbul’a gidip geldikçe tanıştığım pek çok müzisyen arasında bu kopukluğu görmek şaşırttı beni. Toplumdaki bölünmeyi ve dışlanmayı eleştirirken sanatçılar arasında da üstü kapalı da olsa böyle bir ayrılığı görmek üzücü. Halbuki bu gruplar bir araya gelebilseler son derece güçlenecekler ve ulaşabildikleri insanlar da artacak. Hayal edelim mesela: Hatta tüm bu gruplar, müzisyenler yan yana gelebilse ve ortak bir turneye çıkılsa. Türkiye’deki tüm bağımsız müzisyenlerin doldurduğu bir ya da iki otobüs. Herkes enstrümanlarını, ekipmanlarını elinde ne varsa paylaşıyor ve her ilde üç saatlik bir performans gerçekleştiriyorlar. Barış için, Suriyeli çocuklar için ya da sadece ‘‘Türkiye’de bağımsız müzik yok mu?’ diyenlere cevap vermek için! Bazı yerlerde kayıtlar alınıp bunları bir albümde toplayarak bağış ile pek çok güzel şeye destek de olunabilir. Hatta ülkemizdeki harika illüstratörler, çizerler, ressamlar, fotoğraf sanatçıları ve bağımsız tasarımcılar da katılsa buraya. Ulaşamadıkları yerlere gelseler bizlerle, sergiler, standlar açsalar. Bağımsız sinemacılar sadece eldeki imkanlarla gösterimler yapsalar oralarda... Gezi’deki birliği gören bir ülkede bunları gerçekleştirmek zor olmamalı. Sponsorsuz (ya da reklam ve isim kaygısı olmadan sadece destek için yanımızda olacak sponsorlarla), biz insanların bir araya gelmesiyle, sadece insanların katkılarıyla burada yapabileceğimiz en büyük canlı indie/alternatif/ elektronik müzik sahnesini tüm sanat dallarından misafirlerle birlikte kursak.
İyiliğin ve güzelliğin paylaşımı hepimizi birbirimize bağlayan en temel dürtülerden biri. Sokakta acı çeken insanı kaldırmak isteriz, hiçbir şey yapamasak doğum sancısı çeken annenin elini tutmak, hasta çocuğun başını sevmek isteriz ve acı çeken birini görünce canımız acır. Ve güzel bir şarkıyı ilk duyduğumuzda, paylaşmak, anlatmak, dinletmek isteriz. İçimizde hâlâ hastalanmamış, bu acımasız karanlıkla enfekte olmamış bir parça, hâlâ iyilik var. Belki fazla naif gelecek ama sadece dayatılan bu anlamsız ayrıştırma, eleştirme, hoşgörüsüzlük, kıskançlık, hoşnutsuzluk, kendini üstün görme kültürünü bıraksak, her şey ait olduğu yere kolaylıkla dönecektir diye umuyorum. Hepimiz bir şeyler yapabiliriz değil mi? Bir çocuğa ruhunu kurtarmak adına gidip en ucuz gitarı almak zor değil mesela. Sonra çocuğun bir grup kurması, ümitsizliğe düştüğünde anne babanın, kardeşin ya da bir öğretmenin çocuğa biraz destekle ‘‘yapabilirsin, hayallerinden vazgeçme’’ demesi ve o çocuğun başlattığı yerel punk grubunun minicik performansına civardakilerin gelip destek olması... Dünyada müzik adına yapılabilecek daha değerli bir şey olamaz herhalde.