Bu yıl müzik festivallerinin içinde beni en çok heyecanlandıran, açıkladığı olağanüstü lineup ile Berlin Atonal oldu. Aslında etkinlikte performans gösterecek müzisyenler duyurulmadan önce de festivali yerinde görüp o sıradışı deneyimi yaşamayı aklıma koymuştum. Kentin merkezindeki Mitte bölgesinde eski bir elektrik santrali olan Kraftwerk binasında 19-23 Ağustos tarihleri arasında gerçekleşen Berlin Atonal, bir müzik festivalinden çok daha fazlasını sunuyor; izleyenleri, ışık ve ses arasındaki etkileşimde yaratıcılığın ulaştığı son noktaya taşıyor. Önce festivalin fiziksel koşulları hakkında yararlı olabileceğini düşündüğüm bazı bilgileri vermek istiyorum.
KRAFTWERK’TE ANONİMLİK HİSSİ
1960-1964 yılları arasında Berlin Duvarı’nın inşa edildiği tarihlerde Doğu Berlin’e elektrik sağlamak için inşa edilen bu devasa yapı, mimarisiyle son derece etkileyici. 1997’de başka bir tesis devreye girince bina uzun yıllar terk edilmiş bir halde boş kalmış. 2006’da Dimitri Hegemann, ünlü tekno kulübü Tresor için yeni bir yer ararken, Kraftwerk’in içinde boş duran bir alanı devralıp oraya yerleşmiş. O tarihten sonra renovasyon ve genişletmeler devam etmiş ve en sonunda da Kraftwerk binası halka açılmış. Böylece bina, kentteki endüstri tarihinin bir parçası olmasının yanı sıra, Berlin tekno ve endüstriyel müzik sahnesinin de önemli bir merkezi haline gelmiş. Günümüzde Kraftwerk’teki büyük salonda konser, opera, moda şovu gibi etkinlikler düzenlenirken, bina her sonbaharda Çağdaş Sanat Fuarı’na ve tasarım haftasına da ev sahipliği yapıyor.
Daha önce de kapalı mekanlarda gerçekleşen festivalleri izledim ama hepsinde birden çok salon vardı. Berlin Atonal, beş gün boyunca tek bir binanın içinde yapılıyor. Üst katta büyük sahne, alt katta da ufak bir sahne var ve elektrik santrali olarak inşa edildiğinden içinde tuvaletler hariç herhangi bir kapı yok. Dolayısıyla binaya girdiğinizde çok yüksek tavanlı dev bir yapının içinde buluyorsunuz kendinizi. Duvarlardan yansıyan beton ve demir soğukluğuna bir de sis makinesiyle sürekli pompalanan duman eklenince, yanınızdaki arkadaşınızın bile yüzünü göremediğiniz o kocaman binada binlerce kişinin arasında anonim hale geliyorsunuz. Festival boyunca fiziksel koşulların bende yarattığı en belirgin duygu bu anonimlik hissi oldu. Beş gün süresince bina içinde insanların varlığını hissettim ama kimsenin yüzünü görmedim. Daha önce hiçbir festivalde yaşamadığım bir his olarak çarpıcıydı. Hatta kendimi John Carpenter ya da David Lynch filminin bir sahnesindeymiş gibi hissettiğim anlar çok oldu: Çünkü karanlık ve ürpertici bir güzelliğin içindeydim.
Fiziksel koşullardaki farklılık bununla da sınırlı değildi. Daha önce kapalı mekanda gerçekleştirilen hiçbir festivalde tüm dinleyicilerin yere yatarak müzik dinlediğine tanık olmamıştım. Atonal’da çalınan müziklerin deneysel kulvarda drone, noise, dark ambient, tekno, endüstriyel müzik alanlarında yoğunlaştığını düşünürsek, bu tercihin nedenini anlamak daha kolay. Tekno dışında diğer türlerde müzik çalındığında pek çok kişinin yere bir örtü ya da mat serip müziği yatarak dinlemesi, içinde bulunulan ortamdan çıkıp trans haline geçmenin belirtisiydi. O kocaman yapının içinde binlerce kişinin hiç konuşmadan yere uzanıp sadece müziğe odaklanması, adeta bir ayin görüntüsü yaratıyordu. İçimden film yönetmeni olsam bu sahneyi çekerdim diye geçirdim.
Kraftwerk’teki fiziksel koşullar, çok sevdiğim karanlık ve duman altındaki konser salonu ortamını yaratmıştı. Underground bir bar değildi ama underground bar ruhunu elektrik santraline başarıyla taşımıştı. Ne giriş katındaki barda uzun sıralar oldu ne de tuvalette... Bu açıdan hiçbir olumsuz bir durum yoktu. Beni rahatsız eden tek şey, binanın içinde sigara içmenin serbest olmasıydı. Açıkça “sigara içilebilir” yazısı yoktu ama içmeyin diyen de yoktu. Bina her ne kadar geniş ve yüksek tavanlı olsa da, bir süre sonra sisle birleşen sigara dumanı, sigara içmeyenleri epey zorladı. Bir performans sırasında gözlerimdeki yanmaya dayanamayarak dışarı çıkmak zorunda bile kaldım. Giriş kapısı sürekli açıktı ancak bu onca insanın sigara dumanını yok etmeye yetmiyordu. Neyse ki müzik çok iyiyse ortamın fiziksel zorluklarını görmezden gelebiliyorum; ama mesela söz konusu Berlin Atonal değil de sıradan bir festival olsaydı böyle bir durumda epey şikayet ederdim.
Berlin Atonal’e gelen dinleyici kitlesi de daha önce gittiğim bütün festivallerde gördüklerimden farklıydı. Gelenler ağırlıklı olarak 25-40 yaşları arasındaydı ama 20-25 ile 40-50 yaşları arasındaki insanları da görmek olanaklıydı. Ayrıca % 99’unun kıyafeti siyah renkteydi. Endüstriyel müziğin yansımaları, katılımcıların tarzlarında da görülebiliyordu. Coil, Nine Inch Nails, Einstürzende Neubauten, Bauhaus, Lustmord, Throbbing Gristle tişörleri gözümden kaçmadı. Bir müzik festivalinde karşılaştığım en belirgin tarz sahibi kitleydi; sadece Almanya’dan değil, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden karma bir dinleyici grubu vardı. Dikkatimi çektiği için belirtme gereği duydum bu noktayı da.
Festival yazılarımda hep vegan yemek yokluğundan yakınırım. Berlin Atonal’e de bu açıdan baktım tabii. Aslında Atonal’de gün erken başlamıyor; çünkü gece çok geç bitiyor. Her gün giriş katındaki ufak sahnede saat 18:00’da müzikle ilgili bir belgesel film gösterisi oluyor. Ona giderseniz festival sizin için o saatte başlayabilir. Sadece müzik performanslarını izliyorsanız, 20:00’da orada olmanız yeterli. Ancak aftershow ve kulüp etkinlikleri sabaha kadar sürdüğünden, festivale 20:00’da giriş yapıp sabah 08:00’da ayrılmanız da mümkün. O arada acıkanlar için Kraftwerk binasının bahçesinde yiyecek standları açılıyor. Farklı ülke yemeklerinden örneklerin sunulduğu tezgahlarda her gün en az bir vegan seçenek yer alıyordu. Ben sadece bir kere denedim; açıkçası miktar olarak doyurucu değildi, hem de pek lezzetli olduğunu söyleyemeyeceğim. Kahve, çay isterseniz onlar da yine masa ve sandalyelerin yer aldığı bahçede satılıyordu.
Festivalin en iyi yanlarından bir diğeri ise, mekanın kent içinde yer alması. Dolayısıyla bir performansı izleyip dışarı çıkmak ve bir iki saat sonra tekrar dönmek çok kolay. Bu da hareket serbestisi getiriyor.
Berlin Atonal hakkındaki bu bilgileri gelecek yıllarda festivale gitmeyi düşünebilecek olanlar için veriyorum ama elbette en önemli konu müzik. O zaman gelelim esas konuya...
DENEYSEL MÜZİĞİN TAPINAĞI
Berlin Atonal’in bu yılki lineup’ı önceki yıllarda olduğu gibi bu yıl da deneysel müziğin en heyecan verici isimlerini bünyesinde topladı. Bu nedenle de Kraftwerk binası bir tür avangart/deneysel müzik tapınağına dönüştü demek yanlış olmaz. Festival sırasında çalanların tümünün bana hitap etmediğini de belirmem gerek. Mesela teknoya ayrılan cuma günü es geçebileceğim bazı isimler vardı programda; aftershow’ların yapıldığı ufak kulüplerde ise bir ara kulağımızı rahatsız eden müzikler duyup kendimizi dışarı zor attık ama genel olarak ana performanslar çok isabetliydi.
Berlin Atonal’de dinlediğim ve gördüğüm her şeyi bu yazıda anlatmam olanaklı değil ama benim için öne çıkanları belirtmek istiyorum. Bir katedralin akustik kalitesine sahip Kraftwerk binasındaki festival, Barbara Morgenstern ve Philip Neumann’ın yönettiği Chor Der Kulturen Der Welt adlı koronun konseriyle başladı. 2007’den bu yana her pazartesi, tamamen farklı disiplin, yaş ve kültürden gelen yaklaşık 30 soprano, alto, tenor, bariton ve bas sesine sahip müzisyen buluşarak pratik yapıyor. Amaçları, müzikte yeni açılımları deneyen uluslararası ve her iki türü karıştıran bir koro yaratmak. Hepsi siyah giyinmiş koro üyelerinin sahnede başlayıp dinleyicilerin arasına girerek sürdürdükleri yarım saatlik performans, benim açımdan son derece ufuk açıcıydı. Her birinden çıkan sesi farklı yönlerden duyduğumda kulaklarımda hissettiğim ince ayrıntıları açıklamam zor ama asıl fark ettiğim, koro üyelerinin şefi ve birbirlerini hiç görmeden kusursuz bir uyum içinde olmasıydı. Bir anlamda koro şefinin fiziksel varlığı yok edilse de, ses aracılığıyla yaptığı yönlendirmelerin ve koro üyeleri arasındaki organik bağın altı çiziliyordu. Daha önce böyle bir koro performansı izlememiştim.
Elektronik ve minimalist müziğin önde gelen isimlerinden David Borden, dünyanın tümüyle synthesizerdan oluşan ilk grubu Mother Mallard Ensemble’ı bu yıl yeniden bir araya getirip Berlin Atonal için retrospektif bir konser verdi. Synth’lerle tasarlanan new age soundunun içinde sürüklendikten sonra Alman synthesizer dehası Max Loderbauer ile deneysel müziğin Polonyalı temsilcilerinden Jacek Sienkiewicz’e festival tarafından özel olarak sipariş edilen birlikteliğe tanık olduk. Sentetik drone’ların melodilere dönüşürken yarattığı ambient tınılar Kraftwerk binasındaki dev video ekran üzerinde Pedro Maia’nın görsel tasarımlarıyla buluşunca, bambaşka bir evrene doğru yola çıktığımızı düşündüm.
Enstrümantal müzik performanslarında görsel kullanımı, uzun yıllardır üzerinde düşündüğüm bir konu. Şarkıda vokal kullanımı varsa zaten anlatmak istediğiniz açıktır; dolayısıyla görsel, sesi desteklemeye yarar. Ancak enstrümantal müzikte görsel kullanımı çok daha belirleyici olabilir. O nedenle bu tür performanslarda dinleyiciye bir düşünceyi imajlarla empoze eden ya da onu belli bir yöne çeken görselleri tercih etmiyorum. Berlin Atonal’de benim izlediklerim arasında Clock DVA dışında tüm performanslar vokalsiz olduğundan bu konuya özellikle dikkat ettim; hiçbirinde manipülatif görsel yoktu. Renkler, çılgınca dans eden ışıklar, çizgiler, geometrik desenler, tektonik patlamalar, birbirinin içinde kaybolan desenler... Hepsi soyuttu ve müzik dinleyicinin yorumuna bırakılmıştı. Bu nedenle festival boyunca müzik-görsel etkileşiminden büyük haz duydum. Müziğin içinde onu yorumlayan temel unsurlardan biri olduğumu hissettim.
BEDENİN KULAĞA DÖNÜŞTÜĞÜ AN
Atonal’de sabırsızlıkla beklenen anlardan birisi, avangart/deneysel müziğin önde gelen iki yeteneği Alessandro Cortini ve Lawrence English’in ortak performansıydı. İkili, “Immediate Horizon” adını verdikleri bu dünya prömiyerinde minimalist sesleri kullanarak fiziksel sarsıntıyı insanı yutan bir yoğunluk içinde anlatma becerisini gösterdi. Performansın tanıtım yazısında, “dinleyici kitlesinin bir kabusta olduğu gibi, bu sonik dünyanın içine dalıp, tümüyle titreşimin içine girmeye davet edildiği” belirtilmişti. İkili sahneye çıktığında ekranın üzerinde beliren yazı, etkiyi artırmak için dinleyicilere yere oturma ya da uzanma çağrısı yaptı. Herkesin bu çağrıya uyması üzerine ilk kez kapalı bir mekanda diğer dinleyicilerle topluca yere uzanarak müziğin içinde kaybolma duygusunu yaşadım. Sözcüklerle anlatılabilecek bir his değil sanırım ama bir takipçimin Twitter’da yazdığı gibi, “İlk kez alkol olmadan müzikle gerçek anlamda sarhoş olduk.” Algılar bozulmuş, beden kulağa dönüşmüştü!
İlk günkü sarsıcı deneyimi, giriş katındaki Null sahnesinde Yair Elazar Glotman’ın kontrabass ile yarattığı titreşimleri analog tape loop’ları ve elektronik seslerle işlediği müthiş performansını izleyerek tamamladım. Müziği albümlerindeki kadar güçlüydü.
Raster-Noton ve Stroboscopic Artefacts etiketlerinden tanıdığımız Fransa doğumlu Berlin merkezli elektronik müzik prodüktörü Kangding Ray ile Mogwai’nin multienstrümantalist, besteci üyesi Barry Burns’ün SUMS adlı yeni projesi dünyaya Berlin Atonal’de tanıtıldı. Her iki müzisyenin çalışmalarını bilsem de tahmin ettiğimden çok daha iyi bir sonuçla karşılaşarak tam anlamıyla iliklerime kadar sarsıldım. Perküsyon ustası Merlin Ettore ve kontrabas virtüözü Robert Lucaciu’nun da katkılarıyla kurgulanan ses manzaraları olağanüstü güzellikteydi. Yakında bir albüm yayınlamalarını sabırsızlıkla bekliyorum. Bu işbirliğini çok konuşacak müzik dünyası! (Aşağıdaki videoda ses biraz patlamış ama bir fikir vermesi açısından paylaşıyorum.)
TONY CONRAD VE FAUST 20 YIL SONRA AYNI SAHNEDE!
Atonal’de büyük ilgi gören işbirliklerinden birinde avangart sanatın ikonlarından, deneysel film yönetmeni ve besteci Tony Conrad, 20 yıl sonra Alman krautrock grubu Faust ile ilk canlı performansında bir araya geldi. Conrad ve Faust’un 1973’te yayınladıkları “Outside the Dream Syndicate” albümü, o günden bu yana minimalist ve drone müziğindeki parametreleri belirleyerek birçok müzisyen için ufuk açıcı bir kayıt oldu. Albümü festivalde canlı olarak çaldıklarında dinleyenlerin kulakları krautrock ile drone’un kozmik bir karışımıyla mest oldu! Jean-Hervé Péron (bas gitar), Zappi Diermaier (perküsyon) ve Tony Conrad (keman) 26 dakikayı aşan iki parçayı çalarken, tekrara dayalı müziğin ardındaki niyetin mükemmeliyete ulaşma gayesi olduğunu düşündüm. Bunca yıl sonra bu efsane işbirliğini canlı dinlemek, unutamayacağım bir anı olarak tarihe geçti.
Alessandro Cortini, festivalde bu yıl Lawrence English ile gerçekleştirdiği performansa ek olarak, kendi solo projesi Sonno’nun dünya prömiyerini sundu. Sentetik, elektronik ve işlenmiş soundlarla duygusal etki yaratma kabiliyeti en yüksek müzisyenlerden birisi Cortini. Özellikle Buchla analog synthesizer ile yaptığı kayıtlarda ortaya çıkan sesler tek kelimeyle büyüleyici. Sonno performansı sırasında kullandığı görsellere bakarak müziğini dinlerken aklıma bir sürü tuhaf hikaye geldi, hiç görmediğim yerlere gittim, hayalimde tanımadığım insanlarla konuştum. Asıl çarpıcı olan da, bunu soyut görüntülerle yaptı; manipülatif bir vokal ya da imaj yoktu. Müziğin gücünün önünde saygı ile eğildiğim çok özel bir performanstı. Ardından Shackleton sahneye çıksa da, Sonno’nun verdiği tarifsiz mutluluğu korumak için, onu bile dinlemekten vazgeçip ayrıldım festivalden.
COH + Frank performansı, Atonal’de dinlediğim en sert sound oldu. Raster-Noton ve Editions Mego etiketlerinden tanıdığımız COH ile Avusturya’daki Johannes Kepler Linz Üniversitesi’nde Sanat ve Tasarım bölümünde profesör olan görsel sanatçı Tina Frank’in işbirliği, her kulağın dayanabileceği bir sound değildi ama sembiyotik bir canlı şov olarak enteresandı. COH’un bilgisayardan çıkardığı sesleri anında elle kontrol edilen bir analog video ekipman aracılığıyla görsele dönüştürdü Frank.
CLOCK DVA EFSANESİNİ GÖRDÜK!
Berlin Atonal’in son gününde bana göre izini bırakan isim, multienstrümantalist Ben Frost oldu. Geçen yılın en iyi albümlerinden biri olan A U R O R A’yı çaldığı canlı performansına bu yıl İstanbul’da da tanık oldum ama Kraftwerk binasının atmosferinde çok daha güçlü bir etki yaratacağını biliyordum. Görsel sanatçı MFO’nun (Marcel Weber) ışık ve mekanı kullanarak yaptığı tasarımlar, Frost’un her türlü sınırı yok edip, insanı adeta doğaüstü bir güçle savuran müziğini bir üst aşamaya taşıdı. Frost’un istediği gibi bir elektron hızlandırıcısının içindeymiş gibi hissettim kendimi ya da uzay boşluğunda hızla sürüklendiğimi düşündüm. Tekinsiz bir güzellikti gördüğüm. Müzik dinlerken bulunduğum ortamdan hiç o kadar soyutlanmamıştım.
1980’lerde bana “bir gün Clock DVA’yi canlı dinleyeceksin” denilseydi inanamazdım. Endüstriyel müzik, post punk, EBM sahnesini izleyen pek çok kişi için olduğu gibi benim için de bir efsane Clock DVA. Ses ve görsel arasındaki felsefi etkileşimlere odaklanan müzikleri o yıllardan beri ilgi alanımda. 1978’de kurulan grup, burjuvanın dayattığı ahlak, cinsellik, politika ve sanat anlayışlarına karşı çıkan sanatçıların yarattığı akımın bir parçası oldu daima. 2008’den beri sesleri çıkmıyordu; bu yıl Neo Post Sign adlı bir albüm yayınladıklarında canlı dinleyebileceğimi hiç düşünmemiştim. Atonal’in kapanışını yapan sembiyotik audio-visual performansları Kraftwerk’i anımsatan geometrik desenler ve renklerle son derece enerjikti. Adi Newton, Tez (Mauricio “TeZ” Martinucci) ve görsel sanatçı Panagiotis Tomaras, Atonal’de endüstriyel müzikten aldıkları sample’ları avangart teknikler ve rock enstrümantasyonuyla buluşturan vurucu sound ile bir anda ana sahneyi dans pistine çevirdi. Modern dünyadaki makineleşmenin yarattığı yabancılaşmayı insani duygularla kesiştiren göz alıcı bir şovdu.
MORITZ VON OSWALD’DAN MÜKEMMEL SET
Berlin Atonal’de çoğunlukla ana sahnede kalmakla birlikte, Kraftwerk binasının altında yer alan kulüplerde ne olup bittiğine de baktım. Karanlık ortamlardan geçip, yanıp sönen ışıklarla aydınlatılan dar ve basık tavanlı mekanlara ulaştığımda, bildiğimiz kulüp ortamı ile karşılaştım. İlginçtir beş gün boyunca oldukça geç saatlerde de uğramama karşın tek bir rahatsız edici insan görmedim. Sanıyorum bunun nedeni, Atonal’in temelde müzik odaklı bir dinleyici kitlesinin olması; festivale dağıtmak için değil müzik dinlemek için geliyor insanlar.
Bu kulüp gecelerinden birinde tekno sahnesinin esin verici prodüktörlerinden biri olan Moritz von Oswald’ı dinledim. Ondan önce John Collins’in çaldığı sırada Globus adlı kulüpte yaş ortalaması 20 iken, Moritz von Oswald çıkınca kitle aniden değişti, yaş ortalaması 30’a çıktı. Uzun zamandır dinlediğim en iyi setti diyebilirim. İki saat boyunca tempoyu bir an bile düşürmeden tıka basa dolu kulüpteki herkesi dans ettirdi Oswald. Müzik o kadar iyiydi ki, havalandırma yetmediği için üzerinden terler boşalan insanlar ara vermeden dans etmeyi sürdürdü.
Yazının başında da dediğim gibi, bir festivali lineup büyütür. Berlin Atonal gibi ses ve ışık teknolojilerindeki son yenilikleri izleyip yaratıcılığın doruğuna varan yeni yetenekleri ve önünde saygı duruşuna geçtiğimiz efsaneleri aynı çatı altında toplama becerisini gösterirseniz, festivalin namı sınırları çok aşar. Sanırım uzun süre ayakta kalıp yürümek, az uyku ve az yemek nedeniyle Atonal süresince beş günde iki kilo vermişim. Ama diyorum ki feda olsun; zira ruhum müzikle fazlasıyla beslendi.
(6., 8. ve 9. fotoğraflar Camille Blake'e, geri kalan fotoğraf ve videolar bana ait.)
(Bu yazı ilk olarak redbull.com/tr'de yayınlanmıştır.)