20.2.2015
1980’ler, müzik tarihinin en parlak dönemlerinden biriydi. Disco egemenliği azalırken onun yerine Italo disco, Euro disco ve dance-pop türlerinin gündeme geldiği; rock müziğin yine geniş kitlelere ulaşıp trash metal’in atak yaptığı; pop, new wave ve dans müziği dalgasının dünyayı sardığı günlerdi. Dijital kayıt sistemlerinin gelişmesi ve synthesizer kullanımının artmasıyla synth pop başta olmak üzere electro, techno, house gibi diğer elektronik müzik türleri popülerlik kazanmıştı. Özellikle Chicago’dan yayılan soul ve funk etkisindeki house müzik öne çıkmıştı. R&B ve hiphop ise, 10 yıllık devrede en iyi devrini yaşamaya başlamıştı.
Post-punk gruplarının bir kısmı varlığını korumaya devam etse de, 80’lerin ikinci yarısından sonra bu türde bir anlamda gerileme oldu. 70’lerde başlayan New Romantics akımı, 10 yıllık dönemin başlarında artık tarihe karışmaya yüz tutarken, Michael Jackson, Madonna, Prince gibi büyük pop yıldızları altın çağını yaşıyordu. Whitney Houston, ilk albümüyle büyük bir çıkış yakalarken, listelerde pop yıldızlarının egemenliğinin yanı sıra, Bruce Springsteen, Bon Jovi, U2, Queen, Van Halen, Scorpions’ın da aralarında olduğu rock grupları yer alıyordu. 1981’de MTV yayına başlarken, dört yıl sonra VH1 hayatımıza girmişti. Yeni şarkılara artık büyük bütçeli video klipler çekiliyor, müziğin görselliğinde yeni bir aşamaya geçiliyordu.
Bana göre müzik tarihinin en güzel albümlerinin önemli bir bölümü 1980’lerde kaydedildi. Geçenlerde fark ettim ki, bu albümlerden bazıları (yani 1985’te yayınlananlar), 2015’te 30 yaşına giriyor! 30 yılı deviren albümler arasından birkaç öneriyle 1980’leri anmak iyi olur diye düşündüm.
O yıllarda müzik ile ilgili bütün bu gelişmeleri yine yakından izlemeyi sürdürüyordum ama ilgim daha çok alternatif seslere yönelikti. O nedenle önereceklerim de onlar arasından çıktı. Arşiv yapıyorsanız bu listedekilerin birer kopyasını edinmeye çalışın; arşiv yapmıyorsanız mutlaka en azından baştan sona bir kez dinleyin. Zaman geçtikçe derinleşip kulağa daha da güzel geliyor bu albümler. Ne dersiniz; acaba onlarla özdeşleştirilen anılara duyulan özlem gün geçtikçe artığı için mi? Bunun etkisi ne kadar?
THE SMITHS - MEAT IS MURDER
Plağı elinize aldığınız anda, kaskında “Et cinayettir” yazan sıradışı bir asker fotoğrafını görürsünüz. Politik yaklaşımını daha kapak tasarımından hissettirip sizi önce görsel olarak sarsar albüm. Merakla pikaba koyarsınız. İğnenin plağa değdiği anda “The Headmaster Ritual”daki gitar riff’leriyle alır sizi içine ve “Meat Is Murder”daki inek haykırışlarının sonuna kadar bırakmaz. Duyduğunuz her şeyden farklıdır; içinizi acıtmış, öfkelendirmiş, elinizde pankartlarla sokağa çıkıp eylem yapma isteği uyandırmış, ağlatmış, omzuna başınızı koyabileceğiniz bir dost gibi hissettirmiş ve mükemmel ironisiyle güldürmüştür. Ondan sonra artık hayatınız eskisi gibi değildir.
***
CLAN OF XYMOX - CLAN OF XYMOX
Depeche Mode ve Cocteau Twins sevenlerin dikkatinden kaçmayacak kadar iyiydi Clan of Xymox. İlk albümleri ile darkwave, gothic rock sahnesine etkili bir giriş yapmışlardı. Hollanda’dan çıksalar da, 80’lerde yükselen synthpop dünyasında kendilerine 4AD aracılığı ile yer bulmuşlardı. Karanlık ve melankolikti müzikleri, duygusal olarak yıkıcıydı ama aynı anda da dinleyeni dans ettiriyordu. “Cry in the Wind” benim için bir ilk duyuşta aşktı; hâlâ sürdüğüne göre bir kara sevdaya dönüştü. Bir gün bu şarkıyı canlı dinleyeceğim güne dair hayalimden de vazgeçmedim.
***
RED LORRY YELLOW LORRY - TALK ABOUT THE WEATHER
Chris Reed’in bağırmayan ama Ian Curtis’i anımsatan sert ve net yorumu, güçlü gitarlar ve agresif davul soundunun etkisi ile buluşunca Red Lorry Yellow Lorry’nin karşısına çıkanı peşinden sürüklememesi olanaksız bence. “Talk About the Weather” adlı şarkıda, “Karşıma çıkıp duruyorsun, Sana bağlı diyorsun, Ben iliklerime kadar ıslanmış durumdayım, Seni dışarı çıkarıp ıslanmak istiyorum, Sen hava hakkında konuşmak istiyorsun” diyerek başlayan bu albüm, 30 yıl sonra bugün de ilk günkü kadar dinamik ve çarpıcı.
***
THE DAMNED - PHANTASMAGORIA
The Damned’in gothic punk’ı 30 yıl önce de fantastikti; bugün dinlediğimde de öyle. David Vanian’ın sesinden “Street of Dreams”i her duyduğumda enerjiyle dolar, içimden bisiklete atlayıp sokaklarda amaçsızca turlamak gelirdi. Vanian, “Aşkın gölgesinde durmaktan korkma, saat geç oldu ama bilirsin, zaman kimseyi beklemez” derdi “Shadow of Love”da. Bazen zayıf görünmenin de insana güç verebileceğine dair bir umut vardı sesinde. Garip bir şekilde sanki 80’lere özgü bir duygu bu. Belki albümün prodüksiyonu bugünün koşulları düşünüldüğünde kusursuz değil ama şarkılar çok güzel.
***
TANGERINE DREAM - LE PARC
Hayali de olsa dünyanın farklı kentlerindeki parkları gezmek mi istiyorsunuz? Çalın bu albümü, oturun rahat bir koltuğa, kapatın gözlerinizi ve bırakın kendinizi melodilere... Biraz psikolojik terapi önerisi gibi oldu ama Tangerine Dream’in bu albümü, sadece new age tarzı rahatlama vaat etmiyor; Kyoto’daki Zen Garden tam adına uygun şekilde kuş ve rüzgarda salınan ağaç yapraklarının sesleriyle sakinleştirirken, Central Park’ta heyecan, Gaudi Park’ta enerji, Hyde Park’ta modern hayatın ritmi var ve yaklaşık 45 dakika sonra bir şey garanti: Gerçekten de bulunduğunuz yerden uzaklaşıp, Paris, New York, Barselona, Berlin, Kyoto, Los Angeles, Londra, Sidney parklarında dolaşmış gibi hissediyorsunuz. Tangerine Dream’in en iyi albümü olduğunu söylemiyorum ama 80’lerle o kadar bütünleşti ki, es geçmek olmaz.
-