23 Ekim 2015 Cuma

MORRISSEY - LIST OF THE LOST


By on 16:15:00

23.10.2015

Morrissey'in ilk romanı "List of the Lost", Penguin Books tarafından yayınlanalı bir ay oldu. Romanı ilk haftasında Paris'e giden bir arkadaşım sayesinde edinip okudum ama bir değerlendirme yazısı yazmak için acele etmek istemedim. Okuduklarımı sindirdim, bir daha okudum ve heyecanımı yaşadıktan sonra yazmayı uygun buldum. Ekim 2013'te yayınlanan "Autobiography" adlı kitabından sonra da aynı şekilde bir süre kitap hakkında sakince düşünüp bir yazı kaleme almıştım. Çünkü sabırsızlıkla beklediğiniz bir sanat eseri ile ilk karşılaştığınızda beklentileriniz yoğun olduğundan yorumlarınız çok isabetli olmayabiliyor. Aynı yapıtı sonradan değerlendirdiğinizde daha net bir manzara çıkıyor ortaya.

"List of the Lost" İngiltere'de yayınlandıktan bir gün sonra The Guardian'da gazetenin Müzik Editörü Michael Hann imzalı bir yazı çıktı. Bugüne kadar bir kitap hakkında yazılmış en ağır eleştiriydi diyebilirim; çünkü kitabı uzun uzun kötülemeye başlamadan daha ilk paragrafta "Bu kitabı okumayın; okuyup da kendinize hakaret etmeyin. Bunu basanlar utanmalı; cilasız bir tezek, Morrissey'in hayalgücünün bayat atıklarından ibaret bir kitap bu," diyordu yazar. Twitter'dan kendisine "Tezek cilalanabilir mi?" diye sordum ama beni blokladı. Yazının tümünü okuduğumda ise, nefretin daha çok Morrissey'in kişiliğine yönelik bir karakter katline dönüştüğüne tanık oldum. Aynı gün bu yazıyı okuyan ama henüz kitabı eline almamış birçok insan, sosyal medyada #listofthelost etiketini kullanarak çeşitli aşağılamalarda bulundu. Ama birisi vardı ki, bir yazar/eleştirmen olarak başka bir yazara yapılabilecek en acımasız şovu sergiledi. The Guardian kitap eleştirmeni Lucy Inglis, Twitter'da kitabı canlı tweetleyerek okudu. Yani kitaptan cümleleri yanına dalga geçen yorumlarını ekleyerek, tamamen romandaki konseptten çıkararak tek tek paylaştı. Saatlerce süren bu alay etme seansı sonucunda takipçi sayısını epey artırdı ve çok eğlendi ama ne yazık ki tanık olduğumuz sosyal medyada bir kitap cinayetiydi...

The Guardian'dan sonra İngiliz medyasında ardı ardına kitap hakkında çok sert eleştiriler çıktı. "List of the Lost", daha ilk haftasında yeni doğmuşken gömüldü adeta. Kitabı elime aldığımda bütün bu duyduklarımdan arınmış bir şekilde okumaya başladım. Elbette Morrissey benim için çok önemli ve ona saygım büyük ama sonuçta ben de bir yazarım; bir roman hakkındaki düşüncelerimi bağımsız söyleyebilecek olgunlukta olmalıyım, kötüyse neden beğenmediğimi ifade edebilmeliyim. Bu yaklaşımla okudum yıllardır beklediğim kitabı.

Gotik romantizm türünde yazılan roman, 1970'ler Amerikası'nda bir koşu takımında yer alan dört gencin kazara perişan bir adamın ölümüne neden olmalarıyla başlayan uğursuz olaylar zincirini anlatıyor. Morrissey'in kitap yayınlanmadan önce verdiği kısa bilgiye göre, öldürülen sefil görünümlü adam, fiziksel bir forma bürünmüş ama aslında bedenden ayrılmış bir ruh. Bu olay sonrasında bir lanet gibi takım üyelerinin yakasına yapışıp her birinin ölümüne yol açıyor. Tahmin edilebileceği gibi, son derece karanlık bir hikaye. Gece gökteki takımyıldızları seçebilmek gibi, kitabı da dikkatli okuduğunuzda bu karanlığın içinde çok parlak düşünceleri fark ediyorsunuz. Ama Morrissey'in şarkılarındaki cevherin farkına varabilmek için olduğu gibi, romanın içerdiği pırıltıları bulmak da önemli ölçüde okuyucuya düşüyor. Bu noktada en isabetli yorumu sanatçı ve müzisyen Linder Sterling yaptı; Morrissey'in romanını okuyunca, annesinin İrlandalıların ölüme karşı takıntılı olduğundan söz edişini hatırladığını söyledi. "Morrissey, bize ölümün gölgesinin karanlık koridorlarında hızlı bir tur attırıyor. Hepimiz geçmişin hayaletleri ve yeni doğanlarla bir tür takım yarışındayız. Boşa geçirecek zaman yok," diyerek felsefi yaklaşımını açıkladı.

"List of the Lost"u tema dışında biçimsel açıdan değerlendirirsek, içerdiği farklı kelimeler ve süslü anlatım nedeniyle kolay okunan bir kitap değil. Bu nedenle de kitabın Oxford sözlüğü ile birlikte satıldığına dair espriler türedi. Ana dili İngilizce olanların bile hiç duymadığı sözcük ve deyimlerin yanında, Morrissey'in kendi türettiği sözcükler var. "Autobiography"de de rastladığımız şiirsel anlatım tarzı, romanda çok daha ileri seviyeye taşınmış ve sanırım insanları kitaba karşı soğutan nedenlerden biri bu. Benim için ise, aksine bu son derece özgün anlatım tarzını keşfetmek çok eğlenceli oldu. Bazı satırlar vardı ki, insanın aklına Morrissey'in neredeyse rap şarkısına söz yazdığını düşündürdü. Mesela "Like the lash of a whip at the starboard tip of a mid-storm ship losing its grip" gibi. Bu tür uyaklar yaratabilmek için yeri geldiğinde yeni kelimeler yaratan bir yazar Morrissey. Onu yaklaşık 35 yıldır izleyenlerin çok iyi bildiği gibi kelimelerle fantastik bir ilişkisi var. Herkesin düşünceleri aynı ifadelerle anlatmasından sıkıldığını söyledi defalarca. Kimisi romandaki dili fazla gösteriş olarak değerlendirse de, bence iyi yapıldığı sürece dilde sadelik kadar gösteriş de takdir edilmeli. Jose Saramago'nun bir sayfayı bulan cümleleri bazı okuyucuları zorlayabilir ve bunu ifade etmekte de özgürler ama sırf bu nedenle ona berbat deme hakkı doğar mı?

Romanın genel olarak okuyucuyu zorlayan biçimsel özelliklerinden bir diğeri, hiç ara vermeden, bölümlere ayırmadan baştan sona tek bir metin halinde yazılması. Bu noktada Morrissey'in editörlerin müdahalesine izin vermediğinin ortaya çıktığını söyleyerek bunu yüksek ego ile açıklayanlar oluyor. Ancak Morrissey hiçbir eserini kitleler beğensin diye yaratmadı ki... Ondan okuyucuya daha sıcak gelsin diye bazı düzenlemeler yapmasını beklemek, çoğunluğa hoş görünmek için hayvan hakları konusunda artık konuşmamasını beklemekle aynı şey. Bunu umursayacak birisi olsaydı, bunca yıldır her konserinde "Meat Is Murder"ı çalarken dinleyicilere hayvan zulmüne dair şok edici videoyu izletir miydi? Bunu yaptığı sırada salondan toplu çıkışların olduğunu ya da birçok kişinin telefonuyla oynamaya başlayıp sahnedeki ekranı görmezden gelmeye çalıştığını bilmiyor mu sizce? Sanatçı, toplumun duymayı beklediklerini söyleyen değil, toplumu rahatsız etme ve dışlanma pahasına zulme karşı durup düşüncesini söyleyendir. Bunun yaşayan en sağlam kanıtlarından biri de Morrissey. Bu nedenle edebiyat çevrelerinde benimsenmiş kurallara göre kitap yazmasını hiç beklemiyordum ondan. "List of the Lost"un benimsenmiş kuralları yıkan bir roman olması beni hiç şaşırtmadı. İkon statüsüne gelmiş bir sanatçının yıllardır müzik endüstrisine kafa tutuşu ve kodamanlara boyun eğmeyişi gibi, bu da Morrissey'in içinde yaşayan punk ruhunun edebiyattaki yansıması. 

Bu aşamada şu soruyu da soralım: Roman, kitap sektöründe alışılagelmiş biçimlere uygun olarak okuyucuya rahatlık sağlayacak şekilde tasarlansaydı daha mı iyi olurdu? Ben  kendi görüşümü söyleyebilirim elbette. Kitap, okumaya başladıktan sonra "acaba bundan sonra ne olacak?" duygusunu sürekli verdi bana. Evet, olayların arasında uzun analizler yaptığı bölümler var ve bir noktada kopuş yaşayabiliyorsunuz. Fakat analizler öylesine ilginç ki, sıkıcı gelmedi hiçbiri. Mesela Bonanza adlı TV dizisini sayfalarca irdelediği bölüm, 70'ler Amerikası'na dair çok ayrıntılı gözlemler içeriyor. Morrissey'in çocukluk ve gençlik yıllarında tanık olduğu TV programlarından toplumsal kültür analizi yapabilme kapasitesi müthiş. Benzer çarpıcı değerlendirmelere "Autobiography"de de rastlamıştık.

Roman yazımı açısından söylenebilecek bir fark da, karakter tanımlamalarındaki belirsizlik. Hikayedeki dört ana erkek kahraman, Ezra, Nails, Harri ve Justy adını taşıyor. Bu kadar az rastlanan isimleri tercih etmesinin nedenini tam olarak bilmiyorum ama kendi romanım "Utanmış Sessizlik" ile bu noktada bir benzerlik buldum. Romanımı yazarken çok uzun süre karakterler için farklı isimler düşünmüş ama hiçbiri içime sinmeyince Svahili dilinden isimler belirlemiştim. O dönemde beni yayınevinden uyarıp, okuyucuların karakterlerle kendilerini özdeşleştirmesinin önemli olduğu ve bulduğum isimlerin bunu zorlaştıracağı hatırlatılmıştı. Yine de ben, romanda anlattığım olayın evrensel olmasını, herhangi bir kültür ya da coğrafya ile özdeşleştirilmemesini istediğimden kararımı değiştirmedim. Sevdiğim romancı, Nobel ödüllü yazar J. M. Coetzee de dinlediğim bir söyleşisinde yazarlığa ilk başladığı dönemlerde evrensellik konusunda aynı çabayı gösterdiğini anlatmış ve sonrasında bunun iyi bir yöntem olmadığını gördüğünü söylemişti. Bunun ilk romanını yazan birçok yazarın düşebileceği bir hata olduğu söylenir. Oysa ben geriye dönüp romanımı tekrar yazsam ya da yeni bir roman yazsam, yine aynı tercihi yapabilirim. "List of the Lost" karakterlerin etrafında dönmüyor; karakterler, Morrissey'in anlatmak istediği hikayenin içinde yardımcı unsur gibiler. İnsana ve topluma dair çelişkiler, haksızlıklar ve saçmalıklar silsilesini aktarırken seçilmiş birer oyuncu gibiler. Nitekim başlangıçta Ezra olarak tanıtılan kahramanın romanın bir yerinde Ezra Pound diye adlandırılması, Amerikalı modernist şair Ezra Pound'a yapılan ince bir atıf. Derin karakter irdelemeleri yok romanda ama insan ve toplum analizi var. O analizlerin içinde de Morrissey'in bunca yıldır sürekli gündemde tuttuğu hayvan hakları, Kraliyet ailesi ve Margaret Thatcher'a duyduğu nefret, çocuk tacizi, din baskısı ve toplumsal tutuculuk var. 1970'ler Amerikası'nda dinci sağa yönelttiği eleştirilerini bu temaları basamak yaparak kurguluyor. "Bir kere olsun şu et konusunu, Thatcher konusunu geride bıraksa, en azından roman yazarken yapmasa!" diyenleri duyar gibiyim. Ben de diyorum ki, bunlar bir insan, bir sanatçı olarak onu en çok yaralayan konularsa neden bıraksın? Çok açık ki, et yiyen bir insanın kitaptaki ağır ifadeleri hazmetmesi zor. Bunlardan biri de Twitter hesabında kendisini "domuz yiyici" olarak tanımlayan The Guardian yazarı Michael Hann olsa gerek.

Ben ise, "List of the Lost"u okurken birçok satırın altını çizip bazı paragrafları tümüyle çerçeveye aldım. "Vahşi çan çiçekleri ehlileştirilebilir mi?", "Bize ait olsunlar diye başkalarını akılsızca zayıflattığımız tümüyle gerçek olabilir," "Hayvanların iyi olmak için tanrıya ihtiyacı yoktur ve karşılıklı özgeciliğe dayalı toplumlarda yaşamazlar. Hayvanların paraya ihtiyacı yoktur ve kendi türleri arasında astlarını bile beslerler. Buna karşın insanlar, tamamen yaptıkları iyiliğe verilecek karşılığa ve ilahi cezalandırmayla beslenen üstünlüğün pahalı gösterişine bel bağlayarak yaşar," bunlardan bazıları.

Satır aralarında keşfedilecek bu tür cevherler, İngiliz medyasında hiç gündeme gelmezken, kitapta geçen sıradışı iki seks sahnesi ve Morrissey'in bu sahneleri açıklarken kullandığı "bulbous salutation" ve "the center zone" ifadeleri epey yer aldı. Oysa bence erekte olmuş penise "bulbous salutation", vajinaya da "the center zone" demek oldukça yaratıcı. Bu ifadelerle öyle çok dalga geçildi ki, Morrissey sayesinde İngilizce iki yeni deyim daha kazandı demek yanlış olmaz. O iki sahne, hayatımda okuduğum en iyi yazılmış tuhaf seks sahnesi. Üstelik olumsuz eleştirenler, romantik düşüncelere konu olsun, "Ne kadar hoş bir sahne!" densin diye yazılmadıklarını da unutuyor. Bazı şeyler rahatsız etse de gerçektir ve birileri cesaret gösterip onları toplumun yüzüne çarpar.

Bunca sözden sonra "List of the Lost" hakkındaki kısa yorumum şu: Okuduğum en farklı roman, sadece Morrissey'in yazabileceği kadar özgün bir kitap. Zorlayıcı, sorgulayıcı, şoke edici, Morrissey'in albümleri gibi karanlık ve aynı zamanda da kara komediye varan anlarıyla güldüren bir roman "List of the Lost". Şarkıları gibi kurgusal yazın eseri de kimsenin başaramayacağı kadar dürüst. Böyle olduğu için gerçekten mutluyum.

Yazan: Zülal Kalkandelen

Translate