30 Ocak 2015 Cuma

"İNSANİ YARDIMLAR DIŞINDA HER TÜR ÖDÜLDEN NEFRET EDİYORUM"


31.1.2015

Barry Burns ile son konuştuğumda Mogwai “Hardcore Will Never Die, But You Will” adlı albümünün yayınlanmasının hemen ardından çıktığı dünya turnesinin ortasındaydı. 2014 grup için oldukça yoğun geçti. Sekizinci stüdyo albümleri “Rave Tapes”i yayınladılar, başarılı bir dünya turnesini tamamladılar ve son olarak üç yeni şarkı ile eski şarkıların remikslerinden oluşan yeni bir kısaçalar (Music Industry 3 - Fitness Industry 1) ile hayranlarını sevindirdiler. Kısa bir süre sonra yine yola çıkıp farklı ülkelerde konserler verecekler. 13 Temmuz'da Volkswagen Arena'da grubu bir kez daha İstanbul'da canlı dinlemeden önce Burns'e sorularımı yöneltme olanağı buldum.

Mogwai geçen yıldan bu yana çok yoğun bir dönem yaşıyor. Grubun bugünlerdeki ruh hali nasıl?


Koşuşturmaca hiç bitmiyor. Yapacak çok işimiz var; 40'lı yaşlarınıza yaklaştıkça böyle derler bilirsiniz. Her geçen gün daha da yoğunlaşıyoruz.

Pek çok ülkeyi kapsayan uzun bir turneye kendinizi nasıl hazırlıyorsunuz? Bu kadar yoğun bir programa sahip olmak heyecan verici mi yoksa korkutucu mu?

Aslında epey korkutucu diyebilirim, çünkü turnedeyken adeta dış dünyadan kopuyorsunuz ve nihayet ara verdiğinizde yeniden normal hayata ayak uydurmanız gerekiyor. Yapabileceğiniz tek  hazırlık duruma razı olup, sağlığınızın hızla bozulacağı ve hayatınızın garip bir hal alacağı gerçeğini kabul etmek.

“Rave Tapes” oldukça kutuplaştırıcı bir albüm. Kimileri çok sevdi kimleri ise hiç sevmedi. Albümün daha fazla synth ağırlıklı soundunu düşündüğünüzde sizce grup için bir dönüm noktası olacak mı?

Bilmiyorum, belki de. Her zaman farklı şeyler denemeye çalışıyoruz; dolayısıyla bu albümü yapmak bize garip gelmiyor. Umarım bir sonraki albüm tamamen farklı olur.

"ÇALIŞMALARIMIZ HAKKINDA KENDİ DÜŞÜNCELERİMİZ DAHA ÖNEMLİ"

Yaptığınız çalışmalar açısından baktığınızda sizin için daha önemli olan şey nedir? Hayranlarınızın görüşleri mi yoksa yaratıcı çalışmanın kendisi ve onun hakkındaki kendi düşünceleriniz mi?

Kendi düşüncelerimiz çok daha önemli. Bir işi yapan insanın o iş hakkındaki görüşleri bence daha doğrudur. Dinleyiciler her zaman çeşitli grupları dinleyip hayal kırıklığına uğrayabilir, ama müzisyenler yaptıkları kötü bir işten ötürü sonsuza dek gerçek bir hüzün yaşar.

“Rave Tapes”de pek alışık olunmayan bir durum var. Vokal içeren şarkı da yer alıyor albümde. Gerçek anlamda enstrümantal olmayan tek parça “Blues Hour” ve vokali Stuart Braithwaite üstleniyor! Bu şarkıda vokale yer verme fikri nasıl gelişti ?

Bir enstrümantal şarkı o haliyle bitmiş gibi hissettirmiyorsa, vokallere, ses kodlayıcılara (vocoder) veya ses örneklerine yer vermeyi deniyoruz. Yani aslında sığınacak son liman gibi bir şey.

Açıkçası, harika melodisine rağmen “The Lord Is Out of Control” isimli şarkıda sevmediğim bir şey var ve bu da vocoder ile işlenen vokal. Naçizane düşünceme göre, bu Daft Punk esintili vokaller Mogwai'nin müziğine pek de uymuyor. Siz ne düşünüyorsunuz?

3. albümümüzden bu yana vocoder kullanıyoruz, bu nedenle ne demeliyim bilemiyorum. Müziğimizin diğer enstrümanlar kadar önemli bir parçası. Ama herkesin bunu beğenmesini beklemiyorum. Örneğin ben de saksofonun sesinden nefret ederim, ama bu sadece benim görüşüm.

Yeni kısaçalarınız “Music Industry 3 - Fitness Industry 1” de vokal içeren bir şarkıyla başlıyor. Mogwai şarkılarında vokaller genellikle yüksek ses seviyesinde kullanılmıyor ama “Teenage Exorcists” isimli yeni şarkınızda, vokal bölümleri şarkıya dinleyicinin eşlik etmesini sağlayacak bir yaklaşımla daha yüksek tonda kullanılmış ve dikkat çekici sözler her zamankinden daha belirgin, daha farklı bir tınısı var. Sizi bu tür bir değişime yönlendiren ne oldu?

Vokallerin arka planda kalmasından sıkılmıştık ve bir değişiklik yapma fikri çok cazip geldi. "Neden biraz daha "sesli" bir pop şarkısı yapmayalım?" dedik. Ama bunu bir daha yapar mıyız, onu bilemiyorum.



"POPÜLARİTEMİZ HİÇBİR ZAMAN ŞU ANKİNDEN FAZLA OLMAYACAK"

Sizce bu durum gruba yeni bir dinleyici kitlesi kazandırır mı?

Muhtemelen hayır. Aslında bu harika olurdu tabi ama popülaritemiz hiçbir zaman şu ankinden fazla olmayacak.

Bazı Mogwai hayranları, yeni kısaçaları şimdiye kadar yayınladıklarınız arasında en kolay dinlenebilir olan diye yorumluyor.  YouTube'da “Teenage Exorcists” için çekilen video klibe yapılan bazı yorumları okudum; hayranlarınız bu yeni sound konusunda yine kutuplaşmış görünüyor. Bazıları bunun Young Team'den bu yana yapılan en iyi çalışma olduğunu söylerken, bazıları da ana akıma uyduğunuz görüşünde. Bu karşıt fikirleri nasıl yorumluyorsunuz?

Yeni bir şeyler denemek zorundasınız ve yenilikler her zaman herkesi mutlu etmez. Herkesi mutlu edebilmeyi başarabilmiş bir grup veya müzisyen olduğunu sanmıyorum.

Altı şarkılık bu EP 'deki yeni şarkılardan biri de “HMP Shaun William Ryder” adını taşıyor. Bunun hikâyesi nedir?

Aslında "Rave Tapes" ile pek örtüşmeyen bir şarkı olsa da onunla aynı dönemde kaydedildi. Başka pek çok ekstra şarkımız vardı. Şarkı adının ise hiçbir anlamı yok. Şarkıya neden bu adı verdiğimizi bile hatırlamıyorum.

“Les Revenants” adlı TV dizisini izlemedim ama bence orijinal soundtrack albümü 2013'ün en iyi albümlerden biriydi. Daha önce film sektöründe Darren Aronofsky'nin "The Fountain" adlı filminin müziğine katkıda bulunmuştunuz, Douglas Gordon'ın "Zidane" belgeseline müzik yaptınız ancak “Les Revenants” bir TV dizisi. Bunun ortaya çıkma süreci nasıldı?

Darren için müziği biz yazmamıştık, sadece Clint Mansell'ın yazdıklarını yorumlamıştık. Bu kez bize hikâyenin konusu ile bazı görselleri (ve az miktarda video) verdiler. Böylelikle dizinin genel atmosferinin nasıl olacağını hayal etmeye çalıştık. Yani bir nevi karanlıkta hareket etmeye çalıştık.

Bir besteci bir taraftan film müziği için yeni fikirler geliştirirken diğer taraftan yönetmenin isteklerine yanıt verebilmeyi nasıl başarıyor?

Bu aslında çalıştığınız kişi konusunda ne kadar şanslı olduğunuza bağlı. Les Revenants'ta her şey harikaydı, çünkü bize her konuda güvendiler ve ortaya çıkması gereken sound konusundaki vizyonumuzu paylaştılar. Diğer projelerde ise âdeta kâbus yaşamıştık.

Film müzikleri konusunda ilginç olan şey, örneğin bir korku filmi seyrederken müziği kapadığınızda duygunun önemli bir bölümünün kaybolması. Siz genel olarak görüntüyü destekleyen müzikleri mi yoksa onu tamamen değiştiren soundtrack'leri mi seviyorsunuz?

Bence bir filmin müzik editörü işinde çok iyi olmalı. Açıkça söylemek gerekirse, sessizlik de en az müzik kadar etkili olabilir. Bu sadece müziği ne zaman kullanıp ne zaman kullanmayacağınızı bilmekle alakalı.

Hayran olduğunuz film müziği bestecileri var mı? Şimdiye kadar gördüğümüz binlercesi içinde hangi sountrack'ler/orijinal film müzikleri favoriniz?

Clint Mansell, John Carpenter ve Ennio Morricone'nin çalışmaları ilk aklıma gelenler. Carpenter'ın "Assault on Precinct 13" filmindeki çalışmasını gerçekten çok beğeniyorum.

Dikkatinizi çeken ve mutlaka çalışmak isteyeceğiniz yönetmenler var mı?

Yönetmen isimlerini pek hatırlayamam açıkçası ama ilgi çekici bir proje olduğunda buna bir katkı sağlamak isteyeceğimizi söyleyebilirim.

Mogwai'de geçen yaklaşık yirmi yılın ardından, müzik yapmanın sizi en çok heyecanlandıran unsurunun ne olduğunu söyleyebilir misiniz?

Yazılım tabanlı enstrümanlar yerine mekanik enstrümanlardan keyif alıyorum. Aslında her ikisinin de keyif veren yanları var, ama fare veya dokunmatik yüzey olmadan çalabildiğiniz donanım tabanlı enstrümanlar çok daha zevkli.



"UMARIM İNSANLAR GELECEKTE MÜZİKLERİNİN KONTROLÜNÜ ELLERİNDE TUTABİLİR"

Müzik endüstrisine bugün giriyor olsaydınız nereden ve nasıl başlardınız? Kendi bağımsız plak şirketini kurmuş bir müzik grubunun üyesi olarak, müzik endüstrisinin müziğe ilk başladığınız dönemden bugüne kadar nasıl bir değişim yaşadığını düşünüyorsunuz? 

Başkalarının yaptığını yapar ve kendi müziğimi kendim yayınlardım. Bu işe ilk başladığımızdan bu yana neler değiştiğini anlatabilmek için bir makale yazmam gerekir ve maalesef makale yazma konusunda hiç iyi değilim. Ama her şeyin baştan aşağı değiştiğini söyleyebilirim. Pek çok açıdan durum bugün daha iyi. Umarım insanlar gelecekte bizim şu an yaptığımız gibi müziklerinin kontrolünü ellerinde tutabilir.

My Bloody Valentine grubundan Kevin Shields verdiği bir röportajda Amazon veya iTunes'da olmadıkları için Mercury Müzik Ödülleri'nden men edildiklerini belirtmişti. Sizce Mercury Müzik Ödülleri'ne aday gösterilebilmek için büyük bir dağıtım ağında olmak veya Amazon ya da iTunes'da bulunmaya mecbur olmak adil mi? Bağımsız bir albüm çıkarabilmek elbette güzel ama Bandcamp'in bağımsız sanatçılar için iyi bir çözüm sunabildiğini düşünüyor musunuz?

Başkalarının bunu nasıl yaptığıyla pek ilgilenmiyorum, çünkü durum bizim için şu anda gayet iyi. Aslında ilgilenmemiz gerektiğinin farkındayım ama ilgilenmiyorum işte. İnsani yardımlar dışında herhangi bir şey için verilmiş her tür ödülden de açıkçası nefret ediyorum. Hiçbir müzisyenin müzik yaptığı için bir ödül hak ettiğini düşünmüyorum.

Müziğin günümüzdeki değeri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Hayatta kafayı dağıtmanın en iyi yollarından biri bence. Kulaklıktan müzik dinlemek bir süre için mutluluk sağlayabilir ve her şekilde müzik yapmak müthiş bir keyif. Bu hiçbir zaman değişmeyecek.


"EN BÜYÜK SORUN POP MÜZİĞİN JENERİK YAPISI"

Kısa bir süre önce Noel Gallagher bugün müziğin içinde bulunduğu durumu epey eleştirdi. Sektörü eskiden gerçek sanatçıların yönlendirdiğini şimdi ise müzik gruplarının sektöre girerek sadece "kendilerine söyleneni" yapmaya başladığını ve emekçi sınıfının müzik endüstrisinde söz hakkının kalmadığını belirtti. Kendisine katılıyor musunuz? Günümüzde müzik endüstrisinin en büyük sorunu nedir?

Noel'i çok severim, oldukça esprili ve akıllıdır. Bence müzik endüstrisinde herkesin söz hakkı var ama diğer her konuda olduğu gibi bazıları için bu söz hakkını kullanabilmek daha kolay oluyor. Bana göre en büyük sorun, çoğu pop müziğin jenerik yapısı. Pop müzik harika da olabilir ama son dönemlerde bana çok sıkıcı gelmeye başladı.

Bir sanatçının rolü her zaman değişime tabi. Sanatçıların günümüzdeki politik, sosyal, yaratıcılık vb. konulardaki rolü hakkında ne düşünüyorsunuz ve çalışmalarınızda bu rolleri nasıl yerine getirmeye çalışıyorsunuz?

Mogwai'de bu çok basit. Keyif almayı umduğumuz bir müzik yapıyoruz. Çoğu zaman değilse de bazen başarı kazanıyoruz ama hep yeni bir şeyler keşfetmeye çalışıyoruz. Bireysel olarak siyasi duruşlarımız olsa da müziğimiz hiç politik değil.

Son olarak, 2010 yılında Berlin’in Neukölln bölgesinde bir bar açtığınızı duydum. İskoç temalı barınızda en sevdiğiniz içki hangisi?

Bence eski usul iyi bir biranın yerini hiçbir şey tutmaz. Alman veya İskoç... bu köpüklü içkinin tadına herkes bayılıyor.

-

27 Ocak 2015 Salı

VEGAN LOGIC CIV - OCAK 2015 EN İYİLER - 26.1.2015


Dinamo FM'de canlı yayınlanan Vegan Logic Ocak 2015 En İyi Kayıtlar Seçkisi'nin kaydı.

1- Bill Wells & Aidan Moffat - This Dark Desire
2- Fogh Depot - Burning Beard 
3- John Carpenter - Night
4- Aphex Twin - diskhat ALL prepared1mixed [snr2mix]
5- Sankt Otten - Beten, tanzen, küssen
6- Mogwai - HMP Shaun William Ryder
7- The Twilight Sad- The Airport
8- Noel Gallagher's High Flying Birds - Ballad Of The Mighty I
9- Love, Hippies & Gangsters - This Is What We Want
10- Disappears - Another Thought
11- Björk - Stone Milket
12- Monsoonsiren - Sullen Fables



22 Ocak 2015 Perşembe

2014'ÜN EN İYİ ORİJİNAL FİLM MÜZİKLERİ


22.1.2015

Sinemanın beni en çok ilgilendiren alanıdır müzik. Birçok filmi özellikle müziğin nasıl kullanıldığını görmek için izlediğimi itiraf etmeliyim. 2014 boyunca beyazperdede (ve sınırlı da olsa ekranda) gördüğüm filmleri, dinlediğim film müziklerini bu açıdan değerlendirdim ve aşağıdaki liste ortaya çıktı. Bu yazıda, birçok farklı müzisyenin şarkılarından oluşan soundtrack albümleri değil, belli bir film için özel olarak bestelenen müzikleri yani “original film score” denilen kategoriyi değerlendirdim. Başlık olarak film müziği dedim ama arada bir tane televizyon dizisi var; o kadar iyi ki onu listeden çıkarmadım. Listeyi hazırlarken belli bir sıralama gözetmedim. Umarım film müzikleriyle ilgilenenlere iyi bir öneri oluşturur bu yazı.

The Double - Andrew Hewitt
Dostoyevsky’nin kısa romanından sinemaya uyarlanan ve Richard Ayoade’nin yönettiği bu İngiliz kara komedisi, 2013 tarihli ama müzikleri bu yıl yayınlandı. Hayatı ev ile iş arasında gidip gelmekten ibaret olan çekingen ve içine kapanık Simon’ın yalnızlığı giderek depreşirken, bir gün iş yerine dış görünüş olarak tamamen ona benzeyen bir çalışanın gelmesiyle her şey değişir. Çünkü bu kişi karakter olarak Simon’ın tam tersidir ve kısa sürede neşesiyle, karizmasıyla popüler olur. Andrew Hewitt, Simon’ın aklının kontrolünü yitirme sürecinin anlatıldığı filme uygun olarak gerilim dozu yüksek, paranoya ile örtüşebilecek tekinsiz ve karanlık bir sound yaratmış.

Oldboy - Cho Young-Wuk

Güney Koreli yönetmen Park Chan Wook’un 2003 tarihli kült filmi Oldboy, 10 yıl sonra Hollywood’un eline düştü ve yeniden çekildi. Orijinali 1996-98 arasında yayınlanan bir çizgi romandan sinemaya uyarlanan film, ensest gibi ağır bir konuya sıradışı bir senaryo ile yaklaşıyor. Bu yazının konusu, Spike Lee’nin böyle bir filmi yeniden çekerken ne yaptığı değil, Cho Young-Wuk ile birlikte Shim Hyun-Jung, Choi Seung-Hyun, Lee Ji-Su’nun katkısıyla ortaya çıkan film müzikleri. Bu yıl ilk kez plak olarak yayınlanan orijinal film müziği, filmdeki karakterlerin duygusal çalkantılarını ve dönüşümlerini yansıtmak için orkestra müziği ile elektronikayı buluşturmuş ancak bunu yaparken elektronik sesleri geri plana çekerek organik bir sound elde etmeyi başarmış. Vahşi sahnelerde gerilen yaylılar, kimi sahnelerde yerini romantik valslere bırakıyor; müziğin çok etkileyici kullanıldığı filmlerden birisi.

The Grand Budapest Hotel - Alexandre Desplat

Daha önce Wes Anderson’ın “Fantastic Mr. Fox”, “Moonrise Kingdom” adlı filmlerinde de çok başarılı müziklere imza atan Fransız besteci Alexandre Desplat, bu kez Osipov State Russian Folk Orchestra ile kaydettiği müziklerde filmin ruhunu yetkinlikle yansıtıyor. Wes Anderson’ın “Biraz Çek, biraz Macar, biraz Polonyalı, biraz Alman ve biraz da Culver City’deki 1930’ların Holloywood stüdyosu” diye tanımladığı hayali bir otelde geçen filmin müziklerinde bu tanıma uygun olarak hepsinden esintiler var; Vivaldi ve Rus folk müziği etkilerinin bir parça daha öne çıktığını da söylemek mümkün. Baştan sona dinlemesi çok keyifli bir albüm.

Whiplash - Justin Hurwitz

29 yaşındaki Amerikalı yönetmen Damien Chazelle’in “Whiplash” adlı filmi acımasız bir caz ustasıyla genç davulcu öğrencisi arasındaki gerilimli ilişkiyi konu alıyor. Filmin müziklerini yönetmenle Harvard üniversitesinde aynı grupta çaldığı ev arkadaşı Justin Hurwitz yapmış. “Whiplash”, müzik etrafında dönen bir film olsa da, kanımca asıl teması bir başkası üzerinde duygusal baskı kurma ve güç kullanımı. Hurwitz de film için yaptığı müziklerde, karakterlerin zihinsel/duygusal iniş çıkışlarına paralel olarak sesleri manipüle etmiş. Ayrıca benim gibi 40’lı, 50’li yılların caz soundunu seviyorsanız soundtrack albümü öneririm.

The Knick - Cliff Martinez

“The Knick”, listedeki filmlerden farklı; çünkü DC Comics’in Hellblazer çizgi romanından uyarlanan ve 1900’lerin başında bir hastanede geçen olayları konu alan bir televizyon dizisi bu. Steven Soderbergh’in yönettiği dizinin müzikleri öyle çarpıcı ki, listede yer alması gerektiğini düşündüm. Synthesizer soundunun ustası olan Cliff Martinez’in minimalist elektronik müzikleri, bu yıl beni en çok etkileyenlerden birisi oldu. Steven Soderbergh ile 1989 tarihli “Sex, Lies and Videotape” adlı filmden bu yana aralarında “Traffic”, “Solaris” gibi birçok filmde birlikte çalışan Martinez, “The Knick” için synth’lerin yanı sıra, Kristal Org olarak bilinen (Cristal Baschet) camdan yapılma enstrümanı da kullanmış. Diziyi izleme olanağınız yoksa bile orijinal film müziklerinin yer aldığı albümü mutlaka edinin derim.

My Life Directed by Nicolas Winding Refn - Cliff Martinez

Oyuncu ve yönetmen Liv Corfixen’in yönettiği belgesel, eşi Danimarkalı film yönetmeni Nicolas Winding Refn’in hayatını konu alıyor. Martinez’in daha basit melodilere yöneldiği bu film müzikleri, dinleyiciyi farklı bir atmosfere taşımakta oldukça başarılı. “The Knick”teki büyüleyici atmosfer bu filmin müzikleri için söylenemese de, Martinez’in elektronik dokunuşları her zaman kendini belli ediyor.    

Cold in July - Jeff Grace

Yönetmen Jim Mickle, dram, gerilim ve polisiye karışımı “Cold in July” adlı filmininin müziklerini “The Innkeepers”, “The House of the Devil” ve “The Last Winter” filmleri için yaptığı çalışmalarla tanınan besteci Jeff Grace’e emanet etmiş. Filmin havasına uygun olarak retro electronic seslerin öne çıktığı müzikler, özellikle 80’lerin syntesizer soundunu sevenlere ilginç gelecektir.

McCanick - Jóhann Jóhannsson

Josh C. Waller’ın yönettiği gerilim/drama filmi “McCanick”in müziklerini İzlandalı besteci ve prodüktör Jóhann Jóhannsson yapmış. Bir narkotik dedektifinin geçmişiyle ilgili gerçeği bilen zararsız bir suçlunun peşine düşüşünü anlatan filmde, klasik müziği elektronik müzikle buluşturmadaki ustalığını sergiliyor Jóhannsson. Özellikle Max Richter ve Clint Mansell gibi klasik orkestrasyon ile elektronik sesleri bir araya getiren bestecilerin müziklerini sevenlerin Jóhannsson’ın bu film için yaptığı çalışmayı baştan sona dinlemesini tavsiye ederim. “McCanick”in müzikleri, filmden bağımsız olarak melankolik bir yolculuğa çıkarıyor insanı...

The Theory of Everything - Jóhann Jóhannsson

James Marsh’ın yönettiği “The Theory of Everything”, Stephen Hawking’in hayatını eşinin yazdığı kitaptan sinemaya uyarlayan romantik bir biyografik drama. Jóhannsson, filmde anlatılan duygular çok yoğun olduğundan ayrıca müzikle altını çizmeye gerek olmadığını, bu film için hem neşeli, hem gizemli, hem de hüzünlü anlara uyacak müzikler bestelediğini belirtiyor. Uzun bir sürece yayılan son derece ilginç bir hayat hikayesinde, birbirinden çok farklı duygulara odaklanan sahneler için müzik yapmak, her müzisyenin harcı değil. Ancak Jóhannsson, orkestra soundunu çok etkin kullanarak bu işin altından kalmış görünüyor. Filmi henüz beyazperdede izleyemedim ama çok renkli ses paletinden oluşan müziklerini dinleyerek bu izlenimi edindim.

Gimme Shelter - Ólafur Arnalds

Bir diğer yetenekli İzlandalı müzisyen Ólafur Arnalds, bu yıl en iyi film müziklerine imza atanlar arasında yer alıyor. Gerçek olaylara dayanan film, hamile kalan evsiz bir gencin başına gelenleri konu alıyor. Ron Krauss’un yönettiği bağımsız drama filminin müziklerini her zamanki duyarlı melodileriyle dokumuş Arnalds. Film için piyano ve yaylıları öne çıkaran minimalist modern klasik tarzında parçalar bestelemiş ve müziğine yakınlık duyanları şaşırtmamış.

Interstellar - Hans Zimmer

Bir bilimkurgu meraklısı olarak, yılın en çok konuşulan filmlerinden biri olan Christopher Nolan imzalı “Interstellar”dan çok etkilendiğimi söyleyemem ama Hans Zimmer’in müziklerinde başrolü verdiği 1926 yapımı Harrison & Harrison marka borulu orgun sesine tutkunum. Zimmer’in çarpıcı müziklerini kaydetmek için 34 yaylı, 24 nefesli saz, 4 piyano ve 60 kişilik bir koro bir araya gelmiş ama beni çarpan o eski org oldu. Filmi izleyenler hatırlayacaktır; kamyonetle mısır tarlasının yarılarak geçildiği bir sahne vardı. O sahnede çalan “Cornfield Chase” adlı parça, aklımdan hiç çıkmadı. Bir bilimkurgu filminde yer alan telaş, heyecan, coşku ve gizem dolu bir sahnenin, kulaklarımdaki karşılığını bu kadar etkileyici bir şekilde org soundu ile bulması heyecan vericiydi.

I Origins - Mike Cahill

Yine bir bilimkurgu filmi olan Mike Cahill’in yönettiği “I Origins”, iki moleküler biyoloğun evrim teorisiyle ilintili olarak gözlerin evriminin tüm aşamalarını keşfedişini anlatıyor. Drone ve yumuşak perküsyonların kullanıldığı atmosferik bir sound var müziklerde. Will Bates ve Phil Mossman’ın işbirliği ile ortaya çıkan müziklerde elektronik sesler bilimkurguya özgü fütüristik havayı yaratırken, atmosferik soundun filmde var olan ruhani hissi de vermeye yönelik olduğunu düşünüyorum.

Under the Skin - Mica Levi

Jonathan Glazer’ın yönettiği “Under the Skin”i izleyenler fark etmiştir mutlaka; Scarlett Johansson’ın insan görünümünde dünyaya gönderilen uzaylı karakter Isserley’i canlandırdığı filmde müzik de ona uygun bir tuhaf çekicilik yansıtıyordu. Isserley, yol kenarında otostop çeken erkekleri önce cazibesiyle uyuşturup, sonra kendi gezegenine gönderirken yaşanan gizemli sahnelerde müzik ana karakterlerden biriydi. Filmi izledikten sonra aklımda kalan en önemli öğe, olağanüstü bir etki yaratan müzikti diyebilirim.

Only Lovers Left Alive - Jozef Van Wissem ve Sqürl

Jim Jarmush’un vampir filmi “Only Lovers Left Alive”ın Jozef Van Wissem ile Sqürl imzalı müziği, bu yıl en çok dikkatimi çekenler arasındaydı. Film 2013 tarihli ama müzikleri albüm olarak bu yıl çıktı. Hollandalı minimalist ve ut yorumcusu Wissem ile tersine gürültülü davul ve gitar seslerine düşkün marjinal rock grubu Sqürl üçlüsünün (Jim Jarmush, Shane Stoneback ve Carter Logan’dan kurulu) müzikleri, Amerikan filmlerinde duyulan alışılagelmiş soundlardan çok farklı. Jozef Wissem’in ut odaklı parçaları, bazen tek başına, bazen de Sqürl’ün katkılarıyla yeniden yaratılarak kullanılmış. Bunun nedeni de, filmde başroldekilerden biri olan müzisyenin müziğini yaratmak. Jim Jarmush’un filmlerinde müzik kullanımına dair izlediği yöntemi uzun zamandır hayranlıkla izliyorum ama bu filmdekini ayrıca müthiş yaratıcı bulduğumu belirtmeliyim.

Birdman - Antonio Sánchez

Alejandro González Iñárritu’nun yönettiği yılın en başarılı bağımsız filmlerinden biri olan “Birdman”in Meksikalı davulcu Antonio Sánchez’in elinden çıkma müzikleri, filmin kendisi kadar ilginç. Yönetmenin filmi ayrı ayrı sahnelerden oluşturmak yerine adeta kesintisiz tek bir bütün gibi çekme kararına uygun olarak, müzikleri de Mahler, Rahmaninof ve Çaykovski’den parçaların araya dahil olmasına karşın, aslında uzun soluklu bir perküsyon. Caz gitaristi Pat Metheny’nin grubunda da davul çalan Sánchez’in müziği, filme bir anlamda telaş katmış, sanki her şey birden yıkılabilirmiş gibi geliyor dinlerken.

A Most Violent Year - Alex Ebert

J. C. Chandor’un bağımsız filmi “A Most Violent Year”ın müziklerini Edward Sharpe and the Magnetic Zeros grubunun vokalisti, ozan şarkıcı ve besteci Alex Ebert üstlenmiş. Bu yıl yine Chandor’un “All Is Lost” filmindeki çalışmasıyla En İyi Original Film Müziği dalında Altın Küre kazandı Ebert. 1980’lerin New York’unda geçen bu yeni suç/gerilim draması için yine filmden bağımsız olarak da büyük keyifle dinlenebilecek, elektronika ile blues ve gospel’ı buluşturan müzikler yapmış.

Gone Girl - Trent Reznor ve Atticus Ross

Trent Reznor, yönetmen David Fincher ile üçüncü çalışmasında uzun yıllardır işbirliği yaptığı Atticus Ross’u da yanına alıp yine karanlık sulara dalmış. Ninen Inch Nails’e özgü endüstriyel sesler etrafınızı çevrelerken bir tür klostrofobik ruh hali içine girebilirsiniz ama Reznor’ın müziğini sevenler için bir zevktir bu. Bir şeylerin yolunda gitmeyeceği hissini yaratır içinizde. Tam da karısının evliliklerinin beşinci yıldönümünde gizemli bir şekilde ortadan kaybolması sonucunda şüpheli hale gelen bir adamın hikayesine uygun bir his bu...

Inherent Vice - Jonny Greenwood

Paul Thomas Anderson, daha önce de “The Master” ve “There Will Be Blood” adlı filmlerinde işbirliği yaptığı Jonny Greenwood ile bu kez “Inherent Vice”ta buluştu. Jonny Greenwood’un müziklerinin sözü geçen önceki filmlere katkısı, herhangi bir bestecininki ile kıyaslanamayacak kadar yoğundu. Thomas Pynchon’ın romanından sinemaya uyarlanan “Inherent Vice”ı henüz izlemedim ama Jonny Greenwood’un müzikleri tek başına da olağanüstü bir yaratıcılık yansıtıyor.


Dinamo FM'de canlı yayınlanan Vegan Logic En İyi Orijinal Film Müzikleri programının kaydına bu linkten ulaşabilirsiniz.
 
(Bu yazı ilk olarak, Red Bull'un sitesinde yayınlandı.)

LOW İLE DİNGİN BİR AKŞAM


22.1.2015

Son yıllarda konser yazılarımı ülkedeki gündemden bağımsız olarak yazamaz hale geldim. Öylesine ağır bir hava var ki ülkede onu bir yana bırakıp konser salonlarına koşarak gidiyor ve dünyayı unutup sadece müziğe odaklanmak istiyorum. Ama bazen başaramıyorum bunu. Dün Ali İsmail Korkmaz'ın katillerine 'iyi halden' ceza indirimi yapıldı! Herkesin gözü önünde bir hayatı söndürmenin bu kadar kolay olmasına karşı duyduğum öfke ile gittim Salon'a. O öfkenin bedenimde açtığı yaranın üzerine sürülecek bir merheme ihtiyaç vardı. O yara hiç geçmeyecek elbette ama hayatta kalmaya devam etmek için gerekli... Benim bildiğim, ruh yaralarının en etkili merhemi müzik. Dün akşam Low'un şarkılarının da böyle bir işlevi vardı vardı benim için.

Salon'da verdikleri ilk konserde, Alan Sparhawk (gitar/vokal), Mimi Parker (davul/vokal) ve Steve Garrington'dan (bas gitar) kurulu üçlü, olabildiğince sakin bir şekilde sahneye gelip, dinleyiciyi yalın tınılar ve duru vokalle yarattıkları Low soundunun içine çekti. Mimi Parker'ın orta ölçekli davul seti ile kendini öne çıkarmadan ama yerini de belli ederek yarattığı sesler, ilginç bir şekilde müziğin karakterinde belirleyici unsur. Gitar ile davulun diyaloğu, Sparhawk ile Parker'ın birlikte seslendirdikleri şarkılarda vokaller arasındaki uyum kadar içten. Low'un müziği neden insanın içini ısıtıyor diye sorarsanız, temel nedeni bu uyumla sağlanan içtenlik derim. Bunun ardında da, müziğin minimal karakterinin yattığına dair bir düşüncem var.

İkinci şarkı olarak 2013 tarihli albümleri "Invisible Way"den "Plastic Cup"ı yorumladı grup. Sparhawk'ın içinde bulunulan duruma bakıp geleceği yorumladığı, sonra da dışardan bakıp fikir beyan eden yorumculara dönerek, "Belki de sen de kendi şarkını yazmalısın!" diye sitemde bulunduğu ilginç bir şarkı bu. Ardından gelen iki şarkı da aynı albümdendi; önce "On My Own'u, sonra ana vokali Mimi Parker'ın üstlendiği "Holy Ghost"u dinledik. Böylece konser boyunca "Invisible Way"de yer alan üç şarkıyı konserin başında çaldılar.



Low şarkılarının tümü yavaş bir tempoyla başlayıp aynı şekilde devam etmiyor; kimi zaman her şey sakin görünse de giderek bir drone'a dönüştüğü anlar da var ve o anlarda sanki gözünüzün önünden güçlü bir akıntı geçip gidiyor, "Monkey" de bunlardan birisi; şarkıdaki ihtirası yansıtan bu tercih, Low'un zaman zaman başvurduğu etkili bir yol.

Konser sırasında müziğe ekranda boş tarlalar, gökyüzü, manzara görüntüleri eşlik ediyor ama büyük kısmı belli belirsiz. Kurgulanmış bir hikaye anlatmak amaçlanmamış açık ki; müziğin oluşturduğu atmosfere uygun düşebilecek bağımsız imajlar seçilmiş. Ara sıra gözüm kaydığında kuşları uçarken gördüm; her daim insanı rahatlatan bu görüntü, müzikle buluşunca ayrı bir huzur verdi.



Dün Salon'daki konser sırasında dinleyicilerden birisi, istek şarkılarının adını bağırınca, ilgisiz kalmadı Alan Sparhawk. Hatta bir başka dinleyici de "Lazy"i isteyince ona dönüp, "Sadece o arkadaş seçiyor istekleri," diye espri de yaptı. Ama sonunda ikisinin de taleplerini yerine getirdi. "Death of a Salesman"i de, en sevdiğim Low şarkısı "Lazy"i de canlı dinledik. Bana göre konserin en güzel anları da, 1994 tarihli ilk albümleri "I Could Live in Hope"da yer alan "Lazy"i biste seslendirdikleri dakikalardı.

Eğer Low konserine gidiyorsanız, müziğin karakteri gereği, grup çalarken yüksek sesle konuşarak gürültü yapmamanız gerektiğini de bilmelisiniz. Dün akşam müziğin kırılganlığını incitecek tavır içinde olanlar az da olsa vardı ne yazık ki. Bu durumu söyleye söyleye, yaza yaza bir gün aşacağız diye umuyorum. Bununla birlikte, Sparhawk'ın gitarının teli koptuğunda sessizce yeni teli takmasını bekleyenler de çoğunluktaydı. Sonuçta güzel bir konserdi ama ben "Lazy"den sonra Marmaray'ı yakalamak için konserden ayrılmak zorunda kaldım. Dünyanın en büyük metropollerinden birinde raylı sistemler gece 12'ye kadar çalışıyor. Konser bitti, geldik yine gerçek dünyanın dertlerine...

Indie rock'ın emektar grubu Low, bu akşam da Salon'da. Gündüz saatlerinin kaosundan kurtulup dingin bir müzik gecesi geçirmek isteyenler kaçırmasın.

No comprende - Plastic Cup - On My Own - Holy Ghost - Monkey - Soon - Words - Point of Disgust - Death of a Salesman - Pissing - Spanish Translation - Especially Me - Dinosaur Act - Landslide // Lazy 


 
(Fotoğraflar ve videolar bana aittir.)

-

21 Ocak 2015 Çarşamba

VEGAN LOGIC CIII - TAKING REFUGE IN MUSIC MIX - 19.1.2015


Dinamo FM'de canlı yayınlanan ve son 25 yılda bir ocak ayında katledilen Metin Göktepe, Hrant Dink, Onat Kutlar, Uğur Mumcu, Muammer Aksoy'un anısına hazırladığım "Müziğe Sığınış" adlı programın kaydı.

[In the memory of Metin Göktepe (journalist), Hrant Dink (journalist), Onat Kutlar (poet/writer), Uğur Mumcu (investigative journalist) and Muammer Aksoy (professor of law) who all were assassinated on a January day in Turkey in the last 25 years...]



1- Thomas Newman - Hopelessness
2- Pyrolator - Triggers of Target II
3- Birds of Passage - Those Blackest Winter Nights
4- Greg Gives Peter Space - That I Am
5- Coil - The Dreamer Is Asleep
6- Ricardo Donoso - A Song for Echo Part II
7- Forest Swords - The Plumes
8- Prurient - Postscript
9-- Michael Brook - Err (Gavin Russom version)
10- Eyeless In Gaza - Falling Leaf Fading Flower Goodbye to Summer
11- Raison D'être - Inner Depths of Sadness
12- Lustre - Resplendency
13- Kreng - Merope





13 Ocak 2015 Salı

VEGAN LOGIC CII - DENOVALI RECORDS - 12.1.2015


13.1.2015
 
Dinamo'da canlı yayınlanan programın kaydı.

1- Hidden Orchestra - Footsteps
2- Piano Interrupted - Hedi
3- Contemporary Noise Sextet - Main Tune
4- Federico Albanese - Queen and Wonder
5- Terminal Sound System - Broken Hands for Careful Minds
6- Bersarin Quartett - Alles ist ein Wunder
7- Brother Sun, Sister Moon - South Downs by Morning
8- Origamibiro - Butterfly Jar
9- Pan & Me - Yotsuya Station
10- Blackfilm - Five Years
11- Greg Haines - The Whole
12- Sankt Otten - Da kann selbst Gott nur staunen (Feat. Coley DUane Dennis)
13- Dale Cooper Quartet & The Dictaphones - Ta Grenier




10 Ocak 2015 Cumartesi

Hoş Geldin Liima...


10.1.2015

Fransa ve Nijerya'da iki gün boyunca tüm dünyayı dehşet içinde bırakan katliamları internet üzerinde takip ederek geçirdikten sonra yine müziğe sığınmakta buldum çareyi... İçinde yaşadığımız dünya öylesine gaddar insanlarla dolu ki, onlarla aynı türden bir canlı olmak bile çok rahatsız edici. Kafamda dolanıp duran düşüncelerden kurtulmak için dondurucu soğukta sokağa çıkıp düştüm Salon'un yoluna. Yeni yılın hem benim için hem de Salon için ilk konseriydi.

Danimarkalı indie rock grubu Efterklang, müziğe deneysel yaklaşımını daha önceki çalışmalarıyla kanıtlayan bir grup. 2012'de yayınladıkları "Piramida" albümü için Norveç ile Kuzey Kutbu arasında kalan Piramiden adlı terk edilmiş bir kentte 9 gün kalıp doğada ses kayıtları yapmışlardı. Farklı seslere olan ilgileri onları hep sıradışı arayışlara yöneltti. Tam bakalım bundan sonra ne yapacaklar diye içimden geçiyordu ki, Mads Brauer, Rasmus Stolberg ve Casper Clausen, aralarına Finlandiyalı perküsyonist Tatu Rönkkö'yü de alarak Liima adlı bir grup kurdukları haberi geldi. Böylece bir dörtlü olarak yeni bir yola girmişlerdi.

Konsere gitmeden önce grubun bu kez nasıl bir manevra aldığını araştırırken, Efterklang'den bir e-posta geldi. Temmuz 2014'te Finlandiya'daki Our Festival'da verdikleri ilk konser ile Kasım 2014'te Berlin'de kaydettikleri yeni şarkıların kayıtlarını göndermişlerdi. 1 saatlik konser kaydı elektronik yapılı minimal bir kayıtken, Berlin kaydında müzikleninin yine minimal olmakla birlikte ses zenginliğinin arttığını fark ettim ve konsere de bu beklentiyle gittim. Üst katta yerimi aldığımda yanımda duran Merve ile tanıştık; konuşurken bana bu yeni grubun soundu hakkında bilgim olup olmadığını sordu. Ona da dinlediğim kayıtlardan aldığım izlenimi aktardım. Ancak belirtmeliyim ki, bu yanıltıcı oldu; çünkü dinlediklerimin aksine Salon konserinde bizi, elektronik seslerin çok daha fazla egemen olduğu, yer yer kendini minimal tekno ritimlerine bırakan, farklı katmanların birbiriyle kesiştiği bir sound karşıladı.

İstanbul konserinin özelliği, grubun beş gün boyunca Salon'da çalışmalarını sürdürüp yeni şarkılar yazmasıydı. Daha önce duyduklarıma göre farklı olabileceklerini tahmin ediyordum ama beklediğimden daha karışık bir altyapı buldum. Tatu Rönkkö'nün drum machine (elektronik davul) ile çıkardığı sesler o altyapının rehberiydi. Yarattığı ritimler, klavye, laptop, efektler ve gitar  ile buluşunca, grubun eskiden bildiğimiz indie rock/dream pop soundunun yerini yer yer dark wave'e uzanan synhtpop soundu almış. Bu değişiklikten dolayı üzüntü duyanlar olabileceğini biliyorum ama ben grupların bu tür yenilikleri denemesinden heyecan duyuyorum. Tabii fikir olarak heyecan duysam da gerçekleri de söylemek durumundayım. Bana göre, bu yeni yolda Efterklang'in ayakları henüz tam olarak yere sağlam basmıyor. Konser sırasında emprovizasyon ne kadar rol oynadı tam olarak bilemiyorum ama kimi anlarda çıkan sesler arasında uyum zorluğu olduğunu hissettim. Çok açık ki, deneysel bir yaklaşımla ve yeni esinlerle kendilerine farklı bir alan açmaya çalışıyorlar. Fakat kendileri de yaptıklarının henüz tam anlamıyla yerine oturduğundan emin değiller bana kalırsa. Vokalist Casper Clausen'in bazı şarkılardan sonra kalabalığa dönüp, "Nasıldı bu?" diye sorması da bunun göstergesiydi.



Aslında anlatmak istediğim şu: Bir müzik duyduğunuzda, onun hayalinizde yarattığı bir kimlik olur; Efterklang'in dün konserde duyduğum müziği ile bu anlamda bir tanışıklık geliştiremedim. Ama bunun zaman içinde aşılabileceğini düşünüyorum. Dikkatimi çeken bir nokta da, şarkıların ortaya çıkışına dair bir ipucuydu. Casper Clausen, İstanbul'da bu haftaki çalışmaları sırasında ortaya çıkan bir şarkıyı çalmadan önce şu bilgiyi verdi. "Kente geldikten sonra ilk yediğimiz köftenin ardından yazdık bunu... O nedenle de adı geçici olarak İstanbul Köfte. Umarım ilerde daha iyi bir isim buluruz." Ben de gerçekten ismini değiştirmelerini dilerim; çünkü köfte ile ilişkilendirilen bir müziği dinlemek istemem gerçekten. Bunu anlatmamın nedeni, şarkının ardında belli bir duygu, fikir ya da mesele yok belli ki; seslerle sürdürülen bir serüven gibi düşünülebilir. Belki de bu nedenle söz ettiğim tanışma hissi oluşmadı hayalimde... Dün gece ilk kez bir konserde çaldıkları "Centuries and Love" adlı şarkıyı da İstanbul'da yazmışlar. Köfte şarkısına göre üzerimde daha olumlu bir etki bıraktı o.

Bir diğer söz edilmesi gereken nokta, vokal ile müziğin uyumundaki zorluk... Efterklang'in önceki albümlerinde vokal, grubun şarkılarının merkezindeyken, artık geri planda. Bunun yanı sıra, elektronik  sesler enstrümantal rock/synthpop çevresinde hızını almış uyumla akarken vokalin devreye girmesi için ani sound değişikliği yapılıyor ve bu da kopukluk yaratıyor. Clausen'in güçlü vokalinin daha verimli kullanılması yolunda Liima'nın bir çözüm bulması gerek.



Bu tespitlerim konserden zevk almadığım anlamına gelmiyor elbette. Aksine sound değişimlerine dair gözlemler, benim için her zaman ilginç. Ayrıca bir grup hakkında tek bir konsere göre karar vermek hiç doğru değil. Dün bir saatlik konser sonrasında alkışlar sonucunda bis için sahneye geri geldiklerinde, yeni bir oluşum başlattıklarından fazla şarkıları olmadığını, bir dahaki gelişlerinde bunu telafi edeceklerini söyleyip, tekrar "Centuries and Love"ı çaldılar.

Efterklang'in yeri kalbimizde ayrı olsa da hoş geldin Liima...

(Fotoğraflar ve videolar bana aittir.)

6 Ocak 2015 Salı

VEGAN LOGIC CI - BOWIE ÖZEL III - 5.1.2015


6.1.2015
 
Vegan Logic başladığından bu yana, kendime göre bazı gelenekler oluşturmaya çalıştım. Bunlardan biri de, her yılın ilk haftasındaki programı Bowie'ye ayırmak oldu. Çünkü 8 Ocak, bugün müzik yapan hemen herkesi bir şekilde etkileyen bu eşi bulunmaz sanatçının yaşgünü. Onun gibi müzikte olağanüstü işler başaran bir efsaneyi bir saatlik programa sığdırmak mümkün değil ama her yıl böyle bir program yaparsam yıllar sonra belki iyi bir arşiv olur diye düşündüm. O nedenle daha önceki yıllarda hazırladığım Bowie konulu Vegan Logic programlarını da bu sayfada paylaşacağım. Bir de radyo programlarını dinlerken belki Bowie hakkında yazdığım bu analizi (Görsel-işitsel ve kavramsal bir sanat: David Bowie) okuma fırsatınız olur. Nice yıllara Bowie!

1- David Bowie Impersonates Elvis for a seasons greetings message.
2- David Bowie - Days
3- David Bowie - Right
4- David Bowie - Dirty Boys
5- David Bowie talks about music
6- David Bowie - Something in the Air (American Psycho Remix)
7- David Bowie - Always Crashing In The Same Car
8- David Bowie - Abdulmajid
9- David Bowie - I'm Deranged (reprise)
10- David Bowie - No Control
11- David Bowie talks about the song "Slip Away"
12- David Bowie - Slip Away
13- David Bowie - Slow Burn
14- David Bowie talks about the Ziggy Stardust character
15- David Bowie - Ziggy Stardust
16- David Bowie - Rock 'n' Roll Suicide




Vegan Logic David Bowie Özel II

Vegan Logic David Bowie Özel I


2 Ocak 2015 Cuma

2014 YILINDA MÜZİK


2.1.2015
Her yıl olduğu gibi geçen yıl da kasım ayından başlayarak 2014 yılında müzik konulu bir dizi değerlendirme yaptım ve her birini daha önce blogum, sosyal medya hesaplarım ve radyo programlarım aracılığıyla paylaştım. Ancak ayrı dosyalar halinde duran bu paylaşımları tek bir başlık altında toplamanın ilgilenenler açısından faydalı olabileceğini düşündüm.

2014, benim için müzik açısından oldukça heyecan vericiydi. Umarım bu yıl da yeni sesler keşfettiğimiz yaratıcı bir yıl olur.


2014 YILINDA YENİDEN YAYINLANAN EN İYİ ALBÜMLER

Vegan Logic 2014'te Yeniden Yayınlanan Albümler (Reissue) Seçkisi

2014 YILININ EN İYİ REMİKSLERİ

Vegan Logic 2014'ün En İyi Remiksleri 1
Vegan Logic 2014'ün En İyi Remiksleri 2

2014 YILININ EN İYİ ALBÜMLERİ

2014'ün En iyi Albümleri
Dinamo FM'de canlı yayınlanan Vegan Logic En İyi Albümler Seçkisi 1
Dinamo FM'de canlı yayınlanan Vegan Logic 2014'En İyi Albümler Seçkisi 2

2014 YILININ EN İYİ ORİJİNAL FİLM MÜZİKLERİ

Vegan Logic En İyi Orijinal Film Müzikleri
Dinamo FM'de canlı yayınlanan Vegan Logic En İyi Orijinal Film Müzikleri

2014 YILININ EN İYİ ŞARKILARI

Dinamo FM'de canlı yayınlanan Vegan Logic 2014'ün En İyi Şarkıları Seçkisi

2014 YILININ EN İYİ KONSERİ

2014’te birçok iyi konsere tanık oldum. İçlerinden birisini seçmem gerekirse, Morrissey’in İstanbul konseri derim. Bunu sadece Moz en sevdiğim müzisyen olduğu için söylemiyorum; o konser benim için sıradışı bir duygusal deneyime dönüştü. Hayatımda ilk kez, yaşanmamış anları gerçek gibi hissettim. 30 yıldır The Smiths’i The Haçienda’da “Hand in Glove”u söylerken canlı dinlemeyi o kadar çok hayal ettim ki, sanırım sonunda bu bir tür “audio euphoric delusion”a dönüştü. (Bu tanım, Selçuk Sami Cingi’ye ait.)

1984 yılının Manchester’ına dair bilinçaltımda yer alan bu hayal, 2014’te Volkswagen Arena’da beni farklı bir noktaya taşıdı. Morrissey, bir keresinde, “Konserlerimi hem kendim hem de dinleyiciler için bir terapi gibi görüyorum,” demişti. Bunu en sarsıcı şekilde yaşadım. Bu ilginç deneyimin yanı sıra, konser hakkında bloguma yazdığım yazıda da belirttiğim gibi, etrafındaki dansçılara ya da dudak uçuklatan devasa sahnelere değil, sadece şarkılarına güvenen bir efsaneyi bir kez daha dinledik o akşam. Sesi, tavrı, sahnedeki duruşu, toplumsal-politik eleştirileri, şiirsel sözleri ve şarkılarında ele aldığı temalarıyla, müzik dünyasında herkesten farklı bir yerde Morrissey. Dinleyicisi ile kurduğu bağı, “dantel kadar zarif ama gemi halatı kadar güçlü” diye tanımlıyorum ben. O bağ, çok sevdiği İstanbul’da bu konserle daha da sağlamlaştı.

İki saatlik konser, bana 20 dakika gibi geldi. Bunca yıldır hayalini kurduğum cümleyi sonunda ondan duydum: “I’m your arkadaş!” ifadesinin arkasında son derece içten bir itiraf ve mesaj var aslında. Kendisinin de dediği gibi, müzik performansı değil onun konserleri; çünkü o da şarkı söylemek ve bu deneyimi paylaşmak ihtiyacı içinde. Müzisyen ve dinleyiciler açısından bu karşılıklı paylaşımdan daha değerli bir duygu olamaz. (Konser hakkında ayrıntılı yazım.)


Translate