8 Ocak 2016 Cuma

BLACKSTAR: BOWIE EKLEKTİZMİNİN EN ÇARPICI BELGESİ


By on 03:38:00

8.1.2016

David Bowie’nin sanatsal bakış açısını en iyi anlatan kelime nedir diye sorulsa, “gelişerek değişim” derim. Bugüne kadar yayınladığı 28 stüdyo albümünde müzik serüveninin izlediği keskin virajlı yol ile birlikte, fiziksel görüntüsünden geliştirdiği konseptlere kadar yaptığı her şeyi şekillendiren temel özellik, onun bu ilerici değişim tutkusu oldu. 1960’ların sonları ve 70’lerde David Bowie ile çalışan ünlü prodüktör Ken Scott, “Abbey Road to Ziggy Stardust” adlı kitabında şöyle diyor: “Hepimiz şanslıydık ki, Bowie Bowie’liğini gösterip, her albümde rotayı farklı bir yöne kırdı; ilki folktu, ikincide daha metal bir sounda doğru gelişti ve devamında her albümde farklı müzik tarzlarının garip bir karışımı çıktı ortaya.” Scott ile 2012’de yaptığım röportajda, “O değişimi seviyor. Değiştiği zaman, bir dönem kullandığı karakteri de tamamen değiştirir,” demişti. Ancak bu değişimde altı çizilecek olan şuydu: O, müziğini trendlere göre değiştirmedi; öncü rolüyle kimsenin sapmadığı yollara saptı, zaman zaman ters yollara girdi ama trendleri kendisi yarattı.

50 yılı aşan kariyeri boyunca, 60’ların sonunda ilk albümüyle folk-rock ile pop’u buluşturan masum yüzlü genç Bowie’den 70’lerin başındaki androjen görüntülü glam rock yıldızı Ziggy Stardust’a; funk/disko/soul ve R&B ile flört eden The Thin White Duke’ten 70’lerin ikinci yarısında minimalist, ambient müziğe yakınlaşarak Brian Eno ile kariyerinin en iyi albümlerine imza atan Berlin dönemindeki uçuk Bowie’ye; 80’lerde Queen, Tina Turner, Pat Metheny gibi isimlerle işbirlikleri yapıp megastar olarak yükselen Bowie’den rock ile elektronik müziği bir araya getiren “Outside” dönemindeki Bowie’ye geçti. Ama bütün bu geçişleri yaparken de, dünyaya inen bir uzaylı gibi görünmeyi başardı.

İlk gençliğimden bu yana adeta büyülenerek izlediğim Bowie serüveni, 2003’te yayınladığı “Reality” albümü ve 2006’da New York’ta son kez sahneye çıktığı performanstan sonra zorunlu kesintiye uğradı. Hastalık söylentileri olsa da, böylesine üretken bir sanatçı için kabul edilemeyecek kadar uzun bir kesintiydi. “Bowie nerede?” diye sorup durduğum sırada, 67. yaşgününde aniden herkesi şaşırtarak “The Next Day” albümünü yayınladı. Berlin dönemine göndermeler içeren “Where Are We Now?” adlı şarkıyla hepimize akıllıca yanıt vermişti.

Caz dörtlüsündeki saksofoncu genç

O uzun ayrılığı “The Next Day” ile sonlandırdı ve albüm kaydını Gerry Leonard, Sterling Campell, Zachary Alford, Earl Slick, Gail Ann Dorsey gibi önceki albümlerde de birlikte çalıştığı müzisyenlerle yaptı. Albümün modern rock sounduna yakın şarkıları, hayranlarına “Ben buralardayım, emekli olmadım,” demek için mantıklı bir seçimdi. Ama onu yakından takip edenler gibi ben de o noktada fazla kalmayacağını tahmin ediyordum. Nitekim 2014’te yayınladığı “Sue (Or In a Season of Crime)” single’ı ile yeni rotasının işaretlerini vermekte gecikmedi. O şarkı, B yüzünde yer alan karmaşık “ ‘Tis a Pity She Was a Whore” ile birlikte Bowie’nin serbest caza evrilen avangart alana kaydığını gösterdi. Ama (Blackstar) adlı yeni bir albümün yolda olduğunu, ancak Off-Broadway şovu olarak sahnelenen “Lazarus”a müzik yaptığı ortaya çıkınca öğrendik.

Bowie’nin caza eğilimi yeni değil elbette; daha 1963 yılında 16 yaşındayken Bromley Tech adlı okuldaki kariyer sorumlusuna “Bir modern caz dörtlüsünde saksofon çalmak istiyorum,” demişti. Bu enstrümanı çalarak başladığı kariyerinin ilerleyen evrelerinde dev bir rock yıldızına dönüşse de caz ile flört ettiği dönemler hiç eksik olmadı. Pat Metheny ile yaptığı kayıtları, özellikle kendi damgasını hiç çıkmayacak şekilde vurduğu “Wild Is The Wind”i, “Black Tie White Noise”u, “The Buddha of Suburbia” akla geliyor hemen. Ancak “Blackstar”da söz konusu olan klasik, geleneksel, “easy listening” diye tanımlanabilecek bir modern caz değil, “Blackstar” da bir caz albümü değil. Bize bu kez, serbest cazın rock, folk, drum & bass ve pop’un avangart bir yaklaşımla kendine özgü bir füzyonunu sunuyor Bowie.

Belli ki, 2014’te Manhattan’da bir caz kulübünde saksofoncu Donny McCaslin öncülüğündeki alt-caz dörtlüsünü dinledikten sonra kendini yeniden yaratmış. O konserden birkaç gün sonra McCaslin’e e-posta gönderip işbirliği yapmak istediğini söylemiş. Prodüktörlüğünü yine uzun yıllardır birlikte çalıştığı Tony Visconti ile ortak yaptığı ★ (“Blackstar”), bugüne kadar Bowie’nin kaydettiği en deneysel albümlerden birisi. Birisi diyorum; çünkü bana göre deneysellik açısından “Low”, “Heroes” ve “Outside” ile birlikte aynı başlık altına alınabilecek bir yaklaşımı var. Ancak yine de "Blackstar"ı Scott Walker’a atıfla “Bowie’nin Tilt”i diye tanımlamak geleceğe dair beklentimi sınırlamaya yol açabileceğinden şimdilik beklemeyi tercih ediyorum.

“Low” ve “Heroes” ile başlayıp “Outside”a uzanan avangart rota

1977’de rock dünyası, uzun saçlı müzisyenlerden kurulu grupların sert gitar soundu ile sarsılırken, Bowie, Brian Eno’yu da yanına alıp yeni bir kentte yerleşerek farklı bir kimlik yaratmış; Berlin üçlemesinin ilk albümü “Low”u kaydetmişti. Yarısını tamamen enstrümantal ambient kayıtlara ayırdığı o derece avangart bir albümü kariyerinin doruğunda yayınlaması, bugün “Blackstar”ı yayınlanmasından çok daha sıradışıydı bana göre. “Heroes”a da yansıyan bu deneysel yaklaşım, 1990’larda “Outside” ile tekrarlandı. Her üçünde de işin içinde Brian Eno’nun olması tesadüf değildi tabii. Bu defa Eno yok ama Bowie’ye bu avangart yaklaşımı, 69 yaşında olabildiğince ileri taşıtan evrilerek değişim tutkusu var.

Bowie’nin bir rock yıldızı olarak beni en çok etkileyen özelliğinin, klasik olana sadık kalmayıp farklı seslerin peşine düşmesi olduğunu söyleyebilirim. Çağdaşı pek çok ünlü müzisyen tek bir türe takılıp yıllarca aynı albümü farklı isimlerle yeniden kaydederken onun denemediği tür kalmadı. Tony Visconti, Kendrick Lamar’ın “To Pimp a Butterfly” albümünü kayıtlar sırasında epey dinlediklerini söyleyince medya, “Bowie, Kendrick Lamar’dan esinlendi!” diye başlıklar attı ama açıkçası biraz yanlış yorumlandı bu. Elbette Bowie, sound olarak Kendrick Lamar’ınkine benzer bir kayıt yapmadı, sadece Lamar’ın türleri karıştıran yaklaşımından söz ediyordu Visconti. Bowie, zaten çok uzun yıllardır glam rock, soul, R&B, pop, caz, blues, kabare, elektronik, endüstriyel rock, ambient... eski ve yeni bütün farklı türleri karıştırıp kendini daima yeniden yarattı. “Amaç rock & roll’dan uzak durmaktı,” demiş Visconti. Albümü tümüyle dinledikten sonra diyorum ki, hedef 12’den vurulmuş!


Karmaşayı ve bozgunu seven göz alıcı bir star

Her albüm için yeni bir konsept yaratan Bowie’nin “Blackstar” adlı şarkıda ne anlatmak istediğini hâlâ çözemedi kimse. Albüme adını veren şarkının The Breaking Bad’in yönetmeni Johan Renck tarafından yönetilen garip ama fantastik videosunda görünen kafası sarılı kör kahin ve ölü astronottan yola çıkarak yorum gerilmeye çalışılsa da tam olarak ne olduğunu bilmek olanaklı değil. McCaslin’in söylediğine göre, Bowie bu şarkının IŞİD ile ilgili olduğundan söz etmiş. Daha başlangıcında 8. ve 11. yüzyıllar arasında İskandinavya’da yaşayan Norslara ait Ormen kasabasından söz eden bir şarkıda IŞİD’in ne işi var diye sorabiliriz. Ama anlatmak istediklerini farklı konseptler içine yerleştirmek, Bowie’ye özgü bir yol. Videoda özellikle Hıristiyanlık dinine ait simgelerin kullanılması da, “Blackstar”ın sadece IŞİD ile ilgili değil, temelde dünyayı ateşe veren radikal dincilik ile ilgili olduğunu düşündürüyor. Anlaşılan o ki, herkes kendine göre bir yorum getirecek şarkıya. Bowie de farkında bunun; işin büyüsünü bozmak istemediği için hiçbir açıklama yapmıyor bu konuda.

Serbest caz, elektronika, drum & bass ve deneysel rock’ın büyüleyici karmaşası, “Blackstar”ın yanı sıra, romantik bir yıkımı anlatan “Sue (Or in a Season of Crime)” ve 2. Dünya Savaşı’nın dehşetinden söz eden “ ‘Tis a Pity She Was a Whore”da da çıkıyor karşımıza. Ama bunun dışında kalan enfes baladlar da var. Bunlardan birisi, Bowie’nin her aşamasında imzasını taşıyan Off-Broadway oyunu Lazarus’a yaptığı müzikler arasında yer alan bir şarkı. 1976 tarihli “The Man Who Fell to Earth” adlı filmden tiyatroya uyarlanan Lazarus’un adını taşıyan şarkı, Bowie’nin New York’ta yaşamaya başladıktan sonraki yaşamında duyduğu derin korkularla bir tür yüzleşmesi. Akustik gitar içtenliğini hissettirirken, “Look up here, I’m in heaven / I’ve got scars that can’t be seen / I’ve got drama, can’t be stolen / Everybody knows me now” diyor usulca; ama öyle bir an geliyor ki korkular çığırından çıkıyor. Şarkının dün yayınlanan videosunda bu kez hastane odasına kapatılmış, korkudan titreyen, geçip giden zamana karşı çarşafı kafasına çeken bir Bowie görüyoruz.



Vokal tonu nedeniyle sanki Bowie’nin adeta 70’li yıllarda seslendirdiğini düşündürten “Girl Loves Me”,  yaylılar, elektronik sesler ve üflemeli çalgıların yavaş yavaş kurguladığı akılda kalıcı bir melodiye sahip. Önceki şarkıların yarattığı gürültüyü dindirirken, dinleyiciyi farklı bir atmosfere başarıyla çekiyor. Albümün en güzel anlarından birisi, “Dollar Days”in kağıt hışırtıları, gitar ve piyano eşliğinde başlayan tınılarının devreye girdiği anlar. McCaslin’in saksofonundan sonra Bowie’nin kırılgan dönemlerine özgü ses tonuyla söylediği şu sözler, 70'ine merdiven dayadığı bir dönemde ruhundaki çalkantıları da ortaya koyuyor: “If I’ll never see the English evergreens I’m running to / It’s nothing to me.”

David Robert Jones daha net görünüyor

Yaklaşık 42 dakikalık albümdeki 7 şarkının sonuncusu olan “I Can’t Give Everything Away”e sıra geldiğinde, Bowie’nin klasik şarkı yazarı olarak kimliği daha net ortaya çıkıyor. “Seeing more and feeling less / Saying no but meaning yes / This is all I ever meant / That’s the message that I sent,” dediğinde tam olarak neyi kastettiğini anlamak olanaklı değil ama bazıları gibi bunu bir son mesaj gibi yorumlama niyetinde değilim. Diğerlerine göre daha enerjik bir havası olan şarkının yarısından sonra saksofonla birlikte tüm enstrümanları susturup, hafif cızırtılı bir sesle, “I know something is very wrong,” diyor Bowie. Yanlış olan ne bilmiyorum, zorlama bir yorum yapmak da istemiyorum; sadece ona bu şarkıyı yazdıran duyguların, kendisiyle 69 yaşında dürüstçe yüzleşmesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Bugüne kadar şarkılarında kendisini yarattığı karakterler ve konseptlerin ardında maskelemeyi büyük bir başarıyla sürdürdü Bowie ama son iki albümde o maskenin ardındaki David Robert Jones daha net görünüyor bana. “Dollar Days”de “We bitches tear our magazines / Those oligarchs with foaming mouths phone now and then” dediğinde endüstri kodamanlarını ve onlara rest çekeni tahmin edebiliyorum.

Albüme adını veren şarkı “Blackstar”da söylediği bir söz, yan anlamlarıyla birlikte asıl mesajı da veriyor: “I’m not a film star, I am not a pop star. I am a blackstar.” Moby’nin dediği gibi Bowie olmasa, bildiğimiz şekliyle popüler müzik var olmazdı.” Doğru ama ne ilginçtir ki, aynı Bowie onun konumundaki hiçbir popüler müzisyenin kaydetmeyeceği türden albümleri de kaydederek, kendi yolunda gitmekte inat ederek vardı bu noktaya. Nevi şahsına münhasır baskın bir karakter, göz alıcı bir star o. 1996 yılında Stockholm’de bir TV kanalındaki röportajında, müzikteki yerini tanımlarken kendisini “her şeye karışıp ortalığı bozguna veren” diye tanımlamıştı. Karmaşaları, sonsuz görünen “puzzle” parçalarını bir araya getirmeyi seviyor Bowie. Bu nedenle 50 yılı aşkın bir süredir müzik sahnesinde eklektizmin en yaratıcı ismi. ★ (“Blackstar”) da, bunun en çarpıcı belgesi.

Yazan: Zülal Kalkandelen

Translate