30 Kasım 2015 Pazartesi

GREG HAINES: SESLERLE ROMAN YAZAN MÜZİSYEN


30.11.2015

Berlin merkezli Denovali Records, günümüzün en ufuk açıcı bağımsız plak şirketlerinden birisi. 2015'in ilk ayında özel bir radyo programı yapıp kataloğunu incelemeye aldığım bu etiket, günümüz müziğine çok değerli katkılarda bulunuyor. Daha önce Denovali sanatçılarından bir kısmını İstanbul'da ağırladık ama artık özel bir "label night" gecesini hak etmişti. Beklediğimiz bu etkinlik, 5 Aralık akşamı Salon'daki Limits Off konserleri kapsamında düzenlenen Denovali Label Night ile gerçekleşecek. Böylece aynı sahnede, geçtiğimiz nisan ayında Douglas Dare ile birlikte olağanüstü bir konser veren Greg Haines'in yanı sıra, ilk albümü "Bastards" ile iyi bir çıkış yapan Ah! Kosmos ve Alman besteci ve klasik piyano virtüözü Orson Hentschel'i dinleme olanağı bulacağız.

İngiliz elektro-akustik sanatçısı Greg Haines ile geçen defa röportaj yapma fırsatı bulamamıştım ama bu kez erken davranıp konserden önce bazı merak ettiklerimi sorabildim. Nisan ayındaki konser hakkındaki yazımda belirttiğim gibi; onu sahnede müzik yaparken görmek, albümlerini dinlemekten farklı bir deneyim. Klavye, synth, efektler, loop'a aldığı melodiler, melodika ve piyano ile sanki laboratuvardaki çılgın profesörü andıran bir edayla enstrümanlar arasında hızla mekik dokuyor. "Yarattığı elektro-akustik sesleri bütünleştirip birbirinin içinden geçirirken, seslerle roman yazdı adeta," demişim önceki yazımda... Yeni romanı çok merak ediyorum!

  

1980'lerde İngiltere'nin güneyinde ufak bir kentte doğup büyümüşsünüz. Yetiştiğiniz ortam nasıl bir yerdi? Müzikle olan ilişkinizi ne yönde etkiledi?

Aşırı sıkıcı bir yerdi. Bu nedenle sürekli evde kalıp zamanımı müzik yapmakla geçirdim sanırım. Eğer çok canlı bir yer olsaydı, dikkatim daha çok dağılabilirdi. Kendimi bildim bileli hep orayı terk etmek istedim. Geri dönmeyi de hiç istemem.

Bildiğim kadarıyla Berlin'de yaşıyorsunuz. Sizin için o kent ne ifade ediyor?

Artık İtalya'nın Umbria bölgesinde kırsal alana taşındım. Seviyorum oraları. Berlin denince herkes gibi benim de aklıma partilemek geliyor.

Müziğe olan ilginiz ne zaman gelişmeye başladı? Biraz müzik yolculuğununzdan söz eder misiniz?

Daha gençken önce keman, sonra gitar dersleri aldım. Fakat müzik yapmayı ve şarkılar yaratmayı sevsem de, bir enstrümanı ileri derecede çalmayı öğrenmekle ilgilenmiyordum. Sadece yeni bir şeyler ortaya çıkarmak istiyordum. Evde elime basit bir kayıt cihazı geçer geçmez, onunla ses katmanları yaratıp, efektler eklemeye başladım. Bazen iki basit katmanın birbirine geçip üçüncü bir katmanı, daha ilginç bir dokuyu yarattığını görürdüm. İşte o zaman uzun süre yapacağım işin bu olduğuna karar verdim.



Ses dokularına olan merakınız sonucunda kendi enstrümanlarınızı yaptığınızı da okumuştum.

Önce çello ortaya çıktı ama sonunda ailemi piyano edinmek konusunda ikna ettim.

Akademik geçmişe ya da ileri derecede teknik bilgiye sahip olmak avantaj mı yoksa engel mi? Brian Eno, müzik eğitiminin yaratıcılık için gereken özgürlüğü engelleyebileceğini söylüyor. Katılır mısınız bu görüşe?

Böyle bir olasılık var! Doğaçlama yapmalarını istediğinizde tamamen paralize olan klasik müzisyenler tanıyorum. Müzisyen olup doğaçlama yapamamayı anlayamıyorum...

Minimalist besteciler ve özellikle Arvo Pärt'ın müziğiniz üzerinde oldukça yoğun bir etkisi söz konusu. Bir besteci olarak sizden önceki kuşaktan müzisyenleri tam olarak nereye koyuyorsunuz? Onları eleştirdiğiniz oluyor mu, birer idol gibi görüp övmekle mi yetiniyorsunuz yoksa onların yaptığını tekrarlama da söz konusu oluyor mu?

Umarım onların yaptıklarını çok benzer bir şekilde tekrarlamıyorumdur! Gerçekten şahane müziklerde hata bulmakta zorlanıyorum. Kendi içindeki hataları belirsizleştirmek için yeterince çaba harcayan müziklerle benim aramda sanki geçilmez bir duvar var gibi... Benim müziğim bunun tersi. Sadece eleştirebiliyorum. 



"Where We Were" adlı albümünüzün basın tanıtım duyurusunda, "Bir insanın diğer müzisyenlerle geniş çaplı seansların yarattığı gerilimi yaşamadan ve skor hazırlamak için gereken meşakkatli çalışmalara ihtiyaç duymadan, tek başına bir odada oturup ortaya çıkardığı tümüyle kişisel bir albümdür," deniyor. Kendinizi tek kişilik orkestra diye tanımlıyor musunuz?

Bu ifade hayalimde tuhaf bir imaj yaratıyor ama sanırım doğru!

Bu durumda tek kişilik bir kayıt seansı nasıl geçiyor? Stüdyoda ne olduğunu nasıl hayal edebiliriz?

Yavaş ve sancılı. Işıklar kapalı. Sonsuz bir ses işleme süreci. Brian Eno'nun "Oblique Strategies" kartlarından birisinde yazdığı gibi: "Yavaş hazırlık, hızlı icra". Stüdyoda işler çok yavaş ilerleyebilir ve büyük kararlar bir anda alınabilir.

"Where We Were"de yaylılar yok olurken, synthesizer ve perküsyona odaklı bir sound tercih ettiniz. 

Evet, hayatımda o anda olduğum yerde ve zamanda farklı bir şey yapmanın sırası gelmişti. Ayrıca bu değişikliğin o sırada dinlediğim müziklerle de ilgisi vardı.

Ne dinliyorsunuz son zamanlarda? Müzisyen olarak gelişiminizde önemli rol oynayan albümler var mı?
 

Yeni albümleri günü gününe takip edemiyorum ama çok sayıda eski plak alıyorum. Her tür müziği dinlerim. Mark Ernestus'un ne yaptığını daima izlerim. Gelişmemde rol oynayan albümler... O kadar çok ki saymak zor. Ama ilk aklıma gelen Talk Talk'tan "Spirit of Eden". Benim için çok önemli bir albümdü. 



2008'den beri dans performansları için de müzik yapıyorsunuz; Meg Stuart, Ina Christel Johanessen ve The MD Collective gibi isimlerle çalıştınız. Performans sanatları için müzik yapmanın size nasıl katkıları oluyor?

Müziğin dikkatlerin odak noktası olmadığı bir alanda çalışmak hoş bir duygu. Zaten sahnede olan bir şeyi geliştirme amacını taşıyor. Bu nedenle de başka türlü çalışmaya yöneltiyor. Şanslıyım ki çalıştığım insanların çoğu beni özgür bırakıyor; ben de bunun keyifli bir süreç olması için uğraşıyorum. Ama hiçbir şey kendi solo çalışmalarım kadar tatmin edici değil.

Bale için de müzik yapıyorsunuz. Bu alanda ilk çalışmanız, David Dawson'ın İngiltere'de Royal Ballet tarafından sahnelenen "The Human Seasons" adlı eseri için yaptığınız müzikle oldu. Bu çalışmayla ilgili deneyimleriniz nasıldı?

İyi ve anlamlı bir şeyler yaratma amacını güden insanlarla çalışmak her zaman yararlı bir deneyim. Şu ana kadar David ile birkaç iş yaptık ve gelecekte de buna devam edeceğiz. Bu sürekli gelişen ilişkiye değer veriyorum. Birisini iyi tanıyabilir, bir sanatçı olarak nasıl çalıştığını görebilir ve sonunda bundan bazı şeyler öğrenebilirsiniz.

Peter Broderick'le gerçekleştirdiğiniz "Greg Gives Peter Space" adlı proje nasıl ortaya çıktı?

Peter'ı uzun zamandır tanıyorum. En iyi arkadaşlarımdan birisi. Tanıştığımızdan beri birlikte bir şeyler yapmayı istiyorduk ama bir şekilde bunun gerçekleşmesi uzun zaman aldı. Ortaya çıkansa, bunu ilk konuştuğumuzda öngörebileceğimiz bir şey değildi.

Bu dünyada müziğin dışında size esin veren başka ne var?

Dünyayı gezmek, yeni şeyler deneyimlemek, iyi yemekler yemek, bir şeyler tüttürmek...

Geleceğe yönelik planlarınızı, çalışmalarınızı da merak ediyorum.
 
Birçok plan var! Gelecek yıl çok sayıda ilginç proje ve muhtemelen yeni bir albümle yoğun bir yıl olacak.

26 Kasım 2015 Perşembe

VEGAN LOGIC - KASIM 2015 EN İYİ KAYITLAR SEÇKİSİ - 25.11.2015


26.11.2015

1- KRTS - Convict the Butchers
2- David Bowie - Blackstar
3- Christopher Bissonnette - Epoch
4- Saffronkeira - Paradigmatic (with Subheim)
5- Autistici - Feeling Before Thinking
6- Blanck Mass - Dead Format (Dalhous Remix)
7- November Növelet - Fire
8- EL VY - Careless
9- Bremen - On Board
10- Savages - T.I.W.Y.G.



19 Kasım 2015 Perşembe

“GERÇEK MARIANNE GÜÇLÜ VE EPEY CADI!"


19.11.2015

(Bu röportaj, ilk olarak Cumhuriyet gazetesinde 18.11.2015 tarihinde yayınlandı.)

60’ların rock ikonu, 20. solo albümü “Give My Love to London”ı geçen yıl yayınlayarak  müzikte 50. yılını kutlayan, 68 yaşında bir şarkıcı, şarkı yazarı ve oyuncu. Annesi, mazoşizmin klasiklerinden sayılan “Venus in Furs” adlı romanın yazarı Leopold Baron von Sacher-Masoch’un soyundan Viyanalı bir barones; babası İkinci Dünya Savaşı’nda MI6 için casusluk yapan bir İngiliz istihbarat görevlisi; annesi tarafından dedesi kadınlara orgazmı yaşatmak için Frijitlik Makinesi denilen seks aletini geliştiren bir seksolog...

Bu giriş paragrafını söyleyip kimden söz ettiğimi sorsam doğru yanıtı kaç kişi verirdi bilmiyorum ama “Mick Jagger’ın eski sevgilisi” denince hemen akla gelen bir isim Marianne Faithfull. Bir partide The Rolling Stones’un menajeri Andrew Oldham tarafından keşfedilince, ilk çıkışını Mick Jagger / Keith Richards ikilisinin kendisi için yazdığı “As Tears Go By”ı 16 yaşında single olarak yayınlayınca yaptı. Bob Dylan şarkısı “Blowin’ In The Wind”i ikinci single olarak kaydettiğinde, artık ünü İngiltere sınırlarını aşmıştı. The Rolling Stones’un “Wild Horses” ve “Sister Morphine” adlı şarkılarına da esin kaynağı oldu. 1979 tarihli başyapıtı “Broken English”, rock tarihinin en iyi albümleri arasına girdi.

Kanseri, Hepatit C’yi, anoreksiya hastalığını, uyuşturucu ve alkol bağımlılığını yenip yoluna devam eden Faithfull, sahnedeki duruşu gibi gerçek hayatta da güçlü bir karakter. Kanseri, Hepatit C’yi, anoreksiya hastalığını, uyuşturucu ve alkol bağımlılığını yenip yoluna devam ettiği kariyeri oldukça renkli. Daha 13 yaşında okulda Shakespeare oyunlarında rol alan, o günden bugüne, zaman zaman kesintilerle de olsa, hayatı sahnede geçen bu efsane şanatçıyı 20 Kasım akşamı İstanbul Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda bir kez daha canlı dinleyeceğiz. 2008’de geldiğinde basın toplantısına katılıp kendisine bazı sorular yöneltmiştim ama merak ettiğim başka şeyler de vardı. Bu kez konserden önce kendisine ulaşıp onları da sorma fırsatı buldum.

 

Son yıllarda üst üste ciddi rahatsızlıklar geçirdiniz. Önce kalçanız kırıldı, sonra başka sorunlar oldu. Şimdi nasılsınız?

Çok hastalık geçirdim. Yunanistan’da kalçam kırılınca ardından bir de kemik enfeksiyonu oldu. Fransız  doktorlar tedavi etti ama hâlâ bazı sıkıntılar var. Umarım gelecekte tamamen geçer. Kemik enfeksiyonu yüzünden çok güçlü bir antibiyotik tedavisi uygulandı, hastanede üç ay geçirdim. Çok ciddi bir durumdu. Bütün bu yaşadıklarım beni çok etkiledi.

Hakkınızda yazılan çoğu makalede şu tanımlar ortak: ilham perisi, madde bağımlılığı, Mick Jagger’ın eski sevgilisi... Fakat siz bir keresinde kendinizi 60’ların simgesel kurbanlarından birisi olarak tanımladınız. Gerçek Marianne insanların zihninde yer eden Marianne’den çok farklı mı?

Gerçek Marianne zorlu, güçlü ve epey cadı. Beyaz cadı tabii.



"ANNEME KARŞI ACIMASIZDIM"

Otobiyografinizde “As Tears Go By popüler olduğunda, okulu son dönemde terk ettim ve bir gecede annemin hayatından çıktım. Ama o anda her şey ters gitmeye başladı. Bir kâbusun içine düşmüştüm,” diye yazdınız. 16 yaşındaydınız. Şimdi geriye baktığınızda neyi değiştirirdiniz?

Hiçbir şeyi değiştiremeyeceğim için pek anlamı yok aslında. Ama sanırım anneme karşı gereksiz yere acımasız davrandım. Evden ayrılışımın o kadar zalimce olmamasını isterdim. Bunu hak etmemişti.

Birçok sanatçı için öğrenme süreci çoğunlukla diğer sanatçılara benzemeye çalışmakla başlıyor. O genç yaşta bu sizin için bu nasıl gerçekleşti?

Evet, ben 60’larda çok gençken öğrenme sürecini yaşadım. Tabii bunun farkında değildim ama yaptığım da esas olarak oydu. The Rolling Stones’un çevresinde olduğum dönemde çalışmalarını izleme şansına sahiptim. Onları bir şahin gibi izledim. The Beatles’ın kayıt seanslarını da izlemeyi severdim; elbette izledikçe bilgilendim. Çok şey öğrendim ama hiçbir şey demedim.

Kariyeriniz boyunca daima farklı sanatçılarla işbirlikleri yaptınız. Son albümde de Nick Cave, Anna Calvi, Roger Waters, Leonard Cohen, Brian Eno, Adrian Utley, Ed Harcourt, Warren Ellis, Jim Sclavunos, Tom McRae and Steve Earle gibi olağanüstü yeteneklerle çalıştınız. Bu nasıl bir katkı sağlıyor size?

Özgürleştirici bir etkisi var. Bu işbirliklerinin bana müthiş katkıları oldu. Çalıştığım insanlar konusunda gerçekten inanılmaz derecede şanslıyım. Birlikte çok gurur duyduğum bir albüm yaptık ve bundan müthiş keyif aldım. Anna, Steve Earle ve tabii Nick gibi bazılarıyla yeniden çalışmayı umuyorum.

"İNGİLİZ GAZETECİLER BERBAT"

Albümün adı biraz alaycı sanırım. Sizi Londra’dan soğutan ne?

Londra’dan nefret etmiyorum. O şarkıyı İngiltere’de albüm tanıtım çalışmalarından sonra yazdım. Herkes biliyor ki tümü olmasa da İngiliz gazeteciler berbat. O kadar kaba ve kötülerdi ki “Give My Love to London”u öfke içinde yazdım. Londra’da oğlum, torunum, yakın arkadaşlarım ve İngiliz dinleyicilerim var ama ben orada yaşamak istemiyorum.

“Mother Wolf” adlı şarkıda zevk için öldüren insanlara karşı öfkenizi yansıtıyorsunuz. Radikal dincilerin nefretini her yere saçtığı, kimi sapıkların eğlence diye hayvan katlettiği bir dünyada yaşıyoruz. Bence bu şarkı 21. yüzyılda bu gezegende yaşamanın yarattığı hissi mükemmel anlatıyor. Yazdığınız en öfkeli şarkı olsa gerek.

Bu konular hakkında nadiren konuşurum ve şu anda da bir şey demeyeceğim. Şarkılarda yer veriyorum bu tür görüşlere. Bu yeterli olmalı. Politika ya da dinle herhangi bir şekilde hiç ilgim olmadı. Politik bir insan da değilim, dindar da. Ama “Broken English” ve “Mother Wolf”u yazdım. Onlar gerekeni söyler diye düşünüyorum.

"UFACIK ÇÜKLÜ KÜÇÜK ADAMLAR"

Yaşamınız boyunca kadın olarak kendinizi gerçek anlamda özgür hissettiniz mi?

Annem feministti. Feminist bir aileden geliyorum. Kadının özgür olması benim için doğal bir şey. Ama hayatımdaki erkekleri seçerken hatalar yaptım. Yine de biliyorum ki her zaman terk edebilirim.

2008’de Babylon’da konser verdiğinizde bir ara sahnede cebinizden çıkarıp ruj sürmüştünüz. Güzel bir andı. İnsanların hakkınızda ne düşündüğünü umursayı gerçekten bıraktınız mı?

Evet, yine de insanları memnun etmek hoşuma gidiyor.

Bir şarkınızda “Marianne erkek doğsaydı gösterirdi size her şeyi / Hayatınızı boşa harcayacağınız o yolu” diyen bir sanatçı olarak müzik endüstrisindeki cinsiyetçilik hakkındaki görüşlerinizi de merak ediyorum.

Evet, müzik endüstrisi şovenist. S...tir hepsini. O ufacık çüklü küçük adamları gülünç buluyorum.

VEGAN LOGIC - JU JU / OPSIN - 18.11.2015


19.11.2015

Vegan Logic'i bu hafta 80'lerin yeraltı müzik sahnesinden Ju Ju'nun 1989 tarihli "Windtorn" adlı plağına ve grubun iki üyesinden birisi olan Javier Esparza'nın Opsin adıyla sürdürdüğü yeni projesine ayırdım. Hiç satışa çıkmayan ve 26 yıl önce kaydedilen "Windorn"a ulaşma hikâyemi de dinleyicilerle paylaşıp, albümün tümünü çaldım. Programın son parçası ise, Opsin'in gelecek yıl yayınlayacağı ve henüz hiçbir yerde çalınmamış 14 dakikalık yeni kaydı "Brink" oldu. Müzik ile internetin zaman ve mekan sınırlarını aşarak insanları buluşturmasına verilebilecek en güzel örneklerden biriydi bu. "Nereden nereye?" denir ya, işte öyle bir şarkıyla başlayıp süren şaşırtıcı bir olay...

1- Ju Ju - Malicious Iris
2- Ju Ju - Silent in the Shadow of the Sun
3- Ju Ju - Alkanet
4- Ju Ju - Asphodel
5- Ju Ju - Beloved Moonbeams
6- Ju Ju - Goddess
7- Opsin - Hours of Idleness
8- Opsin- Brink



16 Kasım 2015 Pazartesi

KIRILGAN MUTLULUKLAR DÜNYASINDA SAFLIK ARAYIŞI...


16.11.2015

(Bu röportaj ilk olarak Bant dergisinin Ekim 2015 sayısında yayınlanmıştır.)

İlk teklisi “She Got Caught” ile Türkiye bağımsız müzik sahnesine yeni bir soluk getirdi In Hoodies. Şarkı sözlerinden ve sesinden yansıyan içtenliği hissettiğim için ayrıntıları öğrenmek, kapüşonun ardındaki müzisyeni daha yakından tanımak istedim. Sonuçta Murat Kılıkçıer’in samimi cevaplarıyla biçimlenen, okuması çok keyifli bir röportaj çıktı ortaya. Gelecek aylarda Müzik Hayvanı etiketiyle ilk albümü yayınlanmadan önce In Hoodies’e kulak verirseniz, ince ve sofistike bir ruhla tanışacaksınız.

Öncelikle yayınladığın ilk tekli için kutluyorum. Seninle bir e-posta aracılığıyla tanıştım. Bursa’da yaşadığını biliyorum. Henüz çok gençsin ama yine de her şeyin bir öncesi var. Bu zamana kadar neler yaptın. Okul hayatın nasıldı, müziğe nasıl yöneldin?

Çok teşekkür ederim. Okul hayatım oldukça sıradandı aslında. Bayağı yalnızdım. O yıllarla ilgili pek çok şeyi kaçırmış gibi hissediyorum hatırladıkça. Birkaç kez okul değiştirdim. Her seferinde zor adapte oluyordum. Kısa bir süre tiyatroyla ilgilendim ama çok travmatik sonlandı benim için. Bursa’da, Anadolu Lisesi’ndeydim lise yıllarında ama maalesef birkaç istisna dışında yoğun yaşadığım arkadaşlıklarım olmadı pek. Hiç çocukluk arkadaşım yok neredeyse. Her geçen gün daha da böyle hissediyorum aslında. Hatta geçen gün lisede benden bir ön sırada oturan bir sınıf arkadaşıma ulaştım, şarkıları paylaşmak istemiştim. Sürekli konuştuğum hatta üniversitede de birkaç kez görüştüğüm biriydi ama ne anlatsam hatırlayamadı beni, fotoğrafımı gördüğünde bile. Hep kiloluydum o zamanlar, ortaokulda dişlerimde tel vardı, bir de kalın çerçeveli gözlükler… Okul takımı golcüsü, kızların gözdesi ya da herhangi bir fiziksel sebeple popüler olamayacağım belli yani. Kolaylıkla unutulabilecek, pek özelliği olmayan, sıradan bir öğrenciydim işte. Yine o zamanlardan bir başka sınıf arkadaşım ‘‘lisede çok mutsuz, hep sıkıntılı olduğumu’’  hatırlattı bana. Sonuç olarak o hayalet gibi hissetme duygusu sebepsiz ya da kendi uydurduğum bir şey değil sanıyorum. Hayalet gibi, görünmüyorsun ama bir yandan duvarlara da çarpıyorsun. Bu da başka şeylere yöneltiyor insanı. Odamda geç saatlere kadar tek başıma discman ile müzik dinleyerek, kitap okuyarak geçti lise. Bir de herkesin içine çekildiği sınav hazırlıklarıyla tabii. Her neyse, sonra ilgisiz bir bölümde üniversite okudum Konya’da. Buralardaki çoğu kişi gibi aslında, yanlış yerleştirme, yerleşme, geç farkına varma, yanlış yönlendirme sonuçları. İki sene civarı hiç gitmedim okula neredeyse, hep evdeydim, yine kitap okudum müzik dinledim, bir de aşık oldum.

Üniversitede ilk gitarı alana kadar dediğim gibi hissettim hep, geç kalmış, dışında veya dışarıda kalmış gibi. Hani herkesin lise arkadaş grupları olur ya, birileri hep gitar çalar, çocukken başlamıştır çalmaya bilmem kaç yaşında. Onlara bakıp ‘‘başlamak için çok geç artık’’ demek işte. Dolayısıyla sürekli müzik dinlesem de, şarkı söyleme, enstrüman çalma anlamında müziğe yönelme üniversitede oldu. Dediğim gibi, hep istiyordum, özeniyordum ama geç kalmış hissediyordum. Sonra bir gün TV’de Richard Ashcroft’un ‘‘Song For The Lovers’’ solo performansını izledim. Üniversite birinci sınıf yazıydı. Çok etkilendim ve daha fazla dayanamayıp gitar için para istedim annemden. Öyle başladı; diğer şeylerden sıkılarak ve dinlediğim, izlediğim sanatçılara hayran olarak... Gitarı aldığım gibi de müzik yapan tanıdığım herkese grup kuralım demeye başladım zaten, çalmayı bilmesem de. Sonunda birimiz hariç nerdeyse kimsenin enstrüman çalmayı bilmediği bir grup kurduk. Hızla bir şeyler öğrendim ben de. İkinci sınıf sonunda üniversite yönetimiyle konuştum ve okul çatısında bir konser verdik. Bunları böyle anlatmamım sebebi, bir seviyede hâlâ kendime acımam ya da acındırma ihtiyacı hissetmem değil. Tek sebebi, belki bu röportajı kendini umutsuz ve geç kalmış hisseden biri okursa, onun için biraz umut olur belki diye düşünmem. Daha sonra basit akorları birkaç kişiye sorarak, sevdiğim müzisyenlerin performans videolarını izleyerek öğrenmeye çalıştım. Hâlâ temelde aynı sevideyim zaten. Arada müzik teknolojileri/ kayıt üzerine bir programa katıldım ama orada da teknik konulara hiç yatkın olmadığımı anladım. Üniversite bittiğinde babamla çalışmaya başladım, ilk kendim şarkı yapmaya başladığım zamanlar da o günler. Genelde gece evde tek başımayken ya da hafta sonları her zaman bulduğumda şarkı yapıyordum sürekli.

 

Sözcüklere verdiğin önemi ilk olarak senden aldığım e-postada fark etmiştim. O Türkçe yazılmıştı ama şarkı sözlerin İngilizce. Bu noktada sormak istediğim iki soru var. Birisi, şarkı sözü yazmaya olan ilgin ne zaman başladı? Diğeri de, İngilizce yazmayı tercih etmenin belli bir nedeni var mı?

Şarkı sözü konusu müzikten önce başladı aslında. Kendimi bildim bileli bir şeyler yazıyordum. Küçüklüğümden beri not alırım hep; kelimeler, cümleler, bazen bir paragraflık minik hikâyeler. Basit çizimler yapıyordum bir yandan. İngilizce şarkı sözü yazmak kesinlikle bir tavır, amaçlı bir tercih değil benim için. Şarkı söz konusu olduğunda ilk melodi mırıldanmaya başladığım andan bugüne kadar hep İngilizce geldi içimden. Birkaç kere Türkçe yazmaya çalıştım ama çok zorlama oldu, güzel de gelmedi kulağıma. Küçüklüğümden beri İngiliz müziği veya temelde İngilizce sözlü müzik dinlemek kaynaklı herhalde ya da melodilerle birlikte gelen seslerin bilinç düzeyine pek uğramaksızın öyle birleşmesiyle ilgili. Daha rahat hissediyorum İngilizce şarkı söylerken kısacası. Keşke Türkçe dahil pek çok dilde şarkı yapabilsem.

“it’s my eyes your tears / it’s your eyes my tears” şeklinde bir dize var “Healing” adlı şarkıda. İki kişi arasındaki bütünlüğe dair basit gibi görünen ama çarpıcı bir anlatım. Aşka dair yoğun duygular var şarkı sözlerinde. Genel olarak nasıl yazıyorsun şarkı sözlerini? Zamana yayarak üzerinde epey vakit harcadığın bir çalışmanın ürünü mü, yoksa şarkı özelinde bir anda aklında beliren sözler mi?

Sanırım ikisi de var. Bazen şarkının büyük bölümü mırıldanırken çıkmış oluyor, ben fark etmiyorum bile söylediğim şeyleri, sadece seslere odaklanmaya çalışıyorum. Eskiden kayıt cihazına kaydediyordum, bir süredir telefona kaydediyorum. Geri dönüp dinlediğimde seslerin, mırıldanmaların arasında kelimeler ve istem dışı oluşmuş anlamlar, çoğu zaman tesadüfi gelebilecek, metafora dönüşen şanslı kazalar oluyor. Bunun tuhaf ya da mistik bir şey gibi algılanmasını istemem ama bana göre şarkı yapmakla ilgili büyülü bir şey var. Eğer benim gibi nota bilmeyen, müzik, armoni bilgisi, müziğe matematiksel yaklaşma şansı olmadan şarkı yapıyorsanız; ortaya çıkan şey, doğanızla, çevreyle, yaşadıklarınız ve gözlemlediklerinizle bağlantılandığınız tam açıklayamadığım bir dışavurum oluyor sanıyorum. Her seferinde sıfırdan başladığım bir süreç bu, çünkü uyumlu /uyumsuz sesleri aradığımı yani bir sonraki adımı bilmiyorum. Bu limitleri yaratıcılığı ateşleyen bir şeye çevirebilmek önemli.  Bazen tamamen belirsiz ya da anlamsız gelen bir şey söylemiş oluyorum ve günlerce bir şey düşünüyorum o anlatım için. Sürekli şarkı yaptığım için yarım bırakıp yeni bir şeye başlıyorum genelde. Bazen geri dönüp aylar sonra buluyorum o eksik sözleri. Nadiren de olsa hiç melodi olmadan yazdığım sonradan  müzik eklediğim şarkılar da var. O sözler, genelde uzun bir süre bir yerde bekliyor; sonra doğru anla rezone olduklarında bir şarkı ortaya çıkabiliyor. Yani belirli bir formül yok; kimi zaman bir anda, kimi zaman çok uzun düşünülerek ortaya çıkıyor sözler.

‘Healing’deki o söz anlıktı, aslında birkaç değişiklik dışında tüm şarkı anlıktı. Sürekli hip/hop, rap dinlediğim bir dönemdi. Öylesine yaptığım tek notanın tekrar ettiği bir loop üzerine biraz rap dörtlüklerini andıran freestyle rhyme’lar söylüyordum, sanırım 20 dakika civarı bir kayıttı. Ama neden ve şekilde ortaya çıkıyor tam anlatamıyorum, muhtemelen hep içimde dönen düşünceleri, melodi ve ritimle özgür kalabildiği anda ifade edebiliyorum. Dediğiniz gibi hem iki kişi arasında, hem de bazen toplumla kişi arasında hissettiğim bir şey; ‘‘senin gözlerin ama benim gözyaşlarım; benim gözlerim senin gözyaşların.”

KAÇIRILMIŞ ÇOCUKLUĞUN İZİNDE...

Gerek ilk teklideki “She Got Caught” ve “My Con”, gerekse benim dinleme olanağı bulduğum henüz yayınlanmayan diğer şarkılarında geçmişe özlem hissi seziliyor. Belki senden çok daha yaşlı birisinden beklenebilir duygular bunlar ama genç bir insandan duymak biraz şaşırtıcı oluyor. “Healing” adlı şarkında “I want to fo back to school, back to my room” diyorsun. Seni o döneme çeken şey ne? Bugünün yarattığı hayal kırıklığı mı yoksa geçmişin cazibesi mi?

Çok haklısınız; bugünün hayal kırıklığı. Belki biraz her yeni günle, ayrı ayrı yüzleşmeye çalışmak ama başaramamak ve sonunda belki de orada olmayan, hatırladığın gibi olmayan belki bir geçmişi özlemek. Biraz da o yılları istediğim gibi, kendim gibi yaşayamamış olmamın özlemi sanıyorum. Anlayacağınız gibi benim kendimi bulmam… aslında kendimi bulmaktan çok, kendimi, istediğimi doğrudan ifade etmem ve yaşamam çok zaman aldı, çok geç oldu. Bunun da etkisi vardır sanıyorum, kaçırılmış çocukluk ve ilk gençlik duygusu. Zaten pek çoğumuz için artık büyümüş olmamız gereken bu yaşlar,  çocuklukta kırılan ilkokul/ortaokul/lise kemiklerimizi iyileştirmeye çalışmakla geçmiyor mu? Belki de hep yazılıp çizilen kronik depresif bireyin bugünü yaşamayı başaramayıp, kaybettiği günlere özlemidir, bilmiyorum.

Şarkının sözlerinde geçen o döndüğün oda nasıl bir yer?

Birkaç oda var aslında ama ortak noktaları duvarlarda posterler, yazılar, fotoğraflar.
En sevdiğim odayı iki yıl önce kaybettim aslında. Tüm duvarlar ve tavan hayran olduğum müzisyen ve yazar fotoğraflarıyla, dergi kapaklarıyla, liriklerle doluydu. Kitaplar, bir bilgisayar ve enstrümanlar vardı. Fiziksel durum önemli değil de, ileride kaybedeceğini bilmediğin şeylerle, o halinle, orada o odada olmak... Büyümek, “artık büyüdün” denmesi çok ani olmuyor mu, çok sarsıcı değil mi? Hayat ya da daha net olursak sosyal çevre o çizgileri çekiyor, kimileri daha kolay uyum sağlarken, kimileri mecburen yetişkinlik çizgisini fiziken geçmiş olsa da ruhu, hayalleri bazen arkada kalıyor.

Yine “Healing”de “fragile happiness” (kırılgan mutluluk) ifadesi geçiyor. Bende epey çok çağrışımı oldu bunun. Mutluluk hep kırılgan nedense... İnsan bir gün bozulacağından korkuyor bir kere. Senin o ifadeyi kullanırken ima ettiğin şey farklı mıydı bilmiyorum ama ne düşündüğünü merak ettim...

Yine çok doğru hissetmişsiniz; zaman geçtikçe gözlemliyorsunuz insanların her güzel şeyi isteyerek ya da istemeden, iyi ya da kötü niyetle, el ele vererek nasıl yok ettiğini. Bu anlamda en bireysel görülen şeyin bile sorumluluğu toplumsal geliyor bana. Tabii ki her kötü şeyden herkes sorumlu değil ama pek çok kötü, yıkıcı ya da olumsuz değerlendirilen şeyden genelde yansıtıldığı gibi bir kişi de sorumlu değil. O yüzden ‘‘every suicide is a collective murder’’ diyorum. Mutluluk da öyle, elinde tuttuğun bir şeyse kayıp düşebiliyor. New-age reçetelerinde genelde kendi mutluluğunu sağlayamama, koruyamama konusunda birey suçlansa da, bu bana biraz içinde bulunduğumuz toplumda mutsuz eden faktör, davranış ve kişilerin masumlaştırılması gibi geliyor.

Mutluluk sarıldığın bir şeyse, mesela daha önce hiç tanımadığın etkenlerin birleşiminin sonucunda canavar gibi bir adam bir anda tamamen başka bir yere, bambaşka bir amaçla koşarken seni görmüyor bile, çarpıp vazo gibi kırılmanıza sebep olabiliyor. Ya da çocuk en sevdiği dondurmasıyla buluşuyor, en mutlu anı o dondurma elindeyken ama bir kabadayı vurup düşürüyor onu. Zor olan bu kısa süreli ve kırılgan yapının farkındalığı ve gelebilecek yıkıcı dışsal tehdidi hissederek yaşamak. Bunları görmek, yaşamak kısacası, insanlar kalbimi kırıyor. Uzun zamandır her güne ‘‘primum non nocere’’ diyerek başlasam da, benim de öyle olduğumu, pek çok kişiye ve şeye zarar verdiğimi anlamak da aynı şekilde mahvediyor beni. Sanırım yalnızlık gibi, suçluluk duygusu da içime işlemiş.

Ben özel ilgim nedeniyle şarkı sözlerini fazla analiz ediyor olabilirim. Eğer bu konuda fazla ayrıntıya girmek istemezsen anlarım. Ama merak ettiklerim var...  “She Got Caught”ta yağmurun ya da umutların içinde sıkışıp kalmaktan söz ediyorsun. Bu ifade bana ilginç geldi. Bu şarkıyı yaratan hisler ya da atmosfer hakkında okuyucularla/dinleyicilerle paylaşmak istediğin bir şey var mı?

Benim o duyguları, sözleri yorumlamam sadece bir kişinin görüşü olur sadece, nasıl anlaşılması gerektiği hakkında bir kılavuz olması imkansız; çünkü üretilen şeyin kaynağına ne kadar yakın olsanız da bu tür dışavurumlarda bilincin çok dışında etkenler var. Doğrudan bir amaçla üretilen şeylerde durum farklıdır belki, benim için öyle değil.
Dolayısıyla şarkıyı yaratan hisler neydi tam olarak bilmiyorum, ama sağlık sorunlarıyla uğraştığım bir dönemdi, parkta tek başımaydım, sürekli ölümden korkuyordum.

Hâlâ o ilk kayıt bende olduğu için biliyorum, ilk sözler bir anda çıkmıştı ama sonlara doğru gelen sözler ilk kayıtta yok. Onları uzun süre o duyguları düşünerek ortaya çıkarabildim. Ait olmadığın bir yerde olma duygusu, sanki ait olduğumuz bir şey varmış gibi... Sunulan şeylerin asıl ihtiyaç duydukların olmaması, kimsenin bilmediği hayaletlerle savaşmak, kendini mutlu etme ihtimali olan şeylerden uzak durmak, korkmak onlardan, yağmur altında kalmak, ama hâlâ yeni günü sevmeye çalışmak; burada, buna mecbur kalmak ve buna ilişkin sorular. Tüm bu sorular ve özellikle sonunda görebildiğim tek çare, yine cevapsız sorularla böyle: “If you don’t build yourself a place, you’ll be exposed to theirs. Ask god is there a place, I can be myself with no guiltiness’’. Umarım anlatabilmişimdir. Liriklerin tekrarı olsa da…

KAPÜŞON SİMGESİYLE SADE VE YARGISIZ ÇOCUK ZİHNİNE GERİ DÖNÜŞ

Ethem Onur Bilgiç’in “She Got Caught” için yaptığı tasarımlar ve video şarkılara çok yakışmış. Ön kapakta henüz doğmayan bir sabahın ya da kentin üzerine çöken bir gecenin karanlığında gizemli bir yerde ayakta duran iki kapüşonlu insan var; arka kapağa baktığımızda ise iki kişiden birisi gitmiş, kapüşonlu genç yalnız kalmış. Sadi Güran’ın imzasını taşıyan posterde de yine kapüşonlu bir insan var. CD ile birlikte dağıtılan ve farklı illüstratörlerin işleri ile fotoğraflardan oluşan kitapçıkta da yine kapüşonlu karakterler var. Eğer In Hoodies’i tanıtmak için yazdığın yazı da bunlarla birlikte gelmeseydi, onlarca soru sorulabilirdi ama kapüşon konusunu mükemmel bir şekilde açıklamışsın o yazında. Şiddetin hüküm sürdüğü, toleransın giderek azaldığı, her günün bir diğerine benzediği modern dünyadan bir tür kaçış yolu olmuş senin için. Bu aşamada sormak istediğim şu: Bu “bugünden kurtulmalıyım ki geçmişin saflığına dönebileyim” demenin bir yolu mu?

Çocuk olma, zihin durumu anlamında geçmişin saflığı olabilir. Öğretilmiş korkuyu, dışlanmayı, suçlanmayı henüz tanımama hali. Hani Salinger’ın Teddy hikayesindeki ‘‘bir çocuğa filin adının bile fil olduğunu, filin büyük olduğunu, bir hortumu olduğunu bile  öğretmezdim’’ yaklaşımındaki saflık gibi. Her şeye dokunup, tadıp, gözlemleyip kendin anlamak, anlamlandırmak. İsim dahil hiçbir etiket olmadan. O yüzden ‘‘unlearn’’ kelimesini çok seviyorum. Sanırım yıllardır da bunu yapmaya çalışmakla geçiyor zamanım, ‘‘unschooling’’ denen şey sanırım. Nasıl anlatabilirim bilmiyorum, unutmak da değil tam. Bana kötü, çirkin, günah dedikleri şeyin kötü olduğunu öğrenmekten vazgeçmek, bilmeyi bırakmak, geriye doğru öğrenmek gibi. Öğrendiğim umutsuzluğu atmak üzerimden. Normal/anormal, iyi/kötü, güzel/çirkin gibi tanımların olmadığı temiz, sade ve yargısız çocuk zihin halini yaşamak, baştan ve tamamen kendi deneyimimle yaşayarak ve kendi duygularımla hissederek öğrenmek.

Ethem Onur’un hem kliple yaptıkları hem kapak görseli bence de harika. İnanılmaz bir sanatçı duyarlılığıyla hissetti şarkıyı ve videodaki ‘‘ara dünyayı’’ yarattı. Deniz Tarsus’da aynı yaklaşım ve duyarlıkla emek verdi. Sadi Güran’ın elinden çıkma harika maskeler ve kendisinin görseldeki genel ton, atmosfer ve duygu hakkındaki yönlendirmesi de her şeyi bir araya getirdi. Z-Axis’ten tanıyacağınız Barış’ın varlığı ve emeği, özellikle Nehir Eroğlu’nun yüzündeki anlatımla her şey doğru yere oturdu. Onlara yeterince teşekkür edebilmemin bir yolu yok. İyi ki varlar.

ÖNCEDEN BELİRLENMİŞ GÖRECE FİZİKİ GÜZELLİĞE KARŞI DURUŞ

Enteresan bir şekilde fiziksel açıdan kendini kapatmak, ruhsal anlamda açılmayı engellememiş. Düşününce garip ama hoş bir tezat var. Bunu düşünmüş müydün?

Düşünmemiştim ama aslında özgürleştirici bir tarafı var değil mi? İsmim, fotoğrafım, yüzüm her yerde olmayınca kendimi daha rahat ifade ediyorum sanki. Zaten yeterince yüz ve beden var her yerde, istemesek de burnumuza kadar dayanıyorlar. Mükemmel görülen kadın ve erkekler, ana akım tarafından pompalanırken en güzel yol bu gibi geldi benim için. Mutlaka düşünülüyordur; TV’de görülen, ana akım radyoda çalınan her şarkıcının günümüz anlayışında hep güzel yüzlü ve vücutlu olmasında yanlış hissettiren bir şey yok mu? Harika müzik yapan o algıya göre ‘‘çirkin’’ ya da sıradan insanlar olarak sanatçılar nerede? Neden gitgide daha az görülüyorlar. İlginç bir saç kesimi olmadan ve saçma ama büyük şeyler söylemeden ne kadar popüler olunabilir? Kilolu, yamuk burunlu ama başkalarının arıza gibi gördüğü şeyleriyle harika ve eşsiz sanatçılar, sıradan görülen yani günlük gerçek insan görüntüleriyle afişlere, videolara, gazetelere yakışmıyor mu? Herkes nedenini biliyor, ama kimsenin başka müzik aramaya vakti ve imkanı yok herhalde. Türkiye’de de çok farklı değil aslında durum. 10 tane prototip ve onların türevleri, bir de yurtdışında hip görülen ‘‘tutar bu’’ denen grup ve sanatçıların türevleri dönüp duruyor. Gösterilen ve sunulan hatta kimi zaman dayatılan müzik ve genel anlamda sanat, başka çabalar içinde yorgun düşen çoğumuz için yeterli geliyor sanırım. Önlerine konan bu içeriksiz müziğin tatsızlığını fark edenler, özellikle gençler başka şeyler arayıp buluyorlar ve böylelikle underground ya indie müzik paylaşılmaya devam ediyor.

Her neyse, ben de bildiğiniz gibi sokakta maskeyle yürümüyorum, sahnede de doğrudan öyle bir durum yok. Yayınladığımız şarkılar için promo çekimleri, basın kiti, uzaklara baktığım anlamlı ve derin görünmesi gereken fotoğraflar yok, sadece o kadar. inhoodies.com’da, instagram’da aklımı kaybetmiş gibi sürekli kendi fotoğraflarımı paylaşmaktansa, illustrasyon, çizim, eskiz ya da başka kareleri, beğendiğim başka şarkıları paylaşmak istiyorum. Bu öyle büyük bir tavır, gizlilik ihtiyacı da değil aslında. Bu tür paylaşımların kendi yüzünü her yerde görme isteği, kendine hayranlık, sürekli izlenme ve beğenilme, sürekli bir alkış ve hayatının her anında seyirci ihtiyacı duyma gibi hastalıklı bir şeye dönüşmesini istemiyorum sadece. Kendim için yaptığım bir şey bu. Ayrıca müziğin insanlara bu şekilde iletildiği, önceden belirlenmiş görece fiziki güzelliğin önde olup müziğin sadece o yapay vücutta bir aksesuara dönüştüğü, bize dayatılan kültür bu iken kapşonun içinde olma duygusu daha güzel ve samimi geliyor.

Şarkılarını Londra’da yetenekli prodüktör Chris Potter ile kaydetmen iyi bir başlangıç olmuş. Ayrıca kayıtlar sırasında sana Ali Berk Aslan, Tim Wills, Martyn Campbell, Si Connelly, Mike Sidell ve Ben Trigg eşlik etmiş. Nasıl başladı ve nasıl gelişti bütün bu süreç?

Burada şarkı gönderdiğim kimseden yanıt alamamıştım. (Hâlâ birilenin e-posta kutularının ‘‘gereksiz’’ ya da ‘‘silinmiş’’ klasöründe duruyordur o şarkılar herhalde.) Bir hayli hevesim kırıldı ve uzun süre bir şey yapamadım. Kısaca anlatmak gerekirse, bir süre sonra biraz da GEZİ’den aldığım güçle enerjimi toplayıp Chris Potter ile çalışan menajerlik firmasına bir şarkıyı mail atmamla başladı herşey. Onlar daha fazla şarkı istediler ve gönderdiğim 20 civarı şarkıyı Chris’e ilettiler. Daha sonra Skype üzerinden konuşarak tanıştık, kaydedeceğimiz şarkılara karar verdik. Ben asla böyle bir şeyi karşılayabileceğimi düşünmüyordum, en fazla bir şarkıyı finanse edebiliriz diyordum. Aslında büyük bir prodüksiyon içinde yer almak hiç aklımda yoktu. Neden o maili attım hâlâ tam bilmiyorum ama sonuçta Chris’in ve Londra ekibinin çok büyük desteği oldu. Ben karar verdiğimiz şarkıları Protools’da kaydederek düzenlemeler yaptım, Aliberk’le çalıştık ve beraber bir şekilde gittik.

Çalacak müzisyenler hakkında da önceden birkaç yazışma oldu ve yine Chris’in yönlendirmesiyle bir araya geldi tüm o insanlar. Hiç kimse enstrümanını çalıp giden bir session müzisyeni gibi yaklaşmadı, herkes elinden gelen her şeyi ortaya koydu. Hepsiyle çok yakın olduk, birlikte çok güzel zaman geçirdik. Yola çıkmadan önce pek çok kişi söyledikleriyle kaygı vermişti aslında, tanınmamış biri olduğum için Chris’in diğer büyük gruplara yaklaştığı gibi yaklaşmayacağını filan söylemişlerdi. Kesinlikle öyle olmadı. Buluştuğumuzda ilk söylediği şey, ‘’İkimizin de gurur duyacağı bir şey çıkarmalıyız ortaya,’’ oldu.  Diğer yandan elime gitarı almama sebep olan şarkıyı kaydeden prodüktörle beraber olmak başlı başına inanılmazdı. Her ne kadar kayıtlar ciddiyetle geçse de her arada hayranlığımı saklayamayıp hemen yine onun yanında çocuk gibi oluyordum, ‘‘Hadi Chris Mick Jagger sahnedeki gibi mi, Paul McCartney nasıl beste yapıyor, Bittersweet Symphony kaydı nasıl yapıldı ?’’ gibi sorular soruyordum. Harika zamanlardı!

“BURSA’DA ALTERNATİF MÜZİK DÜNYASI VARSA GENÇLERİN KALPLERİNDEDİR”

Bursa’da alternatif müzik dünyası nasıl? Orada konserlerin oluyor mu?
                                       
Açıkçası Bursa’da alternatif bir müzik dünyası var mı bilmiyorum. Burada ‘‘in hoodies’’ adıyla hiç konserim olmadı. Daha önce birkaç yerle konuştum performans için ama ilgi göstermediler ya da sadece ‘cover’ çalabilirsiniz dediler. Aslında ilettiğim şarkıları da dinlediklerini sanmıyorum, sadece isme bakılıyor gibi hissettim. Daha geçen gün Nilüfer Müzik Festivali diye bir organizasyon oldu, iletişime geçmeye çalıştım ve burada doğmuş büyümüş birisi olarak parçası olmamı isterler diye düşündüm ama uygun görmediler ya da dediğim gibi ‘‘görmediler’’ sadece. 

Genel olarak burada müziği düşündüğümüzde, ben pek gitmesem de aslında birkaç sene öncesine kadar pek çok stüdyo vardı, bağımsız ve kendi şarkılarını yapan grupları çıkaran sahneler vardı. Bildiğim kadarıyla hepsi kapandı, yerlerinde dönerciler ya da isteseniz de kaçamayacağınız şarkıcılara yer veren sahneler var. Ancak ben müziğin asla eksildiğine inanmıyorum. Mutlaka pek çok genç evlerinde tek başına ya da arkadaşlarıyla birlikte harika şeyler üretiyorlardır. Buralarda bir alternatif müzik dünyası varsa, gençlerin kalplerindedir. Umarım onlar da daha çok insanla paylaşabilirler yaptıklarını.

Bazı müzisyenler sahneye çıkana kadar kendilerini gergin hissedebiliyor. Mark Lanegan’ın sahneye çıkmadan önceki son adımla çıktıktan sonraki ilk adım arasındaki hissiyatından söz ettiği bir röportajı okumuştum. Çıkana kadar hoşlanmadığı bu düşünce, sahneye varınca sona eriyormuş. Senin sahne hakkındaki hissiyatın ne?

İnsanlarla birebir iletişimde pek rahat değilim. Kendimi en çok yaşıyor hissettiğim, en çok iyileştiğimi duyumsadığım anlar şarkı yaptığım anlar. Sahne de bunun doğrudan iletişimini sağlıyor, tarif edemeyeceğim bir şey. Böyle söyleyince belki değersiz gelecektir ama keşke her yerde herkese çalabilsem, daha çok iyileşsem, daha çok ifade edebilsem kendimi!

Morrissey, “mikrofon benim mezar taşım,” diyor. Ama onun ölüm, mezarlık gibi konulardaki düşüncelerini bilenler, bunun anlamının sadece çıplak gerçeğin son söz olarak dile getirilmesiyle ilgili olduğunu bilir. Senin için mikrofonun anlamı ne? Onun için bir metafor kullansan ne derdin?

Pinard Horn, kalp atışı dinleyen stetoskop, geçmiş yaraları gösteren X-ray cihazı, hareket eden paratoner, maske düşürücü, benlik temizleyici, hayal makinesi, kabus bobini, ruh megafonu, duygu radarı, etrafımdaki/teneffüs ettiğim/içinde yaşadığım havayı en çok etkileyebildiğim, dışarıyla en çok bağlantılanabildiğim aracı, iletken.

Müthiş oldu bu simgeler! Hepsi içteki görülmeyeni dışa aktaran aletler, ruh megafonu deyimini çok beğendim. Peki diyelim ki pek de hoşlanmadığın bir bardasın ve barda istediğini seçip çalabileceğin bir müzik kutusu var. Atmosferi bir anda değiştirip bulunduğun yerden hoşlanmak için ne çalardın? Bu soruyla bir anlamda olmazsa olmazlarını soruyorum tabii.

Genellemek yanlış olacak ama istisnalar dışında pek dışarda eğlenemiyorum ben, barlarda olmuyorum pek. O yüzden bu duygularla seçilmiş şarkılar olurdu. Üç şarkı geldi aklıma şu an.

Warren Zevon – My Shit’s Fucked Up.  
George M. Cohan  - Life’s a Funny Proposition
David Bowie – Quicksand

Ama o barda değil de tek başıma kapandığım bir evdeki olmazsa olmazlarım sorulursa, ilk sevdiğim gruplara dönerdim. Bir çantaya The Beatles, Kinks, Rolling Stones, Bowie, Tom Waits, Bob Dylan, The Smiths koyardım. Daha çok yer varsa valizde REM, Oasis, Blur, Nirvana, Radiohead, Stone Roses, Strokes, Arcade Fire ve The Verve plakları sıkıştırırdım. Saf mısın, bir MP3 player alsana yanına demeyin ama… Bir tane şarkı hakkım olacaksa, ki tek şarkı varsa bayağı acımasız ve acıklı bir senaryo oluyor; ‘‘How to Disapper Completely’’ diyelim.

İstanbul’da ilk konserini geçtiğimiz günlerde Kemer Country’de gerçekleştirilen XOXO Mag Festivali’nde verdin. Bir açık hava konseri olarak nasıldı?

Çok güzeldi. XOXO The Mag çok destek oldu bana. Matt Loftin’le beraber olduğumuz kısa bir performanstı. My Con hariç yeni şarkılar çaldık.

Gelecek aylarda albümün çıkışıyla birlikte seni İstanbul’da ve diğer illerde canlı dinleme olanağı bulabilecek miyiz? Yurtdışında konser verme ya da genç yeteneklerin keşfedildiği festivallere katılma gibi bir girişimin olacak mı? Çünkü ben, yaptığın müziğin yurtdışında da dikkat çekebileceğini düşünüyorum.

Çok teşekkür ederim, umarım imkân bulabilirim. Herşey yolunda giderse Londra’da birkaç yerde performans şansı olacak sanıyorum ama hepsinden önemlisi öncelikle burada insanlara ulaşabilmek benim için. Dediğim gibi her yerde herkese çalmak istiyorum. Önümüzde belirli olan konserler 25 Ekim Byzantion Festival kapsamında Dorrock  XL,  kasımda muhtemelen Karga’da Bağımsız Festival ve 19 Aralık İKSV Salon.

ANLAMSIZ AYRIŞTIRMALARDAN KURTULUP BARIŞ İÇİN BULUŞMAK

Bağımsız bir müzisyen olarak yola çıktın. Şu anda Müzik Hayvanı aracılığıyla dinleyicilere müziğini ulaştırıyorsun. Müzik sektörünün büyük çalkantılar geçirdiği, bağımsız müzisyenlerin hakkını neredeyse hiç alamadığı bu dünyada gelecekle ilgili düşüncelerin nasıl?

Bunları yorumlamak bana düşmeyecektir ama biraz haddimi aşayım öfkeli olduğum bu konuda. Aslında sorun müzik sektörü sorununun da çok ötesinde bir yaşam, bir atmosfer sorunu artık. Her gün insanlar ölüyor, acı, kavga, nefret, dışlama ve her tür negatif enerji dışında kalabilen çok az alan var ve biz bu alanı genişletebilmek, biraz ışık, biraz renk, biraz anlayış alanı yaratabilmek için bir şeyler paylaşmaya çalışıyoruz.

Düşünsenize yıllarca uğraşıyor ve ilk kez bir şarkı yayınlıyorsunuz ve o hafta Suruç katliamı yaşanıyor. Mutlu hissetmek mümkün mü? Ya da başka bir gün yeni müzik paylaşmak istiyorsunuz, şarkıları Soundcloud’a yüklemeye çalışıyorsunuz bambaşka bir sebeple erişim engellenmiş. İngiltere’den şarkılara ilişkin güzel bir review geliyor, paylaşmak istiyorum ‘‘yasaklı değil ancak bant aralığı daraltımış’’ diyorlar, yine ilgisiz siyasi bir bloklama nedeniyle Twitter ve Facebook’ a giremiyorsunuz. Paylaşsanız da eleştiriliyor. Neredeyse toz kadar umut alanı kalmasın istiyorlar sanki. Böyle günlerde müzik paylaşmak sanki ayıpmış gibi algılanıyor. Halbuki bu günlerde yapılan haksızlıkları paylaşır ve onlara karşı çıkarken, diğer yandan da daha çok daha çok müzik, daha çok sanat paylaşılması gerekmiyor mu?

Bağımsız müzisyenler hakkını alamıyor haklısınız. Tabii ki insanı üzüyor ama en büyük karşılık az önce bahsettiğim, o tanışma olmaksızın doğrudan iletişim. Bağımsız müzisyenler de maddi karşılık alamayabilirler, ben de almayayım. Dünyada ve bu ülkedeki haksızlıkların yanında hiçbir şey bu. Zaten bağımsız kalmak isteyerek başlayan bir müzisyen maddi gerekçelerle bırakmaz şarkı yapmayı ve paylaşmayı.  ‘‘Müziğim başka bir yere varabilir düşüncesi’’  ve popüler olma amacı ile işe başlayan, görünürde bağımsız, görünürde indie olan sentetik gruplar ve müzisyenler de bir şekilde varıyorlar oraya, istedikleri yerlere. Onlar da o noktalarda mutlu olsunlar. Ben elimden geldiğince müzik yapmaya devam ederim. Böyle bir endüstri içinde ne kadar dayanabilirsem o kadar kalırım. Burada dayanmaktan kastettiğim yaşıyor ve sağlıklı olmak. Öyle oldukça mutlaka insanlarla paylaşmaya çalışırım. Yeter ki gerçek kalsın sanatçılar, samimi kalsınlar.

Finansın müzik sektörüne bu kadar hakim olduğu bir ortam umudumuzu kırmamalı. Evet, plak firmaları aynı zamanda radyo sahipleri, radyolarla dergiler aynı gruplara ait ve hepsinin bir sürü gazetesi var. Konser mekanları ve organizatörler de bu sponsorlarla yaşayabiliyor. Bunların hepsi ortada. Sanatçıyı çıkaran finans grubu, zaten önceden karar verildiği şekilde yükseltebiliyor, doğrudan sahibi olduğu ya da bağlantılı olduğu mecralarda. Sonra aynı mecraların başka kolları yine kendi pompaladıkları bu tuhaf figürlere ödüller veriyor. Ama şu var ki müzik, şarkılar, melodiler bedeni olan varlıklar gibi değil, müzik umut gibi bir şey, bir enerji,  kolay kolay yok edilemiyor. Eğer bir şekilde beslenebilirse en zor anda bile ölümden dönebiliyor. ‘‘Rock ‘n’ roll will never die’’ sözüne tüm kalbimle inanıyorum. İnsanlar yok olup gider ama şarkılar (ağıtlar, türküler adı her neyse artık) hep kalır. Kölelere eziyet edilir, öldürülürler ama kölelik şarkıları, o blues hep yaşar. Bir insandan diğerine aktarılır. Arcade Fire’ın o inanılmaz şarkı sözü aklıma geldi ‘‘Guns can’t kill what soldiers can’t see’’ . Müziğin de bugün pek çok zaman olduğu gibi sesi kısılıyor, bazı kanalları kapatılıyor ama hep çalmaya devam ediyor. Hep kendini yeniliyor. İngiliz hükümetinin ‘’Rock ‘n’ Roll’’ yasağı sonrası korsan radyolar gibi. Fahreneit 451 gibi.

Bağımsız /yarı bağımsız dergiler, bağımsız plak şirketleri, bağımsız bloglar, yeni müziği destekleyen bağımsız konser mekanları…hepsi, bugün her zamankinden fazla önem taşıyor. Bu yüzden ümitsiz gelecek öngörüsü yapmak anlamsız; çünkü gelecek, bugünkü yaklaşımımız, düşüncemiz ve duygularımızla şekillenecek.

Müzik önümüzdeki yıllarda nasıl paylaşılacak bilmiyorum, belki streaming hükümdarlığı devam eder, belki de eve servis hamburger kutularında barkodlar olur ve cep telefonlarımızla okutup sanayinin bize yemek yerken uygun gördüğü müziği dinleriz. Hatta aldığımız her ürün bu sanayinin uygun gördüğü müziklerle beraber de gelebilir. Belki vardır  ben biliyorumdur belki. Sınıflarımız, kategorilerimiz ve onların da alt kategorileri olur. Endüstri de daha rahat eder, mesela; 13-15 yaş arası - Ortadoğu ülkesinde yaşayan –  A.2 tipi eğitimli kız öğrenci için - çalışma sehpası içinde günün popüler seksi boy band’inin son albümü download edilmiş halde gelir. Buna ilişkin kampanyalar olur. Hatta aldığımız her ürün t-shirt, kot , şapka vs. uygun görülen müzikle servis edilebilir, böylelikle yarış içinde geçen modern hayatta insanın müzik arama, seçme zahmetine katlanması gerekmez. Neye inanmamız, neyi ne kadar bilmemiz gerektiğini belirleyen bir düzende hakim olanlar, neden ne dinlememiz gerektiğini belirlemesin ki? Belki de bir 10 yıl daha tıpkı seçme şansımız olduğu illüzyonuyla farklı görünen TV ve radyo kanallarının tek bir ana damardan dünyaya yaydığı plastik müzikle yaşamaya devam ederiz, bilmiyorum.

Ya da tatsızlık ve ruhsuzluk yeter diyeceğimiz noktaya varmıştır ve sokağa çıkıp yeni müzikler, gruplar sanatçılar ararız. Joe Strummer’ın dediği gibi ‘‘Future is Unwritten!’’. Gerçek bağımsız müzisyenler bağımsız kalsınlar yeter benim için. İnsanlara ulaşmaya güvenmeye devam etsinler, küsmesinler, vazgeçmesinler. ‘‘They got the guns but we got the numbers’’ desinler. Her şeyi değiştiren insandır. Bu anlamda en başta bağımsız müzik sahnesindeki müzisyenlerin (hatta tüm bağımsız sanatçıların birbirine destek olması) buradaki grupların da birbirlerine üstten bakmaktan, ana akıma sızmayı amaçlamaktan vazgeçmesi, bir arada ve bağımsız kalması gerekiyor sanırım.

Bunu söyleme ihtiyacı hissediyorum çünkü İstanbul’a gidip geldikçe tanıştığım pek çok müzisyen arasında bu kopukluğu görmek şaşırttı beni. Toplumdaki bölünmeyi ve dışlanmayı eleştirirken sanatçılar arasında da üstü kapalı da olsa böyle bir ayrılığı görmek üzücü. Halbuki bu gruplar bir araya gelebilseler son derece güçlenecekler ve ulaşabildikleri insanlar da artacak. Hayal edelim mesela: Hatta tüm bu gruplar, müzisyenler yan yana gelebilse ve ortak bir turneye çıkılsa. Türkiye’deki tüm bağımsız müzisyenlerin doldurduğu bir ya da iki otobüs. Herkes enstrümanlarını, ekipmanlarını elinde ne varsa paylaşıyor ve  her ilde üç saatlik bir performans gerçekleştiriyorlar. Barış için, Suriyeli çocuklar için ya da sadece ‘‘Türkiye’de bağımsız müzik yok mu?’ diyenlere cevap vermek için! Bazı yerlerde kayıtlar alınıp bunları bir albümde toplayarak bağış ile pek çok güzel şeye destek de olunabilir. Hatta ülkemizdeki harika illüstratörler, çizerler, ressamlar, fotoğraf sanatçıları ve bağımsız tasarımcılar da katılsa buraya. Ulaşamadıkları yerlere gelseler bizlerle, sergiler, standlar açsalar. Bağımsız sinemacılar sadece eldeki imkanlarla gösterimler yapsalar oralarda... Gezi’deki birliği gören bir ülkede bunları gerçekleştirmek zor olmamalı.  Sponsorsuz (ya da reklam ve isim kaygısı olmadan sadece destek için yanımızda olacak sponsorlarla), biz insanların bir araya gelmesiyle, sadece insanların katkılarıyla burada yapabileceğimiz en büyük canlı indie/alternatif/ elektronik müzik sahnesini tüm sanat dallarından misafirlerle birlikte kursak.

İyiliğin ve güzelliğin paylaşımı hepimizi birbirimize bağlayan en temel dürtülerden biri. Sokakta acı çeken insanı kaldırmak isteriz, hiçbir şey yapamasak doğum sancısı çeken annenin elini tutmak, hasta çocuğun başını sevmek isteriz ve acı çeken birini görünce canımız acır. Ve güzel bir şarkıyı ilk duyduğumuzda, paylaşmak, anlatmak, dinletmek isteriz. İçimizde hâlâ hastalanmamış, bu acımasız karanlıkla enfekte olmamış bir parça, hâlâ iyilik var. Belki fazla naif gelecek ama sadece dayatılan bu anlamsız ayrıştırma, eleştirme, hoşgörüsüzlük, kıskançlık, hoşnutsuzluk, kendini üstün görme kültürünü bıraksak, her şey ait olduğu yere kolaylıkla dönecektir diye umuyorum. Hepimiz bir şeyler yapabiliriz değil mi? Bir çocuğa ruhunu kurtarmak adına gidip en ucuz gitarı almak zor değil mesela. Sonra çocuğun bir grup kurması, ümitsizliğe düştüğünde anne babanın, kardeşin ya da bir öğretmenin çocuğa biraz destekle ‘‘yapabilirsin, hayallerinden vazgeçme’’ demesi ve o çocuğun başlattığı yerel punk grubunun minicik performansına civardakilerin gelip destek olması... Dünyada müzik adına yapılabilecek daha değerli bir şey olamaz herhalde.

http://www.inhoodies.com/
https://inhoodies.bandcamp.com/releases
https://soundcloud.com/inhoodies

13 Kasım 2015 Cuma

TROPIC OF CANCER: KARANLIĞIN İÇİNDE GÖZ ALICI BİR PARLAKLIK


13.11.2015

Son birkaç yıldır giderek içimde büyüyen bir özlem gibiydi Tropic of Cancer. Bazı müzikler vardır, sadece plaktan ya da CD’den dinlemekle yetinemezsiniz. Çünkü varlığını bilseniz ve çok yakın hissetseniz de, plaktan ya da CD’den dinlemek yetmez. Konserde canlı yaşayıp deneyimlemek, onunla sarmalanmak, içinde kaybolmak istersiniz. Garip bir tutkudur bu ama içinize bir kere yerleşirse karşısında durmak da pek olanaklı değildir; aradan birkaç yıl değil, 20 yıl geçse de bir gün bunu yaşayacağınıza dair inancınız hiç bitmez.

Tropic of Cancer ile geçen hafta Lyon’da buluşmam da böyle bir tutkunun eseri. O benim olduğum yere gelemiyorsa ben ona giderim diyerek düştüm yola. Hep ufak bir yeraltı kulübün karanlık atmosferinde dinlemeyi hayal etmiştim ama düşünebileceğimden daha iyisi oldu; çünkü nehir kenarında konuşlanmış bir teknede gerçekleşti konser. Teknenin canlı performans mekanına dönüştürülen alt katında 200 kişi bir araya geldiğinde, hınca hınç dolu ve dolayısıyla biraz havasız bir ortam oluştu ama zaten o konserin ruhuna da bu uygundu. Mekandaki ses sistemi pek iyi değildi; vokal kayıtlardakine oranla geri planda kaldı ve zaman zaman duyulmadı ve konser sadece 45 dakika sürdü ama müzik yine de bütün bunları aşabilecek kadar güçlüydü.

Sağımdaki 20’li yaşlardaki Goth genç ile solumdaki 40’lı yaşlardaki Alman kadını buluşturup aynı heyecanı yaşatan neydi? Ben neden onca kilometreyi katetmiştim o konser için? Tropic of Cancer’ın karanlık romantizmi miydi bizi birleştiren? Adeta dumanların arasından süzülen kırılgan melodiler mi ruhumuza dokunuyordu? Yavaş yavaş ama damarımıza basarak tınlayan bas gitara mı karşı duramıyorduk? Camella Lobo’nun sanki uzaktan yankılanan derin sesi miydi bizi cezbeden? Neydi tam olarak bizi kendin yapçı yaklaşımı benimseyen bu kült gruba çeken? Bu saydıklarımın hepsi vardı elbette ama belki de en temel neden, ölümün ötesinde varlığını sürdürebilen doğaüstü bir aşktan ya da gerçek hayatta insanın zayıflığını aşacak kadar güçlü olmayan diğer bir tür aşktan söz eden vurucu şarkılardı. Aslında karanlığın içindeki ışığı görebilmekle ilgili bu; ortam kararacak ki parlaklık ortaya çıksın...

Şu anda eşi olan Juan Mendez ile 2007’de başlattığı Tropic of Cancer’ı bugün tek başına sürdüren Camella Lobo’nun vokali, bilinçli olarak öne çıkarılmasa da, anlattıklarını hissettirme yoğunluğu çok yüksek. Bu ay yeni kısaçaları “Stop Suffering”i Blackest Ever Black etiketiyle yayınlayan Lobo ile konserden önce röportaj yapma olanağım da oldu. Camella Lobo ile kuliste buluştuğumuz anda 7 aylık hamile olduğunu öğrendim. Yakında bir kız annesi olacak ve buna rağmen turneyi hızlı bir şekilde sürdürüyor. Mekan çok gürültülü olduğundan röportajı sokakta nehir kenarına oturarak yaptık. Tren ve ambulans gürültüleri, ara ara engel olsa da, söyleşi ortamımız, güzel bir tesadüf sonucunda Tropic of Cancer’a yakışacak karanlık bir romantizm içeriyordu.

Röportajdan sonra tekneye döndüğümüzde hemen sahneye çıktı Camella Lobo. Bu turnede kendisine eşlik eden Taylor Burch (Dva Damas) ve Joshua Eustis (Telefon Tel Aviv) ile siyah kıyafetleri içinde, shoegaze tarzında sadece enstrümanlarına odaklanarak çaldılar. Şarkı söylerken gözlerini sürekli kapalı tutan Lobo ile dinleyici kitlesi arasındaki duygusal etkileşim, örneğine nadiren rastlanan ve ancak yaşanarak hissedilebilecek bir bağ. Söyleşimizde o bağı yaratan koşulların perde arkasındakileri öğrenmeye çalıştım.

Bir süredir turnedesiniz ve görüyorum ki hamilesiniz. Nasıl geçiyor?

Evet, çok ilerledi üstelik. (Gülüyor.) Bu muhtemelen turnenin en zor ayağı. Çünkü yedi ayrı kentte arka arkaya yedi konserimiz var ve dün gece çok geç saatlere kadar ayakta kaldık. Cenevre’de kaldığımız yerde bazı talihsiz durumlar oldu. Oldukça yorucu tabii. Ara vermeden önce iki konserimiz daha var. İki gün için Tel Aviv’e, sonra Londra’ya gideceğiz, ardından bitiyor. Neredeyse bitirdik diyebiliriz.

Tropic of Cancer’ı 2007’de Juan Mendez (Silent Servant) ile birlikte kurdunuz ama 2011’den bu yana tek başınıza sürdürüyorsunuz. Yaptığınız müziğin aklınızda ve ruhunuzda var olduğunu ilk fark ettiğiniz anları hatırlıyor musunuz?

Sanırım Juan ile birlikte müzik yapmaya başlamamdan epey önceydi. Şarkıları dinlediğimde nasıl bir vokal olması gerektiğini ve bunun gibi şeyleri bilirdim. Daima kendi müziğimi yapmak istedim. Juan ile uzun zaman önce bir punk konserinde tanıştık. O sırada o, yeni bir elektronik proje üzerinde çalışıyordu, bir stüdyoya sahip olma şansı doğmuştu. Çok kısa br süre içinde beraber çalışmaya karar verdik; 20 dakika ya da o kadar kısa bir süre içinde olup bitti her şey. “Bu harika! Bunu yapmaya devam etmeliyiz!” derken buldum kendimi ve çalışmayı sürdürdük.



Yetiştiğiniz ortam nasıldı? Katolik kiliselerinin korolarında şarkı söylediğinizi okumuştum. Sizi nasıl etkiledi bu?

Müzik, çocukluk ve yetişme dönemimin büyük bir parçasıydı. Katolik bir aile ortamında büyüdüm. Kilise korolarına gider, ilkokulda şarkı söylerdim. Babam Brezilyalı. Daima çok teşvik edici oldu. ben şarkı söylerken sesimi kasetlere kaydeder, “Camella, gerçekten buna devam etmelisin. Müzik kariyerin olabileceğine inanıyorum,” derdi. Ben de olur derdim. Annem Amerikalı, benim yetişme dönemimde New Wave’e çok meraklıydı. Babamdan geleneksel koro, Katolik kültürü, Brezilya müziği gibi etkiler gelirken, annemden New Wave ilhamı aldım.

İyi bir karışım!

Belki de her şey bu karışımdan çıkıyor. Annem The Cure ve Morrissey hayranıydı. Madonna gibi pop müzik de severdi, David Bowie dinlerdi. Annem ve babam sayesinde eklektik bir deneyim kazandım.

Los Angeles’ta büyüdünüz ve şu anda yine orada yaşıyorsunuz. LA, sanatın ihtiyaç duyduğu bütün tuhaf karakteristikleri barındıran arızalı bir yer. Müziğinizi ne yönde etkiledi?

Yaptıklarım üzerinde doğrudan etkisi oldu mu bilmiyorum. LA merkezinin dışında bir yerde büyüdüğümden üzerimde büyük bir etki bıraktı mı emin değilim. LA’de bir vilayet olan San Pedro’da büyüdüm; endüstriyel bir liman kenti. Oldukça karanlık ama aynı zamanda mavi rengin de olduğu, plajın yanında çok sayıda kayalığın olduğu bir yer.

Epey karşıtlık barındırıyor sanırım...

Evet, birçok farklı şey aynı anda var içinde. Sanırım San Pedro ve oradaki doğa benim için daha çok ilham vericiydi. Ama ayrıca yakın arkadaşlar ve birlikte büyüdüğüm insanların müziğim üzerindeki etkisi Los Angeles’tan daha fazlaydı. Babam LAPD’de cinayet dedektifiydi. Hollywood’un yükseliş ve çöküş hikayeleri, aydınlık ve karanlık yanları, oradaki tezatlık ilgimi fazlasıyla çekerdi. Doğrudan müzik üzerinde etkisi belirgin olmasa da, Tropic of Cancer’ın görsel estetiği üzerinde etkisi oldu.



Bir gün farklı bir ülkede, farklı bir kentte albüm kaydetmeyi düşündünüz mü?

Bu konuyu daha önce düşündüm. Bir noktada kayıt için başka bir yere gitmeyi gerçekten isterim. Bunu yapan insanlar hakkında epey okudum. Galaxie 500 mıydı yoksa Luna mıydı emin değilim ama Dean Wareham’in gruplarından birisi Minnesota ormanlarındaki bir kulübeye gider ve iki hafta kadar kalıp albüm kaydedermiş. Ben hiç o şekilde çalışamadım ama yapmak isterim.

Olanağınız olsa hangi ülkeye gidersiniz?

Kesinlikle İsveç’e giderdim, Stockholm ya da İsveç’te bir kent ideal olurdu.

Belki bir gün yaparsınız...

Umarım. Belki de gerçekleştirebilirim. Sadece para biriktirip, stüdyo bulmam lazım. Evet, bunu çok isterim.

Bir röportajınızda “Müziğimin temel estetiği üzerinde çok az kontrolüm var,” dediğinizi okudum. Öyleyse bu kontrolü yapan ne?

Oturup müzik yazmaya başladığımda hissettiğim şey şu ki müzik benim için çok rahatlatıcı. Müziği gerçekten karşılaştığım sorunları çözmek ya da yaşadıklarımla baş etmek için bir araç olarak kullanıyorum. O anda hiçbir meselem yoksa da, ondan bir şeyi duygusal olarak anlamak için yararlanıyorum; gerçeküstü olan unsurlar daima böyle ortaya çıkıyor. Bugüne kadar benim için soyut olan bir konseptten kaynaklanan bir şarkı yazamadım. Ama yapmaya çalıştığımda bile ortaya çıkan şarkı beni pek etkilemiyor ve fark ettim ki, dinleyiciler üzerindeki etkisi de aynı şekilde fazla olmuyor. Yazmaya çalıştığım birçok şarkı dinleyicileri fazla cezbetmedi ama bu sorun değil. İnsanlara gerçekten dokunan şarkılar, aynı zamanda benim için de anlamı büyük olanlar, yaşadığım bir şeyi aktarmakta önemli payı olanlar...

Oscar Wilde, bir sözünde şöyle diyor: “Hayatta iki trajedi vardır; istediğini elde edememek ve elde etmek.” Hangisi daha kötü?

Bu gerçekten iyi bir soru. (Gülüyor) Bence istediğini elde etmek bazen daha zor olabilir; çünkü ben kişisel olarak çoğu zaman savaşmamak için mücadele verdim ama zamanımın çoğunu, en azından yetişkinlik dönemimi, kendime hedefler koyup onları yerine getirmeye çalışmakla geçirdim ve bazen o hedefleri başarmanın hayatımdaki diğer şeyler üzerinde çok daha büyük etkisi oldu. Bunlar ilişkilerde yaşadığım acılar gibi şeyler... Evet, istediğini elde etmek zor; çünkü hiçbir zaman her şeye sahip olamazsınız. Bazen elde ettiğinizi sanırsınız ama bir şey hayatınızdan bir anda çıkabilir ve o zaman, “Ah, hayat bu işte!” diyerek gerçeği hatırlatırsınız kendinize. Her istediğinize sahip olamazsınız...

Sanırım müzik yapmak sizin için terapi gibi...

Kesinlikle öyle. Bu yüzden bazen müzik yapma isteğimi engellediği de oluyor. Çünkü bir şey yaşadıktan sonra, stüdyoya girip şarkı yapmaya başladığımda, olan biten her şeyin ortaya döküleceğini biliyorum ve bunu yaşamak zor. Aynı insanların başına gelenlerle tekrar yüzleşmemek için terapiye gitmek istememesi gibi. Benim için de öyle.



Bob Dylan, müzisyen olmanın insanın bulunduğu noktanın derinliklerine inmesi anlamına geldiğini ve her müzisyenin o derinliklere ulaşmak için her şeyi yapacağını söylemişti. Siz belli bir andaki ruh halinizin derinliklerine varmak için nasıl bir yol izliyorsunuz? Bunu soruyorum; çünkü çok güçlü duyguları inanılmaz bir yetkinlikle yansıtıyorsunuz şarkılarınıza.

Bu, tam olarak o andaki duygularımın kaydını yapmak anlamına geliyor. Belli bir ses öbeği yaratabilir ya da notaya basabilirim ve bu o anda içimde var olan hissi açığa çıkarabilir. Bunu nasıl yapacağımı, nasıl devam ettirebileceğimi biliyorum. Bunu yapamadığım her durumda, ortaya çıkan şarkıların insanları diğerleri kadar etkilemediğini düşünüyorum.

Vokal tarzınız klasik anlamda şarkı söyler gibi değil, daha çok derinden bir inilti gibi; sözler net duyulmuyor kimi zaman. Sesinizi de bir enstrüman gibi mi kullanmak istiyorsunuz?

Genel olarak bu tarzdan hoşlanıyorum. Şu anda üzerinde çalıştığım yeni şarkılarda, vokal daha yüksek tonda kullanılsa da, yine dış koşullardan etkilenmiş bir sound var. Sanırım bu koro müziğine olan sevgimden kaynaklanıyor; kilisedeki ya da büyük mekanlardaki gibi tınlamasını seviyorum. Etkisi daha büyük ve sanki farklı bir alemden geliyormuş gibi tınlıyor. Bana göre daha rahatlatıcı bir sound. Bazı insanlara göre değil bu, birçok kişiye de uygun olmayabilir ama sanatçının ne söylediğini tam olarak bilmek benim pek hoşuma gitmiyor. Dinleyicilerin ne söylediğimi harfi harfine bilmesinden daha çok onu hissetmesi fkrini seviyorum.

Bu durumda mikrofonun müziğinizdeki rolünü nasıl açıklıyorsunuz? Morrissey, benim mezartaşım diyor, size göre rolü ne?

(Gülüyor) Gerçekten mi? Bunu dediğini duymamıştım. Harika! Müzik yapmaya başlamadan önceki hayatımda ne yapacağımı düşünerek geçirdiğim uzun bir dönem var. Daha iyi bir kelime bulamadım ama içimde daima bu konuda bir ateş yanıyordu. Yazdığım şeyi aktarmak için kullanabileceğim ama ne olduğunu bilmediğim bir araç arıyordum. Sanatın farklı alanlarını denedim, arkadaşlarla çalışıp şarkıları coverladım. Bir şeye katkıda bulunmam gerektiğini biliyordum. Dünyanın geri kalanı için, kimse ilgilenmese de, benim için anlamı olan bir şeyi yaşamam gerektiğini biliyordum. Denediğim hiçbir şey bu isteğimi tam olarak tatmin etmedi. Ama müzik yapmaya başladığımda bana yardım ettiğini hissettim. Yarın ölmek istemiyorum ama artık biliyorum ki ölsem de gam yemem. Gençken bir şey başardım ve umarım diğer insanları etkileyip onlara bir şekilde yardım eden bir şey yaptım. Bunu belki 5 yıl, belki 10 yıl sonra keşfederler ama bütün bunlar benim içimi çok rahatlatıyor.



Müzik yaparken sürekli odaklandığınız ya da o olmadan olmaz diyeceğiniz tek bir özellik var mı?

Düşük tonlar, derin sesler. Yaratmaya çalıştığım duyguların ışığında, daima klavyenin başında neredeyse heyecandan kendimden geçmiş ya da sızmış bir hale geldiğim narkoleptik bir süreç söz konusu. Ne zaman sakinleşip rahatlayacağımı ve kendimi tamamen bırakarak, “İşte burası tam olmam gereken yer,” diyeceğimi biliyorum. Şarkılarda bu hissi etrafında ortaya çıkarmak istiyorum ki bir tür sıcak battaniye gibi hissettirsinler. Açıklaması zor ama benim beste yapma sürecimde daima var olan unsur bu. Hızlı tempoda, 90 BPM’in üzerinde şarkılar yazmak benim için olanaksız. O nedenle vuruşlar hep yavaş ve çok metodik. Aksi halde, içimdeki asıl özü ortaya çıkaramıyorum.

Başka prodüktörlerle çalışmayı düşünüyor musunuz?

Hayır, birkaç aydır Joshua Eustis ile çalışıyoruz. Gelecek albümde de muhtemelen birlikte çalışıp ne yaptığımızı göreceğiz. Joshua’nın şarkılara yansıttığı prodüksiyonu çok beğeniyorum. Parçaları alıp benim götüremediğim yerlere taşıdı. Uyguladığı yöntemle farklı unsurların birbirinin üzerine binmeden kendi alanlarında var olmasını sağladı. Bu nedenle yakın gelecekte de birlikte çalışacağımızı düşünüyorum.

Müziğinizin bana göre oldukça sinemasal bir soundu var. Şarkıları bestelerken aklınızda belli sahneler ya da mekanlar beliriyor mu?

Pek değil. Benim için o kadar kişisel ki, başka bir şey düşünmüyorum. Müziğimi karakterize etmek ya da karakterler çevresinde gelişen müzik yazmak konusunda zorlanıyorum. Bu belki de narsisistik ya da olgunlaşmamış bir özellik, bilmiyorum. Şarkı yazarken başka insanlar ya da olaylar hakkında düşünmek benim için kolay değil. Bir ruh halini nasıl yaratacağımı biliyorum ama hikaye anlatımı ve anlattıklarımı görsel olarak düşünmem pek söz konusu olmuyor. Yazarken ve bazı şeylerin üzerinden geçerken bazı şeyler düşünüp hayal ediyorum ama hiçbiri kalıcı olmuyor. Gece yattığınızda, uykuya geçtiğiniz ilk birkaç dakika hayal mi görüyorsunuz yoksa uyanık mısınız bilemediğiniz anlar var ya, onun gibi. Bu tür yarı geçiş hali çalışırken bende çok oluyor.



Tropic of Cancer albümlerinin görsel yanı da çok güçlü. Albüm kapaklarınızdaki minimalist imajları çok beğeniyorum. İlk başlarda hepsinde siyah hakimdi ama “Restless Idylls”da yeşil renge geçtiniz ve şimdi de “Stop Suffering”in kapağında da yeşil hakim. Siyah renk benim için daima hep çekici oldu ama bazı kültürlerde olumsuz anlamları var. Sizin bu renk değişimine ve siyah renge bakış felsefeniz nasıl?

Siyah, siyah beyaz ve monokrom uzun süre bana çok hitap etti. Fakat aynı şarkıları aynı yöntemle yazmanın bıktırıcı olması gibi, müzikle ilişkilendirilen estetiğin de aynı olması benim için bıkkınlık verici. Değişikliği seviyorum. Siyah ve beyaz renkleri, o estetiği hala seviyorum ama renklerin açtığı yolda gitmekten de kaçınmıyorum. Çünkü renkli bir imajın da siyah beyaz bir imaj gibi tuhaflık ve ilgi ortaya çıkarabileceğini düşünüyorum. Ayrıca siyah beyaz estetiğin her yerde kullanıldığı bir dönem de vardı. Bundan kaçış yoktu. Bana yeni hissi veren bir albüm ortaya çıkarmak için o rengi bastırmak istedim. Sanırım biraz kalıcı oldu.

“Restless Idylls” ve “Stop Suffering”i bu açıdan düşündüğümüzde söyledikleriniz daha iyi anlaşılıyor.

“Restless Idylls”da romantik, Gotik bir ton var. O albüm kapağını yaparken aklımda eski Hitchcock filmleri, annemle izlediklerim, çocukluğumun büyük bir parçası olan ve insana ferahlık hissi veren ve aynı zamanda ürkütücü de olan Technicolor Dreamworld vardı. Beni hem rahatlatıyor hem de korkutuyor. Albüm kapak tasarımı da buradan çıktı. Yeni kısaçalar “Stop Suffering”e baktığınızda onun kapağı da aynı duyguları canlandırıyor. “Ne oluyor bu fotoğrafta?” diyorsunuz. Bir odaya girmişsiniz ve gördüğünüz manzara karşısında, “Ne yapıyor bu insan?” diye şaşırıyorsunuz. Hep bir hareketin, olayın ortasında araya giriyorsunuz. Bu da hoşuma gidiyor.

Downwards ve Mannequin gibi bağımsız plak şirketlerinden sonra bir süredir Blackest Ever Black etiketiyle yayınlanıyor müziğiniz. Bugün bazı müzisyenler bağımsız plak şirketlerini büyük plak şirketlerine giden yolda bir araç olarak görüyor. Günümüzün deneysel müzik alanında en ufuk açıcı bağımsız plak şirketlerinden biri olan Blackest Ever Black’in kataloğunda yer almanın sizin için anlamı ne?

Ben de BEB’in aynı öyle olduğunu düşündüğüm için bu etikete uzun süredir bağlandım. Bununla birlikte bağımsız bir plak şirketi ile çalıştığınızda birçok işbirliği şansı doğuyor. Kiran Sande (ZK: Şirketin kurucusu aynı zamanda FACT mag’in editörü) ile çok iyi bir ilişkimiz var; birbirimizin fikirlerini gerçek anlamda besliyoruz. Belli albümler hakkındaki düşüncelerimiz hep aynı paralelde. Bu gerçekten çok güzel; çünkü geçmişte sanat alanında, müzik sektöründe birçok insanla çalıştım ve bir insanla sürekli aynı görüşte olmak nadir rastlanan bir durum. O beni sorgulamıyor, ben de onu sorgulamıyorum ve bu şekilde işler yürüyor. BEB’den başka bir etikete, daha büyük bir şirkete geçmek konusunda tereddüt içinde olmamın nedenlerinden biri de bu. Başka biriyle çalışmaya karşı heyecanımı kaybediyorum sanırım.

Müzik dünyasındaki cinsiyetçilik konusundaki görüşlerinizi merak ediyorum. Müzik endüstrisindeki erkek şovenizmi konusunda değerlendirmeniz ne? Özellikle turnedeki hamile bir müzisyen olarak yaşadıklarınızı da öğrenmek isterim.

Önceleri erkeklerin müziğim hakkında, müzisyen, sanatçı ve kadın olarak benim hakkında ne düşündüğünü çok daha fazla umursuyordum. Epey stres ve gerginliğe neden oluyordu bu. Müzik yapmaya devam ettikçe artık gerçekten kendime güven duyuyorum. Müzik endüstrisinde erkek odaklı, hep erkeklerin konuştuğu bir ilişki ağı var ve bu hep olacak. Fakat ben bunu önemsememeye çalışıyorum, insanlarla yarış içinde olmaktan da hoşlanmıyorum. Müzik yapma nedenim bu değil. Kendimi işime verip sadece kendi müziğimle ilgilenmeye ve geri kalan şeyleri görmezden gelmeye çalışıyorum. Ama turnedeyken başınıza gelen bazı şeyler var. Müziğiniz hakkında fazla bilgisi olmayan insanlarla her gün muhatap olurken, kadın ve erkek etrafında gelişen düşüncelerin ne kadar kutuplaşmış olduğunu görüyorsunuz. Hayatımdaki erkekler çoğu zaman çok teşvik ediciydi. Eskiden Juan’la çalışıyordum, şimdi Joshua ile çalışıyorum ama dışardan bazı insanlar yaptığım her şeyi bu erkeklere mal edebiliyor. Dün gece bir röportaj sırasında, “Müziğinizdeki yeni tarz, perküsyon çok ilginç. Tamamen yeni bir yaklaşım. Gerçekten elektronik bir sound... bla.. bla.. bla. Bahse girerim Joshua’nın katılımıyla ilgisi var,” dendi bana. “Hayır, aslında öyle değil. O şarkıyı ben yazdım ve sonra Joshua ile birlikte onun içinden çıkardık,” dedim. Joshua ile hiçbir ilgisi yoktu. Yeni bir elektronik davul almıştım ve o makinede programladığım ilk kalıptı o. Bu tür tuhaflıklar oluyor. Hamilelik konusuna gelince, herkes bu konuda gayet olumlu. Ama belirtmek isterim ki tam anlamıyla özgürleştirici bir yanı var çünkü bu durumda asla bir seks objesi gibi hissetmiyorsunuz. Ben öyle hissetmeyi hiçbir zaman istemedim zaten. Fakat şu anda bedenimden utanmak istemiyorum der gibiyim. Benim hamile olmamla ilgili bir sorunları var mı ya da sadece Taylor’ı ve beni seks objesi gibi gördükleri için gruptan hoşlanan var mıdır bilmiyorum, hatta insanlar bunları düşünür mü onu da bilmiyorum, ama artık bütün bunları hiç umursamamak müthiş özgürleştirici. Bebekten sonra ne olacak göreceğiz.

Son olarak, yeni albüm kaydı ne zaman?

Nisan ayına kadar olmaz ama nisan ya da mayıs aylarında başlayacağım. Kesinlikle programda var.


(Fotoğraflar bana aittir.)

12 Kasım 2015 Perşembe

VEGAN LOGIC - BUREAU B SEÇKİSİ - 11.11.2015


12.11.2015

Dün Açık Radyo'da yayınlanan Vegan Logic'i Alman deneysel elektronik, avangart müziğine odaklanan bağımsız plak şirketi Bureau B'ye ayırdım.

1- Roedelius - Part 14
2- Sølyst - Lead
3- Conrad Schnitzler - Copacabana
4- Automat - RE 201
5- Din a Testbild - Overdose
6- Ziguri - Massa
7- Faust - Sur le Ventre
8- Camera - Synchron
9- Tarwater - Stone In Exile
10- Moebieus + Tietchens - Mach Auf!
11- Lloyd Cole - Renes
12- ESB - X2




VEGAN LOGIC - BUREAU B SELECTION - 11.11.2015 by Veganlogic11 on Mixcloud

4 Kasım 2015 Çarşamba

VEGAN LOGIC - TROPIC OF CANCER - 4.11.2015


4.11.2015

Açık Radyo'da canlı yayınlanan Vegan Logic Tropic of Cancer özel programının kaydı.

1- Rites of the Wild
2- When the Dog Bites
3- The One Left
4- A Color
5- Stop Suffering
6- The Dull Age
7- Dive (Wheel of the Law)
8- Plant Lilies at My Head (Alternate Version)
9- Children of a Lesser God
10- Be Brave
11- Chrome Vox




Video: Neneh Cherry @ Salon, 30.10.2015


4.11.2015

Geçen hafta Salon'da konser veren Neneh Cherry, tahminimin ötesinde coşkulu ve dinamik bir performans sergiledi. Mekanı dolduran dinleyici kitlesi, başından sonuna kadar müziğe ilgisini hiç kaybetmedi, şarkılara eşlik etti. Cherry, sahnede kendisine eşlik eden Tom Page (davul) ve Ben Page'in (synth) de ustalıklarını sergilediği konserde, şarkı aralarında anlattığı anekdotlar, çeşitli toplumsal sorunlar ve kadın hakları gibi konularda yaptığı yorumlarla mesajlarının altını çizdi, yeri geldiğinde saçlarını savura savura sanki evinin bir odasındaymışcasına doğal bir tavırla dans etti.

Massive Attack'i andıran trip hop soundu ile başladığı konser boyunca hip hop, pop ve elektronikayı buluşturan şarkılarını söyledi. 1996'da yayınladığı "Man" albümünden sonra uzun yıllar süren sessizliğini 2014’te Four Tet yapımcılığında çıkardığı "Blank Project" albümüyle bozdu Neneh Cherry ve İstanbul konseri de bu albümün tanıtımı için yapılan turneye dahildi. Sahneye ilk geldiğinde eskiye karşı pek nostaljik bir his beslemediğini belirti ama beklentilerin ilk üç albümde yer alan ve daha fazla bilinen şarkılara yönelik olduğunu tahmin ederek, onları da ihmal etmedi.  

80'lerden bu yana aktif bir müzisyen olsa da sadece dört albüm yayınladı Neneh Cherry; kimi şarkıları dinleyicilerin aklından hiç çıkmadı. "Man" albümünde yer alan ünlü "Woman" adlı şarkısını seslendirirken videoya kaydettim. "Erkeklerin dünyasına sevgi aşılayamayacak kadın yoktur derken" sesi 30 yıl önceki kadar güçlü, sahne performansı vurucuydu. Yılın en iyi konserlerinden biriydi.



(Fotoğraf ve video bana aittir.)

Translate