8.6.2015
Algiers
Amerika’nın Atlanta eyaletinden çıkan üçlünün grupla aynı adı taşıyan ilk albümü, Matador Records etiketiyle haziran ayında yayınlanıyor. Gürültülü gitar riflerini gospel ve elektronik davullarla buluşturan eklektik ve çok güçlü bir müzik yapıyorlar. Kendi Facebook sayfalarında müziklerini “post-worldbeat” diye nitelemişler ama “doom-soul trio” ya da “gospel-spook trio” ifadeleri de kullanılıyor. Ben de doom-soul ifadesini tercih edenlerdenim.
Grubun müziğindeki gücün kaynağı, zengin soundu kadar temalarında da yatıyor. Sömürgecilik, ırkçılık, toplumsal uzlaşmazlık, din çatışmaları ve duyarsızlık gibi temel sosyal sorunlara odaklanan politik bir duruşları var. Günümüz müziğinde politika artık çok az sayıda grubun söz söylediği bir alan haline geldi. Algiers’ın müziği ise, toplumsal hayatın gerçeklerini saklamayıp insanlığın yüzüne vurduğu için etkili.
Ryan Mahan (bas gitarist), Franklin James Fisher (vokalist/gitarist) ve Lee Tesche (gitarist), orta sınıfın eridiği, ırkçılığın ve kapitalizmin palazlandığı Bush yıllarında tanışmışlar. Ortak noktaları, o sırada hissettikleri güçsüzlükten duydukları rahatsızlık olmuş. Bu huzursuzluğu Algiers’ı kurarak aşmaya çalışmışlar ve müzikleri isyanın dışavurumu sonucunda meydana gelmiş. “Blood” adlı şarkılarının sözlerine kulak verdiğimizde toplumu esir alan hastalıkları haykırdıklarına tanık oluyoruz. Ben bu haykırışı çok beğendim.
You The Living
Bugünlerde en çok beğendiğim yeni gruplar sorulduğunda aklıma gelen ilk isimlerden bir diğeri You The Living oluyor. Londra’nın Camden Town semtinde yaşayan iki genç müzisyenden kurulu bir grup bu. Aidan James Stevens (vokal, şarkı yazarı, multienstrümantalist, elektronik sesler) ile eşi Natasha Stevens’dan (vokal, synth, perküsyon, elektronik sesler) oluşan ikili, geçen yıl mart ayında ilk kısaçalarları “I”ı yayınladı. Ardından Ağustos 2014’te B yüzünde Suede’in “Asphalt World” adlı unutulmaz şarkısını cover’ladıkları “Precipice” teklisi geldi.
Darkwave, deneysel post-punk soundu üzerine yarı fısıltı halinde eklenen vokallerle gotik bir hava yakaladıkları müzikleri, epey derin ve karmaşık yapılı. Atmosferik gürültülerle buluşan gizemli vokalin yarattığı karanlık hipnotize edici. Natasha Stevens, “Cocteau Twins ile Einstürzende Neubauten’ın karışımı” diye anlatıyor müziklerini. Bence de çok yerinde bir tanımlama. Çünkü sinemasal, hayali ama aynı zamanda agresif bir sound söz konusu. Bu yıl mart ayında yayınladıkları yeni tekli “Grief”te de bunu hissetmek mümkün. Bilinen enstrümanlar dışında kendilerine ait enstrümanlar da tasarlayan grup, vibratör gibi sıradışı aletleri de müzik yaparken kullanıyor.
“XXXI” adlı yeni albümlerini kaydetmek üzere stüdyoya giren You The Living’e dikkat etmeli; henüz yeraltındalar ama uzun süre saklı kalamayacaklarını düşünüyorum.
P60
Brian Eno, Cabaret Voltaire, Wrangler, The The ve 80’lerin başında gelişen analog /ambient elektronika soundunu sevenler için P60 biçilmiş bir kaftan. “Models” adlı ilk albümleri bu yıl bağımsız plak şirketi Second Language etiketiyle çıktı. Grubun hikayesine gelince... Philip ve Peter Walker adlı iki kardeş, Glasgow’a yakın sıkıcı bir kentte, herkesin evde oturup televizyon izlediği, sokakların hep boş olduğu Cumbernauld’da, ölen amcalarının deposunda tesadüfen hiç kullanılmamış eski synthesizer’ları bulmuş. Önce eBay’de satmayı düşünmüşler ama eskiden Knives Replace Air adlı bir post-punk grubunda çalan Philip Walker, o aletlerle deneysel müzik yapma fikrini atmış ortaya. İki yıl sonra kendilerini de memnun eden bir sound yaratınca yayınlamaya karar vermişler. “Hâlâ bir Depeche Mode değiliz,” diyorlar ve bir yandan da kulüp atmosferiyle hiç ilgilenmediklerini, onları asıl cezbedenin enstrümanların sesi olduğunu vurguluyorlar. Müzikleri bu açıdan dinlenince oldukça ilginç; eski synth’lerden çıkan tuhaf sesler sizi de cezbediyorsa, P60 iyi bir alternatif olabilir.
Bu arada Walker kardeşlerin müzik serüveninin devam etmesini yürekten diliyorum. Çünkü biz isimlerini bilsek de onlar hiç konser vermeyeceklerini, fotoğraf çektirmeyeceklerini, bu celebrity kültüründe anonim kalarak olabildiğince punk bir tavrı sahipleneceklerini söylüyorlar. Bu demektir ki, asla popüler olmayacaklar, her yerde isimlerini görmeyeceğiz. Zaten yaptıkları müzik de daima “leftfield” diye adlandırılan alanda kalacak türden. Açıkçası ben saygı duyuyorum bu tavra; iyi müzik yapıp yayınlamayı sürdürdükleri sürece sorun yok. Umarım kayıt yapmayı sürdürürler.
Silent EM
New York’un yeraltı darkwave/synthpunk sahnesinin yetenekli yeni isimlerinden Silent EM ya da gerçek adıyla Jean Lorenzo’ya internette yeni müzik keşfine çıktığım bir gün rastladım. Tıklayıp dinlemeye başladığım şarkı öylesine içine çekti ki beni, hakkında daha çok araştırma yapmayı sürdürdüm. Sonunda daha önce İspanyolca yazdığı ama yayınlamadığı şarkıları bu yıl bandcamp üzerinden yayınladığı dijital albüm “Entierros Del Ayer”a ulaştım. Daha önce post-punk gruplarında gitar ve bas gitar çalmış ama New York’a taşındığında kendi solo projesini geliştirmeye karar verince synthesizer ve elektronik davulları işin içine katmış Lorenzo. 1980’lerin coldwave soundunu anımsatan sert ve güçlü vokaliyle yalanlar, yanılsama, aşkın yarattığı uyuşma hali ve kaybedilen ütopyalar hakkında duygusal şarkılar söylüyor. Bu tür sert vokalin sözlerdeki duygusallıkla kurduğu tezat, beni en çok etkileyen unsurlardan birisi oldu hep. Silent EM’de de aynı niteliği buldum.
İlk kısaçalarını 2013’te kaset formatında yayınlayan Lorenzo, yine aynı yıl Stockholm merkezli synth odaklı Flexiwave etiketiyle bir kısaçalar yayınladı. Minimal synth/electropunk/new wave türlerinde albümler yayınlayan Yunan plak şirketi Fabrika Records’tan çıkan “Citadel” adlı kısaçaları da sağlam adımlar attığını gösteriyor. Ortrotasce adıyla bilinen Nic Hamersly ile ortak yayınladıkları “Common Loss” ise bu yıl çıktı. Silent EM, yeraltı deneysel müzik dünyasının karanlık dehlizlerinde gezinenlerin karşısına mutlaka bir gün çıkacaktır zaten ama ben yine de synthpunk/coldwave sevenlerin özellikle dikkatini bu isme çekmek istiyorum.
Dasha Rush
Gerçek adı Dasha Ptitsyna Van Celst olan Dasha Rush, Moskova’da doğup büyümüş bir prodüktör/müzisyen. 14 yaşından bu yana hem DJ’lik yapıyor, hem de sanatın farklı alanlarında işbirlikleri gerçekleştirerek kendi müziğini yapıyor. 2004’ten bu yana kendi plak şirketi Fullpanda’dan çıkan tekli ve kısaçalarların dışında albümler de yayınladı. Rusya’dan içine daldığı minimal tekno dünyasındaki çalışmalarını artık Berlin’de sürdürüyor Dasha Rush. Ambient tınıları ve sentetik seslerle kurguladığı deneysel müzik, ismini sadece kentin yeraltı sahnesinde duyurmakla kalmadı; 10 yıldır dans, tiyatro, moda ve diğer sanatsal alanlarda yaptığı işbirlikleriyle de öne çıktı.
Raster Noton’dan bu yıl yayınlanan “Sleepstep - Sonar Poems For My Sleepless Friends” adlı albümü ile tekinsiz bir hava yaratıyor ama aynı zamanda duygusal açıdan çarpıcı bir niteliği var. Öyle ki, albüm tanıtım fotoğraflarında başındaki boynuzlarıyla bir ormanda koşarken görülen Dasha Rush’ın gözlerindelki anlamı müzikten çıkarabiliriz. Kendi tuhaf dünyasında insani hayallerle sarmalanan makinelerin yeni romantizmin anlatıcısı olduğunu söylüyor Dasha Rush. Elektronik müziğin alt türlerine dalan; ambient’tan hardcore’a, soğuk endüstriyel sesleri minimalist atmosferle örtüştüren müziğindeki değişkenlik oldukça ilginç. Makinelere ve sentetik seslere karakter veren bu maceracı sound, farklı sesler arayan kulakların ilgisini çekecektir mutlaka.
-
(Bu röportaj, ilk olarak redbull.com.tr'de yayınlanmıştır.)