19.11.2015
(Bu röportaj, ilk olarak Cumhuriyet gazetesinde 18.11.2015 tarihinde yayınlandı.)
60’ların rock ikonu, 20. solo albümü “Give My Love to London”ı geçen yıl yayınlayarak müzikte 50. yılını kutlayan, 68 yaşında bir şarkıcı, şarkı yazarı ve oyuncu. Annesi, mazoşizmin klasiklerinden sayılan “Venus in Furs” adlı romanın yazarı Leopold Baron von Sacher-Masoch’un soyundan Viyanalı bir barones; babası İkinci Dünya Savaşı’nda MI6 için casusluk yapan bir İngiliz istihbarat görevlisi; annesi tarafından dedesi kadınlara orgazmı yaşatmak için Frijitlik Makinesi denilen seks aletini geliştiren bir seksolog...
Bu giriş paragrafını söyleyip kimden söz ettiğimi sorsam doğru yanıtı kaç kişi verirdi bilmiyorum ama “Mick Jagger’ın eski sevgilisi” denince hemen akla gelen bir isim Marianne Faithfull. Bir partide The Rolling Stones’un menajeri Andrew Oldham tarafından keşfedilince, ilk çıkışını Mick Jagger / Keith Richards ikilisinin kendisi için yazdığı “As Tears Go By”ı 16 yaşında single olarak yayınlayınca yaptı. Bob Dylan şarkısı “Blowin’ In The Wind”i ikinci single olarak kaydettiğinde, artık ünü İngiltere sınırlarını aşmıştı. The Rolling Stones’un “Wild Horses” ve “Sister Morphine” adlı şarkılarına da esin kaynağı oldu. 1979 tarihli başyapıtı “Broken English”, rock tarihinin en iyi albümleri arasına girdi.
Kanseri, Hepatit C’yi, anoreksiya hastalığını, uyuşturucu ve alkol bağımlılığını yenip yoluna devam eden Faithfull, sahnedeki duruşu gibi gerçek hayatta da güçlü bir karakter. Kanseri, Hepatit C’yi, anoreksiya hastalığını, uyuşturucu ve alkol bağımlılığını yenip yoluna devam ettiği kariyeri oldukça renkli. Daha 13 yaşında okulda Shakespeare oyunlarında rol alan, o günden bugüne, zaman zaman kesintilerle de olsa, hayatı sahnede geçen bu efsane şanatçıyı 20 Kasım akşamı İstanbul Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda bir kez daha canlı dinleyeceğiz. 2008’de geldiğinde basın toplantısına katılıp kendisine bazı sorular yöneltmiştim ama merak ettiğim başka şeyler de vardı. Bu kez konserden önce kendisine ulaşıp onları da sorma fırsatı buldum.
Son yıllarda üst üste ciddi rahatsızlıklar geçirdiniz. Önce kalçanız kırıldı, sonra başka sorunlar oldu. Şimdi nasılsınız?
Çok hastalık geçirdim. Yunanistan’da kalçam kırılınca ardından bir de kemik enfeksiyonu oldu. Fransız doktorlar tedavi etti ama hâlâ bazı sıkıntılar var. Umarım gelecekte tamamen geçer. Kemik enfeksiyonu yüzünden çok güçlü bir antibiyotik tedavisi uygulandı, hastanede üç ay geçirdim. Çok ciddi bir durumdu. Bütün bu yaşadıklarım beni çok etkiledi.
Hakkınızda yazılan çoğu makalede şu tanımlar ortak: ilham perisi, madde bağımlılığı, Mick Jagger’ın eski sevgilisi... Fakat siz bir keresinde kendinizi 60’ların simgesel kurbanlarından birisi olarak tanımladınız. Gerçek Marianne insanların zihninde yer eden Marianne’den çok farklı mı?
Gerçek Marianne zorlu, güçlü ve epey cadı. Beyaz cadı tabii.
"ANNEME KARŞI ACIMASIZDIM"
Otobiyografinizde “As Tears Go By popüler olduğunda, okulu son dönemde terk ettim ve bir gecede annemin hayatından çıktım. Ama o anda her şey ters gitmeye başladı. Bir kâbusun içine düşmüştüm,” diye yazdınız. 16 yaşındaydınız. Şimdi geriye baktığınızda neyi değiştirirdiniz?
Hiçbir şeyi değiştiremeyeceğim için pek anlamı yok aslında. Ama sanırım anneme karşı gereksiz yere acımasız davrandım. Evden ayrılışımın o kadar zalimce olmamasını isterdim. Bunu hak etmemişti.
Birçok sanatçı için öğrenme süreci çoğunlukla diğer sanatçılara benzemeye çalışmakla başlıyor. O genç yaşta bu sizin için bu nasıl gerçekleşti?
Evet, ben 60’larda çok gençken öğrenme sürecini yaşadım. Tabii bunun farkında değildim ama yaptığım da esas olarak oydu. The Rolling Stones’un çevresinde olduğum dönemde çalışmalarını izleme şansına sahiptim. Onları bir şahin gibi izledim. The Beatles’ın kayıt seanslarını da izlemeyi severdim; elbette izledikçe bilgilendim. Çok şey öğrendim ama hiçbir şey demedim.
Kariyeriniz boyunca daima farklı sanatçılarla işbirlikleri yaptınız. Son albümde de Nick Cave, Anna Calvi, Roger Waters, Leonard Cohen, Brian Eno, Adrian Utley, Ed Harcourt, Warren Ellis, Jim Sclavunos, Tom McRae and Steve Earle gibi olağanüstü yeteneklerle çalıştınız. Bu nasıl bir katkı sağlıyor size?
Özgürleştirici bir etkisi var. Bu işbirliklerinin bana müthiş katkıları oldu. Çalıştığım insanlar konusunda gerçekten inanılmaz derecede şanslıyım. Birlikte çok gurur duyduğum bir albüm yaptık ve bundan müthiş keyif aldım. Anna, Steve Earle ve tabii Nick gibi bazılarıyla yeniden çalışmayı umuyorum.
"İNGİLİZ GAZETECİLER BERBAT"
Albümün adı biraz alaycı sanırım. Sizi Londra’dan soğutan ne?
Londra’dan nefret etmiyorum. O şarkıyı İngiltere’de albüm tanıtım çalışmalarından sonra yazdım. Herkes biliyor ki tümü olmasa da İngiliz gazeteciler berbat. O kadar kaba ve kötülerdi ki “Give My Love to London”u öfke içinde yazdım. Londra’da oğlum, torunum, yakın arkadaşlarım ve İngiliz dinleyicilerim var ama ben orada yaşamak istemiyorum.
“Mother Wolf” adlı şarkıda zevk için öldüren insanlara karşı öfkenizi yansıtıyorsunuz. Radikal dincilerin nefretini her yere saçtığı, kimi sapıkların eğlence diye hayvan katlettiği bir dünyada yaşıyoruz. Bence bu şarkı 21. yüzyılda bu gezegende yaşamanın yarattığı hissi mükemmel anlatıyor. Yazdığınız en öfkeli şarkı olsa gerek.
Bu konular hakkında nadiren konuşurum ve şu anda da bir şey demeyeceğim. Şarkılarda yer veriyorum bu tür görüşlere. Bu yeterli olmalı. Politika ya da dinle herhangi bir şekilde hiç ilgim olmadı. Politik bir insan da değilim, dindar da. Ama “Broken English” ve “Mother Wolf”u yazdım. Onlar gerekeni söyler diye düşünüyorum.
"UFACIK ÇÜKLÜ KÜÇÜK ADAMLAR"
Yaşamınız boyunca kadın olarak kendinizi gerçek anlamda özgür hissettiniz mi?
Annem feministti. Feminist bir aileden geliyorum. Kadının özgür olması benim için doğal bir şey. Ama hayatımdaki erkekleri seçerken hatalar yaptım. Yine de biliyorum ki her zaman terk edebilirim.
2008’de Babylon’da konser verdiğinizde bir ara sahnede cebinizden çıkarıp ruj sürmüştünüz. Güzel bir andı. İnsanların hakkınızda ne düşündüğünü umursayı gerçekten bıraktınız mı?
Evet, yine de insanları memnun etmek hoşuma gidiyor.
Bir şarkınızda “Marianne erkek doğsaydı gösterirdi size her şeyi / Hayatınızı boşa harcayacağınız o yolu” diyen bir sanatçı olarak müzik endüstrisindeki cinsiyetçilik hakkındaki görüşlerinizi de merak ediyorum.
Evet, müzik endüstrisi şovenist. S...tir hepsini. O ufacık çüklü küçük adamları gülünç buluyorum.