28 Eylül 2015 Pazartesi

"SAHNEDE KENDİME BİR TÜR ÖZEL DÜNYA YARATIYORUM"


28.9.2015

Son birkaç yılda ismini sık duyduğumuz, hızla yükselen müzisyenlerden birisi William Doyle. Henüz 24 yaşında ama müzik yolculuğu yeni başlamadı. 2009-2012 arasında indie rock grubu Doyle & The Fourfathers’ın vokalistliğini üstlendi. Yoğun bir kayıt, konser, turne silsilesi şeklinde geçen o üç yılın sonunda grup üyeleri birlikteliklerine son verdi. Doyle’un asıl çıkışı, solo kariyerinde oldu. East India Youth adı altında iki albüm yayınladı. Bağımsız plak şirketi Stolen Recordings etiketiyle 2014’te yayınlanan ilk kaydı “Total Strife Forever” (TSF), önce kulaktan kulağa yayıldı, bloglarda dikkat çekti ve en sonunda Yılın Albümü dalında İngiltere’nin en prestijli müzik ödülü Mercury’e aday gösterildi. Onunla da kalmadı; ödül adaylıkları birbirini izledi. Bu başarının üstüne, arayı açmadan bu yıl XL recordings etiketiyle “Culture of Volume” (COV) adlı yeni bir albüm daha yayınladı. Adını şair Rick Holland'ın "Monument" adlı şiirinden alan bu albüm, Doyle'un solo kariyerinde kısa zamanda yöneldiği bir rotanın da izlerini taşıyor.

Kendisini Glastonbury’de izlediğimde ne yazık ki sahnede yaşanan bir teknik sorun nedeniyle fazla iyi bir performans sergileyememişti ama geçen yıl Salon’daki konseri tahminimin ötesinde başarılıydı.(O konser hakkındaki yazım bu linkte.)

Bu yıl ikinci albümü çıktıktan sonra 9 Ekim akşamı yine Salon’da dinleyeceğiz East India Youth’u. Krautrock, pop, ambient ve elektronik müziği buluşturan müziğinin ardında birçok esin kaynağı var. The Quietus’un onu “yeni çağın David Bowie’si” diye gördüğü söyleniyor ama ben katılamıyorum o yoruma. Bence öyle büyük laflar etmeden de East India Youth’un müziğinden keyif almak olanaklı. En iyisi merak ettiklerimi kendisine sormalı dedim ve Londra’daki evinden telefonla aradım Doyle’u.



Öncelikle yeni albüm “Culture of Volume” için kutlarım. Son birkaç yıldır aldığınız övgüler karşısında nasıl hissediyorsunuz?

Gerçekten teşvik edici oluyor. Aslında bu kadarını hiç beklemiyordum. İlk albümden sonra ikincide de beğeni kazanmak güzel elbette. Daha iyi değilse bile onun kadar güçlü bence. Benim için harika bir dönem oldu bu son yıllar; canlı performanslarım giderek daha da iyileşiyor, her şey daha güçlü bir hale geliyor.

“Total Strife Forever”, 2013’te ilk kez Mercury ve AIM Bağımsız Müzik Ödülleri’nde Yılın Albümü’ne aday gösterildi. İlk albümünüzün böyle karşılanması güzel elbette ama sizin için ödüllerin yeri ne?

Müzik üretirken ödüle aday gösterilip gösterilmeyeceğini hiç düşünmem; benim için o noktada önemli değil. Sadece onca emek verdiğiniz bir çalışmanın takdir edilmesi güzel.  İlk albümümün herhangi bir ödüle aday gösterilmesi beni çok şaşırttı. İyi olmadığını düşündüğüm için değil, ama başkalarının albüme giderek artan bir ilgiyle yaklaşıp sonunda Mercury’e aday gösterecek kadar beğenmesi çılgınca geliyor. Ama sonuçta bunu hissetmek, aday gösterilmek hoş bir duygu.

Röportajlarınızda “Total Strife Forever” nedeniyle tüm yaşantınızın değiştiğini söylüyorsunuz. İki albüm arasında büyük bir dönüşüm mü geçirdiniz?

Evet, öyle oldu. İki albüm arasındaki zamanda hayatım çok değişti. Sanırım zamana bağlı olarak doğal bir gelişme bu. İkinci albümüm bana ilkine göre daha farklı görünüyor; birincide var olan fikirlerin bir gelişimi söz konusu. Bir sanatçı olarak bilinçaltında daima gelişip evrilmeye çalışmak durumunda olduğunuzu hissediyorsunuz. Hayatınızın geri kalan kısmıyla bir bağlantı kurup daha ileriye gitmek için çabalıyorsunuz. Bu sırada hayatınız da değişiyor, sanatınız gelişiyor. Birbirini besleyen bir süreç.



"ŞARKI SÖYLEMEYİ SEVİYORUM"

Öyleyse şunu sorayım; “Culture of Volume”de “Total Strife Forever”da yapmadığınız neyi yaptınız?

Daha pop bir albüm oldu. İlk albüm oldukça içe dönük, bir soyutlanma, yalnızlaşma var onda. Bu nedenle ikincisinin çok daha renkli, dışa dönük olmasını istedim. Bunun sonucu olarak da daha çok şarkı söylüyorum “Culture of Volume”de. İkisinin arasında geçen 1.5 senede sesim de gelişmeye başladı ve bu konuda kendime daha çok güven duydum. Daha çok şarkı söylemek istediğimi fark ettim. Çünkü şarkı söylemeyi seviyorum. Bu nedenle de ikinci albümde şarkı formuna ağırlık verdim. Ortaya çıkan sound da daha ana akıma yakın oldu.

Birinci albümden sonra kazandığınız başarı müzik yapma yönteminizi etkiledi mi?

Evet, etkiledi sanırım. İki albümü tam olarak bu açıdan değerlendirmek zor ama...

İki albümü dinlediğimde bana da verdiği hisler farklı. Sizin de belirttiğiniz gibi ikincide daha pop odaklı bir sound var. Sizce “Total Strife Forever”ı sevenler “Culture of Volume”den de hoşlanıyor mu?

Öyle olmasını umuyorum. İlk albüm oldukça garipti gerçekten; sıradışı vokal kullanımı vardı. O yayınlandıktan sonra kariyerimin geri kalanında ciddi olarak underground elektronik rotada ilerleyeceğimi düşünmüştüm. Neden bilmiyorum ama daha niş bir sounda doğru ilerleyeceğimi sanıyordum, oysa zaman ilerledikçe farklı oldu. İkincisi temelde bir pop albümü olmasına karşın bazı deneysel etkileri de barındırıyor ama sonuçta melodiye bağlı olarak ve pop altyapısında oluyor bunlar. TSF’ı sevenlerin COV’den hoşlanmadığını biliyorum, fakat her zaman herkesi memnun edemezsiniz. Sonuçta ben istediğim şeyi yaptım ve bundan dolayı mutluyum.

Ve artık bir pop yıldızı olmak istediğinizi söylüyorsunuz... Bazı müzisyenler için pop yıldızı olmak berbat bir durum, bitmeyen bir kabus gibi; “Bugün şimdi bunu yapmak zorundasın,” diyen bir sürü insan var çünkü etrafınızda. Sizin fikrinizi tam olarak ne değiştirdi?

Pop yıldızı olmak sizin de söylediğiniz gibi gerçekten çok çalışmayı gerektiriyor. Berbat bir durum mu bilmiyorum ama eğer her şey yolunda giderse hoş bir yaşam tarzı da olabilir. Pop yıldızı olabilmek için gerçekten şarkı yazımında, sahne performansında ve kendinizle ilgili her şeyin sunumu konusunda çok usta olmanız lazım. Doğrusunu söylemek gerekirse pop şarkıları yazmakta iyiyim ama muhtemelen pop yıldızı olmak konusunda aynı şeyi söyleyemem. Pop listelerine giren bir albümüm olmadı... Sanırım deneysel yolu seçmem daha iyi. Gelecek albümüm pop olmayacak, o nedenle pek endişelenmeme gerek yok herhalde. Ama yaşayıp göreceğiz...

Geçen yıl sizi İstanbul’da canlı izledim. Harika bir konserdi. Takım elbiseli genç bir adamın bilgisayarla kaplı bir masanın ardında tek başına durup, kendinden geçercesine, her yerinden terler damlarken çılgınca gitar çalması çok rastlanan bir durum değil ama ben çok beğendim performansınızı. Bana öyle geliyor ki içinizden nasıl geliyorsa öyle davranıyorsunuz, sahnede sizi içgüdülerinizi yönlendiriyor ve kendinizi tamamen müziğe bırakıyorsunuz. Yine de sahnede olup biteni sizin ifadelerinizle duymak isterim.

O turun son konseriydi ve harikaydı. O ana gelinceye kadar canlı performansıma dair kendime olan güvenim gerçekten artmıştı. Sahnede kendime bir tür özel dünya yaratıyorum. Ritme kapılınca başka hiçbir şey ilgilendirmiyor beni. Bir şarkıdan diğerine geçmekten başka bir şey düşünmüyorum.

Sahnede yalnızsınız bütün bunlar olurken!

Evet, bu da çok hoşuma gidiyor.

Bazı müzisyenler sahne kapısı ile sahne arasındaki yolun bir anlamda tedirginlik yarattığını ama sahneye çıktıkları anda her şeyin yoluna girdiğini söylüyor. Sizin için durum nasıl?

Sahnede olduğunuz sürece yaptıklarınızı kontrol edebildiğiniz için kendinize güven duymanız önemli. O alanı yani sahneyi siz idare ediyorsunuz. Nasıl isterseniz öyle performans sergileyebilir, istediğiniz şekilde davranabilirsiniz. Orada olduğunuz sürece yargılamalardan, yönlendirmelerden uzak bir şekilde istediğinizi yapabileceğinize dair özgürlük duygusu çok önemli. Sahnedeyken içgüdülerimle hareket etmek, bende var olan potansiyeli ortaya çıkarmak açısından iyi bir yol. Benim için sahnenin anlamı bu.



Albüme dönersek... Kayıt sırasında sizi en çok zorlayan şarkı hangisi oldu?

Muhtemelen “Hearts That Never” ya da East India Youth dönemimden önce yeşeren “End Result”. Her iki şarkının da ortaya çıkışı tüm kayıt sürecini kapladı. Şarkıların içinde bulunan farklı yapılar sürekli değişti; özellikle ‘End Result’ın son halini alması birkaç yıl sürdü. Ama sonuçta her ikisinin de son halinden oldukça memnunum.

“Carousel”, en yavaş şarkı olmasına karşın albümün temeli gibi görünüyor bana. Atlıkarınca çocukluğa dair bir metafor mu? Anlatmak isterseniz arkasındaki hikaye nedir?

O duygusal geçmişi çok yoğun bir şarkı. O kadar fazla çağrışımı var ki sözleri tek bir açıdan yorumlamak zor. Çocukken atlıkarınca sizin için tam anlamıyla özgürlük demektir; o yaşta hiçbir endişesi olmayan bir insansınız, sorumluluklarınız yok. Ama o dönemde sizi özgür yapan şeyler büyüdükçe sizi sınırlar, sorumluluklarınız artar. Atlıkarınca işte bu içinden hiç çıkamadığınız sürekli hareketi anlatıyor. Atlıkarınca dönmeye başladığında bundan hoşlanıyorsunuz ama döndükçe işler karışıyor ve o isteseniz de istemeseniz de siz ölene kadar dönmeye devam ediyor. Bunu anlatıyor.

Hayat deneyimlerinizin ilk albümünüzün sound ve karakterini belirlediği açık. “Culture of Volume”ün kaydına sızıp bu açıdan etkide bulunan belirli geçmiş hayat deneyimleriniz oldu mu?

İlk albümü kaydettiğim döneme göre sosyal hayatım tamamen farklı. İlk albümde etrafımda fazla insan yoktu, daha çok kendimle konuşma gibiydi o. İkincisinde ise artık kendime göre bir dinleyici kitlem ve belli bir muhatabım vardı. Son birkaç yılda hayatımdaki dönüşümü yansıtan bir deneyim oldu COV. O nedenle daha renkli ve pop.

Sahnede tek başınıza öyle hareketlisiniz ki, zorlandığınız anlar oluyor mu? Canlı çalması en zor olan şarkı hangisi?

En zoru “Turn Away”. Sahnede aynı zamanda bas gitar çalıp, drum pad kullanırken şarkı söylüyorum ve oldukça karmaşık bir klavye bölümü var. O şarkıyı doğru yansıtabilmek için çok enerji harcıyorum, aynı anda çok fazla şey yapıyorum. Aslında performans sırasında zor olan, eski şarkılarla yeni materyalleri birlikte çalıp onların da belirgin şekilde ortaya çıkmasını sağlamak.



"GELECEK ALBÜMÜMÜN ESİN KAYNAĞI MİMARİ"

Bugüne kadar David Bowie, Brian Eno, Harold Budd, Laurel Halo, Tim Hecker, Oneohtrix Point Never, Factory Floor ve Sufjan Stevens’ı esin kaynaklarınız arasında saydınız. Müzik dışında ilham aldığınız şeyler var mı?

Müzik dışında en büyük esin kaynağım bulunduğum çevre; etraftaki insanlardan söz etmiyorum. Yaptığım gözlem, karakter odaklı değil; daha çok atmasfer odaklı soyut gözlemler. İçinde bulunduğum veya etrafımı çevreleyen yer, belli bir yere duyulan takıntı gibi her türden garip etkiler...

Belki gelecek albümde mimari etkilerden yola çıkarsınız...

Gelecek albüm için aklımda var olan fikir tam da bu!

Bu harika! İlginç olacaktır kanımca. Birçok sanatçı özgünlüğü önce öğrenmek ve sonra da öykünme yoluyla kazanıyor. Sizin için nasıl bir süreç bu? Bir sanatçı olarak kendi sesinizi buldunuz?

Bu oldukça ilginç bir süreç. İki albümde de ortaya koyduğum gibi tek bir tür içinde kalmıyorum. Bir şarkı dans müziği türündeyken bir sonraki ambient ya da pop şarkısı olabiliyor. Böyle olunca kendi soundum, albümdeki farklılıkları da barındırıyor. Müzik yaparken herhangi bir şeyden etkilenmekten çekinmiyorum, bu konuda bir sınırlamam yok. Bir kereden fazla dinlediğim her şey bir sonraki albümde farklı bir şekilde ortaya çıkabilir. Belki belli bir sound yaratmak için birkaç yıl tamamen sese odaklanıp, onun üzerinde çalışmak gerekir. Ama ben bundan sonraki için ne olur onu bilmiyorum. İlerde göreceğiz...

Favori grubunuz hangisi?

Muhtemelen Of Montreal... Üzerimde yarattıkları etki bakımından yeri büyük, “Hissing Fauna, Are You the Destroyer?” en sevdiğim beş albümden biridir hâlâ.  British Sea Power’ın büyük hayranıyım. Müzikleri çok zengin, şarkıları duygusal ve onları dinlemek çok keyifli. David Bowie ise, bence en iyi İngiliz müzisyen, İnanılmaz iyi!

Bowie konusunda hemfikirim. İnanılmaz iyi bence de! Yaptığınız remiksler konusunda bir sorum var. Son yıllarda Wild Beasts, Sasha Siem ve Genuflex için yaptığınız remiksleri dinledim. Remiks çalışmalarınızda tercih ettiğiniz belli bir yaklaşım var mı? Yanı orijinale sadık kalmayı yoksa onu bambaşka bir şekle sokmayı mı tercih ediyorsunuz?

Geçen yıl Wild Beasts’i remikslerken şarkıyı orijinaline sadık kalarak onun üzerinde bazı değişiklikler yapmıştım. Ama son dönemdeki remikslerde olabilecek en tuhaf şeyleri yaptım. Bazıları neden henüz yayınmanmadı bilmiyorum. Duruma göre mesela 3  dakikalık şarkıyı alıp 10 dakikanın üzerine çıkarmak, uzattıkça uzatmak gibi tuhaf şeyler de yapabilirim.

İstanbul konserinizde bir noktada atmosfer bir anda kulüp atmosferine dönmüştü. Bence şahaneydi. Belli ki müziğinizde yeraltı endüstriyel tekno sahnesinin etkisi var. Bu türe ilginiz ne zaman başladı?

4-5 sene önce Londra’nın doğu yakasındaki East India bölgesinde yaşadığım sırada gittiğim rave kulüpleri vardı. Artık orada yaşamıyorum ama bir dönem epey cezbetti beni. Corsica Studios’ta gece 10’da başlayıp sabah 10’da biten endüstriyel tekno partileri olurdu. Özellikle onların üzerimde büyük etkisi oldu.

9 Ekim’de İstanbul Salon’daki konserinizi heyecanla bekliyorum. Görüşmek üzere teşekkürler!

Ben teşekkür ederim. Görüşürüz orada!

(Fotoğraflar bana aittir.)

24 Eylül 2015 Perşembe

VEGAN LOGIC - HAYVANLAR İÇİN - 23.9.2015


24.9.2015

Dün akşam Açık Radyo'da canlı yayınlanan Vegan Logic'i hayvanlar için yazılan ve hayvan haklarını savunan şarkılara ayırdım. Kurban Bayramı'nda yaşanan hayvan katliamının içimde yarattığı isyanı bu şarkılarla dile getirmeye çalıştım. Irk, etnik köken, din, dil, cinsiyet ve tür ayrımcılıklarının son bulacağı, hiçbir duyarlı canlının hayatının diğerlerinden daha az değer taşımayacağı günlerin hayaliyle, umuduyla...




1- The Damned - Torture Me
2- Melanie Safka - I Don't Eat Animals
3- Robert Wyatt - Pigs... (In There)
4- Crass - Sentiment
5- Goldfinger - Behind the Mask
6- Poison Girls - The Offending Article
7- Lene Lovich & Nina Hagen - Don't Kill the Animals
8- Dead Prez - Be Healthy
9- I & Ideal - Not In Our Nature (Feat. Gary Yourofsky)
10- Captain Sensible & The Missus - Wot! No Meat?
11- Skinny Puppy - Testure
12- Citizen Fish - Flesh and Blood
13- The Smiths - Meat Is Murder





23 Eylül 2015 Çarşamba

BERLIN ATONAL: SES VE IŞIĞIN EN SOFİSTİKE HALİ


23.9.2015


Bu yıl müzik festivallerinin içinde beni en çok heyecanlandıran, açıkladığı olağanüstü lineup ile Berlin Atonal oldu. Aslında etkinlikte performans gösterecek müzisyenler duyurulmadan önce de festivali yerinde görüp o sıradışı deneyimi yaşamayı aklıma koymuştum. Kentin merkezindeki Mitte bölgesinde eski bir elektrik santrali olan Kraftwerk binasında 19-23 Ağustos tarihleri arasında gerçekleşen Berlin Atonal, bir müzik festivalinden çok daha fazlasını sunuyor; izleyenleri, ışık ve ses arasındaki etkileşimde yaratıcılığın ulaştığı son noktaya taşıyor. Önce festivalin fiziksel koşulları hakkında yararlı olabileceğini düşündüğüm bazı bilgileri vermek istiyorum.

KRAFTWERK’TE ANONİMLİK HİSSİ

1960-1964 yılları arasında Berlin Duvarı’nın inşa edildiği tarihlerde Doğu Berlin’e elektrik sağlamak için inşa edilen bu devasa yapı, mimarisiyle son derece etkileyici. 1997’de başka bir tesis devreye girince bina uzun yıllar terk edilmiş bir halde boş kalmış. 2006’da Dimitri Hegemann, ünlü tekno kulübü Tresor için yeni bir yer ararken, Kraftwerk’in içinde boş duran bir alanı devralıp oraya yerleşmiş. O tarihten sonra renovasyon ve genişletmeler devam etmiş ve en sonunda da Kraftwerk binası halka açılmış. Böylece bina, kentteki endüstri tarihinin bir parçası olmasının yanı sıra, Berlin tekno ve endüstriyel müzik sahnesinin de önemli bir merkezi haline gelmiş. Günümüzde Kraftwerk’teki büyük salonda konser, opera, moda şovu gibi etkinlikler düzenlenirken, bina her sonbaharda Çağdaş Sanat Fuarı’na ve tasarım haftasına da ev sahipliği yapıyor.

Daha önce de kapalı mekanlarda gerçekleşen festivalleri izledim ama hepsinde birden çok salon vardı. Berlin Atonal, beş gün boyunca tek bir binanın içinde yapılıyor. Üst katta büyük sahne, alt katta da ufak bir sahne var ve elektrik santrali olarak inşa edildiğinden içinde tuvaletler hariç herhangi bir kapı yok. Dolayısıyla binaya girdiğinizde çok yüksek tavanlı dev bir yapının içinde buluyorsunuz kendinizi. Duvarlardan yansıyan beton ve demir soğukluğuna bir de sis makinesiyle sürekli pompalanan duman eklenince, yanınızdaki arkadaşınızın bile yüzünü göremediğiniz o kocaman binada binlerce kişinin arasında anonim hale geliyorsunuz. Festival boyunca fiziksel koşulların bende yarattığı en belirgin duygu bu anonimlik hissi oldu. Beş gün süresince bina içinde insanların varlığını hissettim ama kimsenin yüzünü görmedim. Daha önce hiçbir festivalde yaşamadığım bir his olarak çarpıcıydı. Hatta kendimi John Carpenter ya da David Lynch filminin bir sahnesindeymiş gibi hissettiğim anlar çok oldu: Çünkü karanlık ve ürpertici bir güzelliğin içindeydim.

Fiziksel koşullardaki farklılık bununla da sınırlı değildi. Daha önce kapalı mekanda gerçekleştirilen hiçbir festivalde tüm dinleyicilerin yere yatarak müzik dinlediğine tanık olmamıştım. Atonal’da çalınan müziklerin deneysel kulvarda drone, noise, dark ambient, tekno, endüstriyel müzik alanlarında yoğunlaştığını düşünürsek, bu tercihin nedenini anlamak daha kolay. Tekno dışında diğer türlerde müzik çalındığında pek çok kişinin yere bir örtü ya da mat serip müziği yatarak dinlemesi, içinde bulunulan ortamdan çıkıp trans haline geçmenin belirtisiydi. O kocaman yapının içinde binlerce kişinin hiç konuşmadan yere uzanıp sadece müziğe odaklanması, adeta bir ayin görüntüsü yaratıyordu. İçimden film yönetmeni olsam bu sahneyi çekerdim diye geçirdim.

Kraftwerk’teki fiziksel koşullar, çok sevdiğim karanlık ve duman altındaki  konser salonu ortamını yaratmıştı. Underground bir bar değildi ama underground bar ruhunu elektrik santraline başarıyla taşımıştı. Ne giriş katındaki barda uzun sıralar oldu ne de tuvalette... Bu açıdan hiçbir olumsuz bir durum yoktu. Beni rahatsız eden tek şey, binanın içinde sigara içmenin serbest olmasıydı. Açıkça “sigara içilebilir” yazısı yoktu ama içmeyin diyen de yoktu. Bina her ne kadar geniş ve yüksek tavanlı olsa da, bir süre sonra sisle birleşen sigara dumanı, sigara içmeyenleri epey zorladı. Bir performans sırasında gözlerimdeki yanmaya dayanamayarak dışarı çıkmak zorunda bile kaldım. Giriş kapısı sürekli açıktı ancak bu onca insanın sigara dumanını yok etmeye yetmiyordu. Neyse ki müzik çok iyiyse ortamın fiziksel zorluklarını görmezden gelebiliyorum; ama mesela söz konusu Berlin Atonal değil de sıradan bir festival olsaydı böyle bir durumda epey şikayet ederdim.

Berlin Atonal’e gelen dinleyici kitlesi de daha önce gittiğim bütün festivallerde gördüklerimden farklıydı. Gelenler ağırlıklı olarak 25-40 yaşları arasındaydı ama 20-25 ile 40-50 yaşları arasındaki insanları da görmek olanaklıydı. Ayrıca % 99’unun kıyafeti siyah renkteydi. Endüstriyel müziğin yansımaları, katılımcıların tarzlarında da görülebiliyordu. Coil, Nine Inch Nails, Einstürzende Neubauten, Bauhaus, Lustmord, Throbbing Gristle tişörleri gözümden kaçmadı. Bir müzik festivalinde karşılaştığım en belirgin tarz sahibi kitleydi; sadece Almanya’dan değil, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden karma bir dinleyici grubu vardı. Dikkatimi çektiği için belirtme gereği duydum bu noktayı da.

Festival yazılarımda hep vegan yemek yokluğundan yakınırım. Berlin Atonal’e de bu açıdan baktım tabii. Aslında Atonal’de gün erken başlamıyor; çünkü gece çok geç bitiyor. Her gün giriş katındaki ufak sahnede saat 18:00’da müzikle ilgili bir belgesel film gösterisi oluyor. Ona giderseniz festival sizin için o saatte başlayabilir. Sadece müzik performanslarını izliyorsanız, 20:00’da orada olmanız yeterli. Ancak aftershow ve kulüp etkinlikleri sabaha kadar sürdüğünden, festivale 20:00’da giriş yapıp sabah 08:00’da ayrılmanız da mümkün. O arada acıkanlar için Kraftwerk binasının bahçesinde yiyecek standları açılıyor. Farklı ülke yemeklerinden örneklerin sunulduğu tezgahlarda her gün en az bir vegan seçenek yer alıyordu. Ben sadece bir kere denedim; açıkçası miktar olarak doyurucu değildi, hem de pek lezzetli olduğunu söyleyemeyeceğim. Kahve, çay isterseniz onlar da yine masa ve sandalyelerin yer aldığı bahçede satılıyordu.

Festivalin en iyi yanlarından bir diğeri ise, mekanın kent içinde yer alması. Dolayısıyla bir performansı izleyip dışarı çıkmak ve bir iki saat sonra tekrar dönmek çok kolay. Bu da hareket serbestisi getiriyor.

Berlin Atonal hakkındaki bu bilgileri gelecek yıllarda festivale gitmeyi düşünebilecek olanlar için veriyorum ama elbette en önemli konu müzik. O zaman gelelim esas konuya...



DENEYSEL MÜZİĞİN TAPINAĞI

Berlin Atonal’in bu yılki lineup’ı önceki yıllarda olduğu gibi bu yıl da deneysel müziğin en heyecan verici isimlerini bünyesinde topladı. Bu nedenle de Kraftwerk binası bir tür avangart/deneysel müzik tapınağına dönüştü demek yanlış olmaz. Festival sırasında çalanların tümünün bana hitap etmediğini de belirmem gerek. Mesela teknoya ayrılan cuma günü es geçebileceğim bazı isimler vardı programda; aftershow’ların yapıldığı ufak kulüplerde ise bir ara kulağımızı rahatsız eden müzikler duyup kendimizi dışarı zor attık ama genel olarak ana performanslar çok isabetliydi.



Berlin Atonal’de dinlediğim ve gördüğüm her şeyi bu yazıda anlatmam olanaklı değil ama benim için öne çıkanları belirtmek istiyorum. Bir katedralin akustik kalitesine sahip Kraftwerk binasındaki festival, Barbara Morgenstern ve Philip Neumann’ın yönettiği Chor Der Kulturen Der Welt adlı koronun konseriyle başladı. 2007’den bu yana her pazartesi, tamamen farklı disiplin, yaş ve kültürden gelen yaklaşık 30 soprano, alto, tenor, bariton ve bas sesine sahip müzisyen buluşarak pratik yapıyor. Amaçları, müzikte yeni açılımları deneyen uluslararası ve her iki türü karıştıran bir koro yaratmak. Hepsi siyah giyinmiş koro üyelerinin sahnede başlayıp dinleyicilerin arasına girerek sürdürdükleri yarım saatlik performans, benim açımdan son derece ufuk açıcıydı. Her birinden çıkan sesi farklı yönlerden duyduğumda kulaklarımda hissettiğim ince ayrıntıları açıklamam zor ama asıl fark ettiğim, koro üyelerinin şefi ve birbirlerini hiç görmeden kusursuz bir uyum içinde olmasıydı. Bir anlamda koro şefinin fiziksel varlığı yok edilse de, ses aracılığıyla yaptığı yönlendirmelerin ve koro üyeleri arasındaki organik bağın altı çiziliyordu. Daha önce böyle bir koro performansı izlememiştim.



Elektronik ve minimalist müziğin önde gelen isimlerinden David Borden, dünyanın tümüyle synthesizerdan oluşan ilk grubu Mother Mallard Ensemble’ı bu yıl yeniden bir araya getirip Berlin Atonal için retrospektif bir konser verdi. Synth’lerle tasarlanan new age soundunun içinde sürüklendikten sonra Alman synthesizer dehası Max Loderbauer ile deneysel müziğin Polonyalı temsilcilerinden Jacek Sienkiewicz’e festival tarafından özel olarak sipariş edilen birlikteliğe tanık olduk. Sentetik drone’ların melodilere dönüşürken yarattığı ambient tınılar Kraftwerk binasındaki dev video ekran üzerinde Pedro Maia’nın görsel tasarımlarıyla buluşunca, bambaşka bir evrene doğru yola çıktığımızı düşündüm.

Enstrümantal müzik performanslarında görsel kullanımı, uzun yıllardır üzerinde düşündüğüm bir konu. Şarkıda vokal kullanımı varsa zaten anlatmak istediğiniz açıktır; dolayısıyla görsel, sesi desteklemeye yarar. Ancak enstrümantal müzikte görsel kullanımı çok daha belirleyici olabilir. O nedenle bu tür performanslarda dinleyiciye bir düşünceyi imajlarla empoze eden ya da onu belli bir yöne çeken görselleri tercih etmiyorum. Berlin Atonal’de benim izlediklerim arasında Clock DVA dışında tüm performanslar vokalsiz olduğundan bu konuya özellikle dikkat ettim; hiçbirinde manipülatif görsel yoktu. Renkler, çılgınca dans eden ışıklar, çizgiler, geometrik desenler, tektonik patlamalar, birbirinin içinde kaybolan desenler... Hepsi soyuttu ve müzik dinleyicinin yorumuna bırakılmıştı. Bu nedenle festival boyunca müzik-görsel etkileşiminden büyük haz duydum. Müziğin içinde onu yorumlayan temel unsurlardan biri olduğumu hissettim.



BEDENİN KULAĞA DÖNÜŞTÜĞÜ AN

Atonal’de sabırsızlıkla beklenen anlardan birisi, avangart/deneysel müziğin önde gelen iki yeteneği Alessandro Cortini ve Lawrence English’in ortak performansıydı.  İkili, “Immediate Horizon” adını verdikleri bu dünya prömiyerinde minimalist sesleri kullanarak fiziksel sarsıntıyı insanı yutan bir yoğunluk içinde anlatma becerisini gösterdi. Performansın tanıtım yazısında, “dinleyici kitlesinin bir kabusta olduğu gibi, bu sonik dünyanın içine dalıp, tümüyle titreşimin içine girmeye davet edildiği” belirtilmişti. İkili sahneye çıktığında ekranın üzerinde beliren yazı, etkiyi artırmak için dinleyicilere yere oturma ya da uzanma çağrısı yaptı. Herkesin bu çağrıya uyması üzerine ilk kez kapalı bir mekanda diğer dinleyicilerle topluca yere uzanarak müziğin içinde kaybolma duygusunu yaşadım. Sözcüklerle anlatılabilecek bir his değil sanırım ama bir takipçimin Twitter’da yazdığı gibi, “İlk kez alkol olmadan müzikle gerçek anlamda sarhoş olduk.” Algılar bozulmuş, beden kulağa dönüşmüştü!



İlk günkü sarsıcı deneyimi, giriş katındaki Null sahnesinde Yair Elazar Glotman’ın kontrabass ile yarattığı titreşimleri analog tape loop’ları ve elektronik seslerle işlediği müthiş performansını izleyerek tamamladım. Müziği albümlerindeki kadar güçlüydü.

Raster-Noton ve Stroboscopic Artefacts etiketlerinden tanıdığımız Fransa doğumlu Berlin merkezli elektronik müzik prodüktörü Kangding Ray ile Mogwai’nin multienstrümantalist, besteci üyesi Barry Burns’ün SUMS adlı yeni projesi dünyaya Berlin Atonal’de tanıtıldı. Her iki müzisyenin çalışmalarını bilsem de tahmin ettiğimden çok daha iyi bir sonuçla karşılaşarak tam anlamıyla iliklerime kadar sarsıldım. Perküsyon ustası Merlin Ettore ve kontrabas virtüözü Robert Lucaciu’nun da katkılarıyla kurgulanan ses manzaraları olağanüstü güzellikteydi. Yakında bir albüm yayınlamalarını sabırsızlıkla bekliyorum. Bu işbirliğini çok konuşacak müzik dünyası! (Aşağıdaki videoda ses biraz patlamış ama bir fikir vermesi açısından paylaşıyorum.)



TONY CONRAD VE FAUST 20 YIL SONRA AYNI SAHNEDE!

Atonal’de büyük ilgi gören işbirliklerinden birinde avangart sanatın ikonlarından, deneysel film yönetmeni ve besteci Tony Conrad, 20 yıl sonra Alman krautrock grubu Faust ile ilk canlı performansında bir araya geldi. Conrad ve Faust’un 1973’te yayınladıkları “Outside the Dream Syndicate” albümü, o günden bu yana minimalist ve drone müziğindeki parametreleri belirleyerek birçok müzisyen için ufuk açıcı bir kayıt oldu. Albümü festivalde canlı olarak çaldıklarında dinleyenlerin kulakları krautrock ile drone’un kozmik bir karışımıyla mest oldu! Jean-Hervé Péron (bas gitar), Zappi Diermaier (perküsyon) ve Tony Conrad (keman) 26 dakikayı aşan iki parçayı çalarken, tekrara dayalı müziğin ardındaki niyetin mükemmeliyete ulaşma gayesi olduğunu düşündüm. Bunca yıl sonra bu efsane işbirliğini canlı dinlemek, unutamayacağım bir anı olarak tarihe geçti.



Alessandro Cortini, festivalde bu yıl Lawrence English ile gerçekleştirdiği performansa ek olarak, kendi solo projesi Sonno’nun dünya prömiyerini sundu. Sentetik, elektronik ve işlenmiş soundlarla duygusal etki yaratma kabiliyeti en yüksek müzisyenlerden birisi Cortini. Özellikle Buchla analog synthesizer ile yaptığı kayıtlarda ortaya çıkan sesler tek kelimeyle büyüleyici. Sonno performansı sırasında kullandığı görsellere bakarak müziğini dinlerken aklıma bir sürü tuhaf hikaye geldi, hiç görmediğim yerlere gittim, hayalimde tanımadığım insanlarla konuştum. Asıl çarpıcı olan da, bunu soyut görüntülerle yaptı; manipülatif bir vokal ya da imaj yoktu. Müziğin gücünün önünde saygı ile eğildiğim çok özel bir performanstı. Ardından Shackleton sahneye çıksa da, Sonno’nun verdiği tarifsiz mutluluğu korumak için, onu bile dinlemekten vazgeçip ayrıldım festivalden.

COH + Frank performansı, Atonal’de dinlediğim en sert sound oldu. Raster-Noton ve Editions Mego etiketlerinden tanıdığımız COH ile Avusturya’daki Johannes Kepler Linz Üniversitesi’nde Sanat ve Tasarım bölümünde profesör olan görsel sanatçı Tina Frank’in işbirliği, her kulağın dayanabileceği bir sound değildi ama sembiyotik bir canlı şov olarak enteresandı. COH’un bilgisayardan çıkardığı sesleri anında elle kontrol edilen bir analog video ekipman aracılığıyla görsele dönüştürdü Frank. 

CLOCK DVA EFSANESİNİ GÖRDÜK!



Berlin Atonal’in son gününde bana göre izini bırakan isim, multienstrümantalist Ben Frost oldu. Geçen yılın en iyi albümlerinden biri olan A U R O R A’yı çaldığı canlı performansına bu yıl İstanbul’da da tanık oldum ama Kraftwerk binasının atmosferinde çok daha güçlü bir etki yaratacağını biliyordum. Görsel sanatçı MFO’nun (Marcel Weber) ışık ve mekanı kullanarak yaptığı tasarımlar, Frost’un her türlü sınırı yok edip, insanı adeta doğaüstü bir güçle savuran müziğini bir üst aşamaya taşıdı. Frost’un istediği gibi bir elektron hızlandırıcısının içindeymiş gibi hissettim kendimi ya da uzay boşluğunda hızla sürüklendiğimi düşündüm. Tekinsiz bir güzellikti gördüğüm. Müzik dinlerken bulunduğum ortamdan hiç o kadar soyutlanmamıştım.



1980’lerde bana “bir gün Clock DVA’yi canlı dinleyeceksin” denilseydi inanamazdım. Endüstriyel müzik, post punk, EBM sahnesini izleyen pek çok kişi için olduğu gibi benim için de bir efsane Clock DVA. Ses ve görsel arasındaki felsefi etkileşimlere odaklanan müzikleri o yıllardan beri ilgi alanımda. 1978’de kurulan grup, burjuvanın dayattığı ahlak, cinsellik, politika ve sanat anlayışlarına karşı çıkan sanatçıların yarattığı akımın bir parçası oldu daima. 2008’den beri sesleri çıkmıyordu; bu yıl Neo Post Sign adlı bir albüm yayınladıklarında canlı dinleyebileceğimi hiç düşünmemiştim. Atonal’in kapanışını yapan sembiyotik audio-visual performansları Kraftwerk’i anımsatan geometrik desenler ve renklerle son derece enerjikti. Adi Newton, Tez (Mauricio “TeZ” Martinucci) ve görsel sanatçı Panagiotis Tomaras, Atonal’de endüstriyel müzikten aldıkları sample’ları avangart teknikler ve rock enstrümantasyonuyla buluşturan vurucu sound ile bir anda ana sahneyi dans pistine çevirdi. Modern dünyadaki makineleşmenin yarattığı yabancılaşmayı insani duygularla kesiştiren göz alıcı bir şovdu.

MORITZ VON OSWALD’DAN MÜKEMMEL SET

Berlin Atonal’de çoğunlukla ana sahnede kalmakla birlikte, Kraftwerk binasının altında yer alan kulüplerde ne olup bittiğine de baktım. Karanlık ortamlardan geçip, yanıp sönen ışıklarla aydınlatılan dar ve basık tavanlı mekanlara ulaştığımda, bildiğimiz kulüp ortamı ile karşılaştım. İlginçtir beş gün boyunca oldukça geç saatlerde de uğramama karşın tek bir rahatsız edici insan görmedim. Sanıyorum bunun nedeni, Atonal’in temelde müzik odaklı bir dinleyici kitlesinin olması; festivale dağıtmak için değil müzik dinlemek için geliyor insanlar.

Bu kulüp gecelerinden birinde tekno sahnesinin esin verici prodüktörlerinden biri olan Moritz von Oswald’ı dinledim. Ondan önce John Collins’in çaldığı sırada Globus adlı kulüpte yaş ortalaması 20 iken, Moritz von Oswald çıkınca kitle aniden değişti, yaş ortalaması 30’a çıktı. Uzun zamandır dinlediğim en iyi setti diyebilirim. İki saat boyunca tempoyu bir an bile düşürmeden tıka basa dolu kulüpteki herkesi dans ettirdi Oswald. Müzik o kadar iyiydi ki, havalandırma yetmediği için üzerinden terler boşalan insanlar ara vermeden dans etmeyi sürdürdü.

Yazının başında da dediğim gibi, bir festivali lineup büyütür. Berlin Atonal gibi ses ve ışık teknolojilerindeki son yenilikleri izleyip yaratıcılığın doruğuna varan yeni yetenekleri ve önünde saygı duruşuna geçtiğimiz efsaneleri aynı çatı altında toplama becerisini gösterirseniz, festivalin namı sınırları çok aşar. Sanırım uzun süre ayakta kalıp yürümek, az uyku ve az yemek nedeniyle Atonal süresince beş günde iki kilo vermişim. Ama diyorum ki feda olsun; zira ruhum müzikle fazlasıyla beslendi.

(6., 8. ve 9. fotoğraflar Camille Blake'e, geri kalan fotoğraf ve videolar bana ait.)

(Bu yazı ilk olarak redbull.com/tr'de yayınlanmıştır.)

17 Eylül 2015 Perşembe

VEGAN LOGIC - SONBAHARA MERHABA 2015 - 16.9.2015


17.09.2015

Eylül ayı geldiğinde yılın bu zamanlarında sonbahara merhaba demeyi Vegan Logic'te adet haline getirdim. Bu yılki program da 16 Eylül 2015 tarihinde Açık Radyo'da yayınlandı.

1- Tigran Hamasyan - Kars 2 (Wounds of the Centuries)
2- Slowdive - Beginning (4)
3- Moby - The Rain Falls and the Sky Shudders
4- Sexlife - Behind the Waterfall
5- Lucy & Klock - Bliss
6- Melorman - Girls in the 70s
7- Mark Gardener & Robin Guthrie - The Places We Go
8- John Beltran - Dreams Triangle
9- Dalhous - Acceptance Is Reality
10- HHY & The Macumbas - Gysin Version
11- Jac Berrocal, David Fenech, Vincent Epplay - La Valse Des Lilas
12- Nils Frahm - Our Own Roof





10 Eylül 2015 Perşembe

VEGAN LOGIC - PLAKLARDAN SEÇME - 9.9.2016


10.9.2016

9.9.2015 tarihinde Açık Radyo'da canlı yayınlanan Vegan Logic'te kendi koleksiyonumdaki plakları çaldım. Programın kaydı aşağıda. (Görsel tasarım: Rahşan Koçoğlu)

1- Ennio Morricone - Hope of Freedom
2- Ennio Morricone & Joan Baez - The Ballad of Sacco & Vanzetti Part I
3- Selda Bağcan - Yürüyorum Dikenlerin Üstünde
4- Blixa Bargeld & Teho Teardo - Millions of Eels
5- Blixa Bargeld & Teho Teardo - Crimson & Clover
6- Scott Walker - Montague Terrace (in blue)
7- Scott Walker - Angelica
8- The Durutti Column - Never Known
9- The Durutti Column - The Sweet Cheat Gone
10- Lisa Gerrard - Biking Home
11- Lisa Gerrard - Ancestors
12- Sade - Fear
13- Nick Drake - Pink Moon




3 Eylül 2015 Perşembe

VEGAN LOGIC - INDUSTRIAL SOUNDTRACK FOR THE URBAN DECAY


3.9.2015

2.9.2015 tarihinde Açık Radyo'da canlı yayınlanan Vegan Logic'i bu yıl Berlin Atonal'de izlediğim 'Industrial Soundtrack For The Urban Decay' belgeselinde kullanılan şarkılardan bir seçkiye ayırdım. Endüstriyel müziğin kökenlerini araştıran belgeseli Türkiye'de bir festivalde de izlemek umuduyla...

1- Bourbonese Qualk - Lies
2- Klinik - Cold As Ice
3- Click Click - She's Chewing Them
4- SPK - The Doctrine of Eternal Ice
5- Psychic TV - New Sexuality
6- Chris & Cosey - Walking Through Heaven
7- Test Dept. - The Statement
8- Clock DVA - Stations of the Mind
9- Cabaret Voltaire - Why Kill Time (When You Can Kill Yourself)
10- Eric Random - Fade In
11- Orphx - Radiotherapy II




Translate