30 Haziran 2016 Perşembe

VEGAN LOGIC - HAZİRAN 2016 EN İYİ KAYITLAR SEÇKİSİ - 29.6.2016


30.6.2016

Dün Açık Radyo'da canlı yayınlanan Vegan Logic'te haziran ayının en iyi kayıtlarından bir seçki dinledik.

1- SHXCXCHCXSH - Ss
2- Raime - Cold Cain
3- DJ Shadow - Bergschrund
4- Plaid - Saladore
5- Mala - Kotos (Feat. Asosiacion Juvenil Puno)
6- B/B/S - Linber
7- Jarvis Cocker - Theme From 'Likely Stories'
8- To The States - FF
9- Vatican Shadow - Wherever There Is Money There Is Unforgiveness
10- Swans - Cloud of Forgetting



24 Haziran 2016 Cuma

ONE BEAT ISTANBUL'DAN YENİ VİDEOLAR


24.6.2016

Türkiye'de bulunan farklı kültürlerden müzisyenler ile Amerikalı müzisyenleri 10 gün boyunca bir araya getirip ortak çalışmalar yapmalarını sağlayan One Beat, geçen nisan ayında İstanbul'da gerçekleşti. Blogun takipçileri hatırlayacaktır; ben de o etkinlik sayesinde Kobanili genç vokalist Jînda Kanjo'yu keşfetmiş ve röportaj yapmıştım.

One Beat ekibinden yeni videolar geldi; bir tanesi genel olarak etkinliği özetliyor. İstanbul'un tarihi mekanları ve günlük yaşamdan sokak görüntüleri ile müzisyenlerin yaptığı kayıtları buluşturan enfes bir video olmuş kanımca. Diğerleri de Jînda Kanjo'nun yanı sıra, kabak kemane sanatçısı Ruşen Can Acet ve besteci/çellist Zeynep Ayşe Hatipoğlu'na odaklanan videolar. Hepsini aşağıda paylaşıyorum. Türkiye'de bazı plak şirketlerine Jînda'nın videolarını gönderdim ama bildiğim kadarıyla hâlâ bu olağanüstü sesle ilgilenen çıkmadı. Belki birileri duyar diye umuyorum.










RUHU HÂLÂ PUNK KALANLAR İÇİN HÜZÜN VAKTİ...


24.6.2016

20 yılı aşkın müzik yazarlığı serüvenimde, ilk kez gitmediğim bir konser sonrasında o konsere dair düşüncelerimi yazıyorum. Ama başlıkta söz ettiğim hüznün nedeni konsere gitmemem değil; dün İstanbul’da punk rock diri diri gömüldüğü için...




>>> Kültür Servisi için yazdığım yazının devamını okumak için: http://kulturservisi.com/p/ruhu-hl-punk-kalanlar-icin-huzun-vakti

VEGAN LOGIC - BIXIO, FRIZZI, TEMPERA - 22.6.2016


24.6.2016

Açık Radyo'da 22.6.2016 tarihinde yayınlanan Vegan Logic programında 1970'lerde İtalyan filmlerine yaptıkları müziklerle tanınan Franco Bixio, Fabio Frizzi ve Vince Tempera'dan oluşan Magnetic System üçlüsüne odaklandım. Finder Keepers'ın plak formatında yayınladığı "Magnetic Systems" adlı derleme plak dolayısıyla günümüzden 40-45 yıl öncesine gidip İtalyan film müzikleri arşivine daldım.

1- Sette notte in nero 
2- Godzilla
3- Nucleo Antirapina
4- Attesa insopportabile
5- Giungla Urbana
6- Vai Gorilla (main theme)
7- Vai Gorilla #1
8- Allucinazioni mistiche
9- Tracce Sul Muro
10- Sette note in nero (finale)
11- Concessioni naturali
12- Death’s Song
13- Movin’ On 
14- L’ultima volta
15- Cantina Guitar #2


16 Haziran 2016 Perşembe

VEGAN LOGIC - TÜRKİYE'DEN DENEYSEL MÜZİK - 15.6.2016


16.6.2016

Bu hafta Vegan Logic'te Belçikalı plak şirketi Sub Rosa'nın yayınladığı 'An Anthology of Turkish Experimental Music 1961-2014' toplama albümünden bir seçki dinledik. Müzik tarihimiz açısından önemli bir derleme olan bu albümünden seçtiğim şarkılara yer verdiğim programın Açık Radyo'da yayınlanan kaydını paylaşıyorum.

1- Alper Maral - Sho
2- Asaf Zeki Yüksel - Democracy Lessons
3- Erdem Helvacıoğlu - Resonating Universes Pt. 1
4- 2/5bz - Anadolog
5- Volkan Ergen - Sublimation F
6- Meczup - Sworn Mother
7- Burçin Elmas - So Far
8- Reverie Falls On - Eta Carinae 
9- Mors - PerfYAy
10- İlhan Mimaroğlu - Prelude No. 17 (İstanbul Fog)
11. Bülent Arel - Postlude From Music for a Sacred Service




9 Haziran 2016 Perşembe

VEGAN LOGIC - 40. YILINDA PUNK - 8.6.2016


9.6.2016

Bu hafta Açık Radyo'daki Vegan Logic programımda punk rock'ın 40. yılını kutladım. Günümüzde artık punk ruhunun öldüğünü dike getirenler az değil. Belki de 1970'lerdeki anlamı gerçekten yok oldu ama ben insanoğlunun toplumu sorgulayarak otoriteye karşı direnme yeteneğini tümüyle kaybedeceğini düşünmüyorum; punk ruhu her zaman bir şekilde yaşayacak.

Tabii ne yazık ki 40. yılında bu akımı özünden soyutlayarak içimizi burkan gelişmeler de var... Programın bir saatlik süresinde anonslar için kalan kısa zamanda bunlardan da söz etmeye çalıştım.

Fakat sonuçta müzik tarihinin yanı sıra, kültürü ve toplumu kuşaklar boyu derinden etkileyen bu akıma çok şey borçlu olduğumuz kesin. Bu düşüncelerle punk rock tarihinin önde gelen isimlerinden bir seçki hazırladım program için.

Diyeceğim o ki içinizdeki punk'ı öldürmeyin!

1- The Sex Pistols - Anarchy In The UK
2- Penetration - Don't Dictate
3- Angelic Upstarts - Teenage Warning
4- Crass - Reject of Society
5- The Clash - White Riot
6- The New York Dolls - Looking for a Kiss
7- Ramones - We Want the Airwaves
8- Patti Smith - Gloria
9- Black Flag - Rise Above
10- Dead Kennedys - Police Truck
11- The Damned - New Rose
12- Buzzcocks - Ever Fallen In Love (With Someone You Shouldn't Have)
13- The Cramps - Human Fly
14- Richard Hell & The Voidoids - Blank Generation
15- Fugazi - Waiting Room
16- Propagandhi - Nailing Descartes to the Wall/(Liquid) Meat Is Still Murder
17- Conflict - Meat Still Means Murder
18- Bad Religion - Faith In God



8 Haziran 2016 Çarşamba

ALESSANDRO CORTINI: “VINTAGE SYNTH'LERİN KARAKTERİ YENİLERDE YOK"


8.6.2016

İtalyan müzisyen Alessandro Cortini’yi pek çok kişi endüstriyel rock grubu Nine Inch Nails’e turnelerde eşlik eden klavyeci olarak tanıdı. Rock grubu The Mayfield Four’un tur gitaristi, alternatif/elektronik müzik grubu Modwheelmood’un da kurucu üyesi olan Cortini, kullandığı enstrümanlardaki çeşitliliği müziğine yansıtan bir sanatçı. Birçok gruplarla yaptığı işbirliklerinin dışında, SONOIO ve blindoldfreak adını verdiği solo projeleri de yürütüyor. 2013 yılından bu yana da, kendi adı ile yayınladığı albümleriyle deneysel müzik dünyasında adından çok söz ettiriyor. Cortini’yi analog ve modüler synthesizer’lar ile yaptığı solo kayıtlarıyla keşfedenler ise, onun aynı zamanda yetkin bir elektronik müzik bestecisi olduğunu da biliyor.

Bugüne kadar yaptığı bütün bu çalışmaların içinde, özellikle son birkaç yıldır yarattığı o özel sounda hayranlık duyanlardan biriyim. ‘2015’in En İyi Albümleri’ listemin de bir numarasına yerleşen ‘Risveglio’ onun imzasını taşıyordu. Geçen yıl Berlin Atonal’de canlı dinledikten sonra tekrar o tok, güçlü soundu duyacağım günü iple çekiyorum. Beklediğim fırsatı, nihayet 19-22 Mayıs arasında North Carolina’da gerçekleşecek Moogfest’te yakalayacağım ve kendisini hem solo performansında hem de Morton Subotnik, Sarah Davachi, Suzanne Ciani ve Richard Smith ile birlikte Buchla syhthesizer’larının yaratıcısı efsane Don Buchla’nın onuruna verilecek konserde dinleme olanağı bulacağım. Festivalden önce merak ettiklerimi kendisine sordum.

Geçen yıl Berlin Atonal’de hem solo hem de Lawrence English ile birlikte çaldığınız performansları izleme şansına sahip oldum. Benim için her ikisi de olağanüstüydü! Büyüleyici Krafwerk binasında çalmak sizin için nasıl bir histi?

Çok teşekkür ederim. Berlin Atonal’de ve Kraftwerk binasında harika vakit geçirdim. Daha mükemmel bir atmosfer, etkinlik ve kitle düşünemiyorum.

Performanslarınız için daha uygun olduğunu düşündüğünüz mekanlar var mı? Büyük binalar ya da daha ufak konser salonları gibi...

Barlar ve rock mekanları dışında karakteri olan herhangi bir yer olabilir. Benim müziğim gürültülü barlarda pek iyi sonuç vermiyor.



“MÜZİK-GÖRSEL İLİŞKİSİ: ÖZEL BİR YEMEĞİ UYGUN BİR TABAKTA SUNMAK GİBİ" 

Atonal’de çok etkileyici görseller kullandınız. Sizce canlı performanslarda görsellerin nasıl bir rolü var? Müzik ve imajlar arasındaki ilişkiyi “simbiyoz” diye niteler miydiniz?

Sonno/Risveglio performanslarımdaki görselleri Sean Curtis Patrick yaratıp kurguladı. (http://theattemptedtheftofmillions.com) Sean, albümleri dinleme olanağına sahipti; benden çalışmanın yansıttığı his, renk ve diğer hususlar konusunda bazı fikirler aldı ve sonra da kayıtların görsel versiyonlarını çok başarılı bir şekilde yarattı. Benim performanslarımda görseller müzik kadar önemli; çünkü sesle ortaya konulan içeriğin daha uygun bir şekilde içselleştirilmesini sağladıklarını düşünüyorum. Görseller, dinleyicinin beynini algılayıcı konumuna sokuyor; ekranda formatlanan haliyle işitsel ve görsel arasında bağ kurarak analiz yapmasına olanak sağlıyor. Bunu bir analoji ile anlatmak istersek, özel bir yemeği uygun bir tabakta sunmak gibi.

Son birkaç yıldır bende bağımlılık yaratan bir müzik yapıyorsunuz. İlk “Forse” albümünden “Sonno”ya ve “Risveglio”ya kadar yayınladığınız her albümde, beni anında yakalayan o tok sound var. Solo albümlerinizde yarattığınız bu soundun estetiğini siz nasıl tanımlarsınız?

Tekrar teşekkür ederim. İnsanların müziğime benimle aynı şekilde tepki vermesi, bende her zaman çok güçlü duygular uyandırıyor. Genellikle sadece kendim için müzik yaptığımdan, bu plansız oluyor. Yaşlı, bıkkın ve huysuz ruhumda derinlere inip iz bırakacak şeyler kaydediyorum. Bu nedenle başkalarının da o müziklerden aynı duyguları hissetmesi çok şaşırtıcı. Bunun dışında nasıl tanımlayabileceğimi bilmiyorum.


“ESKİ ENSTRÜMANLAR İDEAL BİR GRUP ARKADAŞI

Birçok enstrüman çalıyorsunuz ama sizi özel olarak analog synthesizer’lara çeken ne?

İnsani bir şey yaratmak için dışarıdan yapılan insani etkiden bağımsız olmaları; özellikle üzerinde çalışma zevkini yaşadığım bazı eski enstrümanlar için durum böyle. Modern analog enstrümanlarla çalışmak benim için çok zor. Çünkü vintage makinelerin sahip olduğu karakteri ve belirsizliği onlarda aynı ölçüde bulamıyorum. Eskilerde zamanla ortaya çıkan bozulmalar, farklı bir karakter yaratıyor. O enstrümanlar kusursuz değil. Bazıları tümüyle çalışıyor durumda olmayabiliyor; hatta tasarımları sorunlu oluyor. Ama limitleri de aldatıcı; bu da benim onlara vereceğim tepkileri kışkırtıyor. İdeal birer grup arkadaşı gibi bu enstrümanlar. Bazı durumlarda onlardan daha genç olsam da, sonuçta ben de yaşlıyım. Onların da benim gibi sağlık sorunları var ve bazen de garip kokuyorlar!

“Forse” serisinin tümünü dünyada sadece 13 adet kalan eski bir Buchla synthesizer ile kaydettiniz. Onu özel olarak tercih etmenizin nedeni neydi?

Görünüşü, hakkında duyduklarım ve çok ender bulunuyor olması diyebilirim. O aleti bulmak için sekiz yıl uğraştım. Sonunda Don Buchla’nın prototip olarak ilk yaptığı aleti buldum. Modern versiyonundan farklı bir sese sahip. Onun önüne oturduğumda beni nereye doğru çekeceğini bilmiyorum, sanki bir satranç oyunu oynar gibi hissediyorum. Bucha en başından beri bana hitap etti. Çünkü klavye çalanlar için yapılmamıştı, bana bir oyuncak gibi geldi.

Bob Moog bir keresinde, “Önceden ayarlanmış efektleri olan ya da önceden kaydedilmiş sample’ları çalan herhangi bir enstrüman, synthesizer değildir,” demişti. Hemfikir misiniz?

Bence kategorizasyon çağı çoktan sona erdi.

Analog synthesizer’lar ve modüler sistemler son yıllarda oldukça popüler. Bütün o büyük yazılım devriminden sonra donanıma bu ilgiyi nasıl yorumluyorsunuz?

Yazılım gibi donanıma da ilgi hep var olacak!

Ama aynı zamanda bazı müzisyenler analog synth’lerin fazla abartıldığını söylüyor. Sanırım analog mu dijital mi tartışması hiç bitmeyecek.

Ben o tartışmaları umursamıyorum. Yaratıcı olmak için ihtiyacınız neyse onu kullanırsınız...

Şu anda kullandığınız ekipman nasıl? Favori enstrüman ve yazılımlarınız var mı?

Artık favorilerimi çalmıyorum çünkü sadece belli bir süre için favorim oluyor, sonra değişiyor. Aslında içimdeki çocuğu canlı tutmaya çalışıyorum; bu nedenle de kendimi eğlendirmek için bir enstrümandan diğerine sıçrayıp duruyorum. Birkaç tanesi dışında diğerlerinin hepsi eski döneme ait. Çünkü eskilerin sesi daha farklı.


"TEK BİR ENSTRÜMANA YOĞUNLAŞMAK KENDİ LİMİTLERİMİ ZORLAMAK İÇİN İYİ"

Eski aletleri kullanan ve aynı zamanda da teknolojiyi izleyen bir müzisyen olarak bu çalışma yönteminin yaratabileceği olasılıklar nedeniyle şaşkınlık yaşadığınız oluyor mu?

Daima oluyor. Bunu hissetmeden çalışmayı öğreniyorum ama benim kuvvetli yanım kesinlikle söyleyeceklerimi sınırlı araçlarla söylemekten geliyor. Her şeyden bir parça olsun istemiyorum. Bu nedenle tek bir enstrüman alıp onun limitlerinin sonuna kadar gitmeyi seviyorum. Tek bir enstrümana yoğunlaşıp ona bağlı kaldığımda, kendi limitlerimi zorladığımı fark ettim. Bu şekilde daha yaratıcı olduğumu düşünüyorum.

Synthesizer enstrümanının yansıtma/dışavurum etkisini nasıl görüyorsunuz? Terry Riley, synthesizer’ları bu açıdan çok etkin görmediğini söylemişti.

Hepimiz farklıyız. Dışavurum bir işlev olarak sadece kullanılan enstrümanla ilgili değil, kullanıcının onunla neler yapabileceği de önemli. Bugün Eurorack sistemlerini kullanan insan güruhunu bir düşünün. Gözlerinizi kapayın ve dinleyin. Duyuyor musunuz? Hayır mı? Demek istediğim bu işte... Daha çok insanın enstrümana yaklaşımıyla ilgili bir durum bu. Yaptığım müziklerde ortak payda benim, enstrüman bir renk. Bir kitabı farklı dillere çevirebilirsiniz ama mesaj aynıdır. Ben de enstrümanları böyle görüyorum.

“İnsanlar: Karşılıklı tepki, zorlanma, etkileşim ve iletişim
Makineler: Bir ayna gibi ama sinir bozucu da olabilir”

Bob Moog’a synthesizer’lar insanların yerini almasından endişe edip etmediği sorulduğunda, “Bundan hiç endişe duymadım. Öncelikle bir synthesizer ile müzik yapabilmek için müzisyen olmanız gerek,” demiş. Siz ise bir röportajınızda, “Synthesizer’ın kendisini bir grup üyesi olarak görüyorum,” demiştiniz. Daha önce birçok grupta yer almış bir müzisyen olarak sizden gerçek insanlar ve synthesizer’ları grup üyeliği açısından karşılaştırmanızı istesem ne dersiniz? 

İnsanlar: Karşılıklı tepki, zorlanma, etkileşim ve iletişim. Birlikteliğin tek tek bireylerden daha iyi olma fikri. Makineler: Size kendinizi gösteren bir ayna olabilir, ama aynı zamanda sinir bozucu da olabilir. Çalışmadığında sizi kızdırıyor ama size yanıt vermiyor.

İstediğiniz bir özelliği synthesizer’lara ekleme olanağınız olsa, neyi eklerdiniz?

Çocukken müzik yapmaya aşık olmamı sağlayan aynı sesleri çalmasını isterdim.

Bu ay Moogfest’teki performanslarınız için çok heyecanlıyım. Don Buchla’ya adanan konserde ne çalacaksınız?

“Forse” albümlerimden parçalar çalacağım. Sahneyi Richard, Sarah ve Suzanne ile paylaşıp Don’a saygı duruşunda bulunacağımız için çok heyecan duyuyorum. Hepimiz Don’ı çok seviyoruz.

Sabırsızlıkla bekliyorum!

Teşekkür ederim!


(Bu röportaj ilk olarak Red Bull Müzik'te yayınlandı. http://www.redbull.com/tr/tr/music/stories/1331795080828/zulal-kalkandelen-alessandro-cortini-roportaj)

(Fotoğraf bana aittir.) 


“TEKNOLOJI VE SANATSAL DIŞAVURUM BİRBİRİNE BAĞLI GÜÇLER"


8.6.2016

Günümüzde elektro-rock’ın öncüsü olarak değerlendirilen Silver Apples ile bir gün röportaj yapacaksın denilse inanmazdım ama Moogfest sayesinde bu olanağı yakaladım. Kapağında gümüş rengi iki elma resminin yer aldığı 1968 tarihli Silver Apples plağı, koleksiyonumdaki en değerli plaklardan birisi. 48 yıl önce kaydedilen o plaktaki müziğin ufuk açıcı deneysel karakteri bugün dahi birçok müzisyeni etkilemeyi sürdürüyor.

Silver Apples gibi deneysel bir gurubun 1960‘ların New York müzik sahnesinde yer alan klasik rock grubu Overland Stage Electric Band’in içinden çıkmış olması gerçekten ilginç. Vokalist Simeon Coxe, o dönemde 1940‘ların osilatörlerini performanslarda kullanınca grubun diğer üyeleri bundan çok rahatsız olmuş ve sonunda Simeon ile davulcu Danny Taylor ayrılıp Silver Apples adında yeni bir grup kurmuş. Willam Butler Yeats’in “The Song of the Wandering Aengus” adlı şiirinden esinlenip isimlerini Silver Apples olarak seçmiş ikili. Café Wha? başta olmak üzere New York’un önde gelen alternatif müzik mekanlarında ve herkese açık, ücretsiz festivallerde o yıllar için oldukça şaşırtıcı bir sound geliştirmişler. Simeon, eski osilatörleri kontraplak ve kablolarla birbirine bağlayıp wah-wah pedalları ve telgraf tuşlarıyla donatarak kendi enstrümanını yaratmış. Sonuçta çoğu hafta sonu kentin parklarında yaklaşık 30 bin kişinin önünde çalar hale gelmişler.

Geceleri New York’ta Record Plant’te yaptıkları kayıtlar sırasında çoğu kez Jimi Hendrix ikiliye eşlik etmiş. “Silver Apples” (1968) ve “Contact” (1969) olmak üzere iki albümü bağımsız plak şirketi Kapp Records etiketiyle yayınlayan grup, bu şirket MCA Records bünyesine girince kaydettiği üçüncü albümü 1970‘den sonra yayınlayamadı ve bunun sonucunda da 1970’de dağıldı. 1994’te Alman plak şirketi TLC her iki albümün de bootleg CD’lerini yayınlayınca yeniden Silver Apples’a yeniden bir ilgi başladı ve Simeon 1996’da grubu Xian Hawkins ve Michael Lerner ile yeniden kurdu. O yıllarda Simeon, Danny Taylor’ın izini kaybettiği için katıldığı radyo programlarında “Danny’nin yerini bilen varsa söylesin” diye duyurular yapardı. Sonunda Danny Taylor da bulundu ve çok sayıda yeniden birleşme konserleri verildi.

Taylor’ın elindeki gün yüzüne çıkmamış Silver Apples albümünün kayıt bantları ortaya çıkınca, üçüncü albüm “The Garden”, 1998’de yayınlandı. Aynı yıl Simeon, turne otobüsünde geçirdiği kaza sonrası boynunu kırınca, grubun bir sonraki albüm için planları ertelendi. Onun ertesinde de Silver Apples’ın faaliyetleri bir kez daha kesildi. Danny Taylor, 2005’te yaşama veda edince, Simeon 2007’de tek başına Silver Apples olarak turneye çıktı. O günden bu yana da yılda bir ya da iki festivalde çalıyor. Bu yıl ben de North Carolina’nın Durham kentinde 19-22 Mayıs tarihleri arasında yapılacak Moogfest’te ilk kez kendisini canlı dinleme şansına sahip olacağım.

Festivalden önce müzik tarihini etkileyen 78 yaşındaki bu efsane müzisyenle söyleşme fırsatı buldum.


KLASİK ROCK ŞARKICILIĞINDAN ELEKTRONİK MÜZİK ÖNCÜLÜĞÜNE

Bir röportajınızda, “Rock ‘n’ Roll’a sadece bir şarkıcı olarak katıldım. Tek yaptığım sahnede öne çıkıp şarkı söylemek ve biraz hareket etmekti,” demiştiniz. Klasik rock yapan bir grubun vokalisi olarak elektronik müziğin öncülerinden biri haline nasıl geldiniz?

Klasik müzik yapan bir arkadaşımın 1940‘lardan kalma bir osilatörü vardı. Klasik müzik plakları dinlerken onu da çalardı. Bir gece ben de aynı şeyi bir rock müzik plağı ile denedim. Hangi plak olduğunu unuttum, o dönemde çok dinlenenlerden biriydi ama bunu dener denemez takılıp kaldım. Sonra aleti o sırada çaldığım gruba götürdüm. Onlar uzun gitar emprovizasyonlarına dalmışken bir seferinde ben de osilatör ile eşlik ettim. Ben ortaya çıkan sounda bayıldım, dinleyiciler çok sevdi, çaldığımız kulübün işletmecisi çok sevdi ama gruptaki gitaristler nefret etti. Sonunda hepsi bu yüzden grubu bıraktı. Müziğe çok geleneksel bir yaklaşımları vardı; ben onlara bu atonal sesleri dinletince ne yapacaklarını bilemediler. “Bu ilginç!” diyeceklerine onu reddettiler.

Sizin saykedelik rock ile basit eski osilatörleri bir araya getirme kararınızı ne tetikledi?

O gece olanlar ve şans eseri davulcu Danny Taylor’un da bu yeni deneyimden hoşlanması etkiledi. Böylece ikimiz bir arkadaşımızın mekanında deneysel soundu geliştirmek için çalışmaya başladık.

“Klavyeci olsaydım Silver Apples muhtemelen hiç ortaya çıkmazdı,” demiştiniz. Bunun nedeninden söz eder misiniz?

Eğer bir enstrümanı iyi çalmayı biliyor olsaydım, osilatörü keşfetmeye çalışmazdım. Diğerleri enstrümantal doğaçlamalar geliştirirken ben hiçbir şey yapmadan duruyordum ve bundan sıkılıyordum. Sadece tef ve biraz da marakas çalabiliyordum ama bunların rock grubunda yeri olmadığından hiç kullanamadım. Bir şeyler yapmak için osilatörü denedim.

Saykedelik rock’tan önce ne tür müziklere ilgi duyuyordunuz?

R&B, Broadway müzikalleri, klasik müzik... Hemen her şeyi dinlerdim, hâlâ öyle.


“DİNLEYİCİLER İLK 10 DAKİKA BOYUNCA BİZE BAKAKALIRDI!"

Silver Apples’ı ilk kurduğunuzda synthesizer ya da elekronik klavyeniz yoktu, sadece New York’taki askeri malzeme satan dükkanlardan topladığınız, İkinci Dünya Savaşı dönemine ait aletlerle geliştirdiğiniz kendi enstrümanınız vardı ve Danny Taylor davul çalıyordu. Kendi enstrümanınızı yapma düşüncesi nasıl gelişti?

Eğer bir synth almaya paramız yetseydi bile onu nasıl çalacağımı bilemezdim. Ama kendi osilatörümü yapmayı öğreniyordum. Ekipman yokluğu ve bir enstrümanı tam olarak çalma yeteneğimin olmayışı beni daha yaratıcı deneyler yapmaya itti.

60‘ların rock gruplarında elektronik alet kullanan kimse yoktu. Bunu canlı performanslarda yapan ilk siz oldunuz. Dinleyicilerden nasıl tepki aldınız?

İnsanlar ilk 10 dakika kadar bize sadece öyle bakakalırdı. Ama ne zaman ki Danny’nin benim  loop’a alınmış ritimlerime eşlik eden tekrarlara dayalı tribal davul vuruşlarına eşlik ederler, o zaman elektronik soundun garipliğine kapılır ve dans etmeye başlayıp heyecanlanırlardı. Böylece hepimiz gerçekten eğlenirdik.

Silver Apples’ın tribal ritimleri büyüleyici melodilerle buluşturarak yarattığı basit sentezler gerçekten hipnotik. “Oscillations” adlı şarkıyı 1968’de yayınladığınızda zamanının çok ötesindeydi.

Onu Kapp Records’ın ufak bir yatak odası büyüklüğündeki kendi stüdyosunda, daha önce piyano dışında hiçbir şey kaydetmemiş olan bir ses mühendisinin kullandığı 4 kanallı deck üzerinde kaydettik. Esasen canlı bir kayıttı.

Silver Apples, 60‘larda New York’un Aşağı Manhattan bölgesindeki sanat çevresinde gelişti. Greenwich Village’deki ünlü Café Wha? gibi mekanlarda ve ücretsiz festivallerde çalıyordunuz. O dönemden anılarınızı düşününce aklınıza ne geliyor?

Max’s Kansas City’de happy hour sırasında ücretsiz dağıtılan tavuk kanatlarını ve orada takılan insanları hatırlıyorum. Orada bir yıl boyunca üst katta çalmasına izin verilen tek grup bizdik. Orada kurduğumuz bağları anımsıyorum.


“JIMI HENDRIX KADAR ÇILGIN OLMAYA ÇALIŞIRDIM"

John Lennon ve Jimi Hendrix, ilk hayranlarınızdandı. Hatta Jimi Hendrix’in sık sık sizinle jam session’lara katıldığını biliyorum. Onunla geçirdiğiniz döneme dair neler hatırlıyorsunuz?
Tatlı dilli, her tür müziği seven, kibar ve çok parlak bir insandı. Gitarıyla olabildiğince ahenksiz sesler çıkarır, beni de osilatörle bunu yapmaya teşvik ederdi. Onun kadar çılgın olmaya çalışırdım.

Günümüzde birçok grup Silver Apples’a saygı duruşunda bulunuyor. Ne hissediyorsunuz?

Onur duyuyorum!

Elektronik müziğin önde gelen prodüktörlerinden Moby bir keresinde, “Silver Apples, 1968‘de bugün bildiğimiz elekronik müziği icat etti,” demişti. Bu konudaki görüşünüz ne?

Moby ile Londra’da iTunes Festival’da çaldık. Bunu orada dinleyicilere söyledi. Onun ve diğer müzisyenlerin böyle düşünmesi beni onurlandırıyor.


“MÜZİĞE EN ÇOK ÖDÜL TÖRENLERİ ZARAR VERİYOR"

Müzik yaptığınız bunca zaman içinde teknoloji çok değişti ve bunun müzik yapımı ve müziğin algılanışı üzerinde doğrudan etkileri oldu. Bu teknolojik gelişmeleri kendi ekipmanınıza yansıtabildiniz mi?

Evet. Teknoloji ve sanatsal dışavurum giderek birbirine bağlı güçler haline geldi. Birisi bir adım atıyor, diğeri ondan etkileniyor ve böyle devam ediyor. Ben hâlâ osilatörleri sahnede canlı çalıyorum ama 16 tanesini yanımda götürmüyorum. Çok külfetli bir iş bu!  Ritimler ve Danny’nin çaldığı davul kısımlarının örneklemeleri için kullandıklarımı yanımda taşıyorum.

Bu ay Moogfest’e hazırlanırken aklınızda nasıl bir performans var?

Erken dönem şarkıları bu yaz yeni yayınlanacak yeni materyallerle bir araya getirecek bir set düşünüyorum.

Son olarak sizce günümüzde modern müziğe en yıkıcı etkiyi ne yapıyor?

Ödül törenleri.

Teşekkür ederim! Moogfest’te sizi dinlemek için sabırsızlanıyorum!

(Bu röportaj, ilk olarak Red Bull Müzik'te yayınlandı. http://www.redbull.com/tr/tr/music/stories/1331793244407/silver-apples-simeon-coxe-roportaji)

(Fotoğraflar bana aittir.)


GÜNEŞ VE UZAKLIK; KARANLIK VE YAKINLIK; HUZUR VE GÜVENSİZLİK EKSENİNDE “APHELION”


8.6.2016

İlk albümü “Aphelion”u geçen ay yayınlayan İpek Görgün, ilk gençlik yıllarında Ankara’nın yeraltı müzik sahnesinde yer alan gruplarda başlayan serüvenini 2000’lerde İstanbul’a taşıdı. Sürekli evrilen müziğini zaman içinde çok boyutlu derin bir elektronik yapıya kavuştururken; ses, sessizlik ve gürültü üzerine akademik çalışmalara başladı. Bilkent Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi okuduktan sonra, Galatasaray Üniversitesi’nde Felsefe dalında yüksek lisansını aldı ve bugün de İTÜ MİAM’da Sessel Sanatlar doktorasını sürdürüyor. Müziğin yanı sıra, şiir ve fotoğraf alanında da çalışmalar yapan İpek Görgün ile disiplinlerarası sanatı; ses ve sessizliği; gürültünün cazibesini ve yeni albümü “Aphelion”u konuştuk.


Özgeçmişinize baktığımda Ankara’nın Aşağı Ayrancı semtinde büyüdüğünüzü öğrendim. Hemşehri olmamızın yanı sıra, aynı mahalleden olduğumuz anlaşılıyor. Sakin ve samimi bir atmosferi vardı o mahallenin. SSK İşhanı’nın içindeki Baraka adlı bara sık gider, yerel grupları dinlerdim. Siz de orada 17 yaşındayken Four Handle One Scandal adında bir ska-punk grubunda davul çalarak ilk konserinizi vermişsiniz. 17 yaşına gelene kadar müziğe ilginizi yönlendiren temel etkenler nelerdi?

Evet, hemşehriyiz ve aynı mahalledeniz! Hoşdere Caddesi'ndeki parkın karşısında oturuyorduk biz de, sonradan Çankaya'ya taşındık; ama çocukluğumda Ayrancı'nın apayrı bir yeri var. Hâlâ Hoşdere'deki son duraktan geçerken duygulanırım. Baraka da çok güzeldi; gittiğim ve hatta çaldığım zamanlarda 18'imi doldurmamıştım. Hanın karşı tarafındaki Limon'u da sayarsak, öğrenci pasosu ile girebildiğim iki yerden biriydi.

Başlangıçta ailem, okuduklarım ve arkadaşlarım, müzik ilgimin şekillenmesinde önemli rol oynadı. Evde ağırlıklı olarak Türkçe ve yabancı pop, TSM, Halk Müziği ve Klasik Batı Müziği dinlenirdi. Benim favorilerimse Nilüfer, Seyyal Taner, Coşkun Sabah, Michael Jackson ve Elvis Presley idi. 12 yaşındayken kuzenim beni grunge ile tanıştırdı. 1997 civarında Shades ve Hayri Müzik'e gitmeye başladım, oradan Stüdyo İmge kitapları, fanzinler, demolar derken rock müzikle daha içli dışlı hale geldim.

İlk L7 dinlediğimde ise 13-14 yaşlarındaydım. Sonrasında Hole ve 7 Year Bitch geldi. Böylece punk rock'a kadınlar üzerinden geçiş yapmış oldum; devamında İngiliz, Amerikan ve Alman punk gruplarının albümlerini toplamaya başladım. Çiğ ve düşük kaliteli seslere olan sevgimse beni nihayetinde İsveç crust'ına ve eski usül hardcore'a getirdi. Çok yakın bir arkadaşımın black metal ve grindcore tutkusu da müzikal anlamda çok şey kazandırdı. Siz de bilirsiniz; o zamanlar Ankara'da sokakta ve parklarda sosyalleşilirdi. O yüzden buralarda tanıştığım arkadaşlarımın da bana çok şey öğrettiğini düşünüyorum.



DİSİPLİNLERARASI ÇALIŞMANIN ÇOK BOYUTLU SONUÇLARI

Siyaset bilimi eğitimi, felsefe yüksek lisansı ve şimdi de Sessel Sanatlar doktorası... Yine kendime bir yakınlık hissettim. Ben gazetecilik okuyup, siyaset bilimi yüksek lisansı yaptım; bunu müzik yazarlığı ile buluşturup iyi bir denge sağladığımı düşünürdüm hep. Elbette müzik yapmak çok daha farklı bir durum ama şunu merak ediyorum: Siyaset ve felsefe eğitiminin bugün yaptığınız müzik üzerinde dolaylı ya da doğrudan etkileri oldu mu?

Öncelikle disiplinlerarası çalışmak hakikaten zormuş. 16 akademik yılın sonunda ancak bunu söyleyebilirim -ki öğrenim geçmişinizden dolayı derdimi anlıyorsunuzdur.
Siyaset biliminden sonra felsefe, devamında sessel sanatlar okumak başta biraz alakasız duruyor; ama sessel sanatlar çalışırken bir anda teknoloji tarihini araştırabiliyorsunuz, bu da sizi siyaset tarihi, felsefe ve bilim tarihine yöneltebiliyor. İki örnek vereyim:

Endüstri devriminin üzerinden insanların dinleme biçimlerine bakarken fabrikalardaki gürültü oranları ve yeni teknolojilerin yarattığı gürültüler devreye giriyor. Tarih okuması yaparken insanların seslerle ilişkisi siyasi bir bağlama oturmaya başlıyor: makinelerin, trenlerin, radyoların sesleri ve çalışanların ürettiği sesler... Bu seslerin iletilme biçimlerini tartışmaya başlıyoruz; böylece yeniden üretim ve temsil gibi konular, işin felsefi boyutta da tartışılmasına alan açıyor.

Başka bir örnek de ses algısı üzerinden verilebilir; beyinde seslerin nasıl algılandığını araştırmak için yola çıkarken konunun teorik boyutu da konuşuluyor; zaman-mekan algısı, hafıza ve içerik problemleri başlıyor -ki bunları hem felsefe hem de psikoloji üzerinden incelemek mümkün. İşin içine bir de deneyim ve bedensellik aşamaları eklendiği takdirde maruz kalan/maruz eden tartışması karşımıza çıkabiliyor; bu da tercihe göre bizi siyasete ve felsefeye götürebilir.

2000’lerde Ankara’da kurduğunuz avangart rock grubu Bedroomdrunk’ta yaklaşık 11 yıl boyunca vokalist ve bas gitarist olarak yer aldınız. O dönemde yaptığınız müziği dinlediğimde köklerini punk, doğaçlama ve saykedelik rock’tan alan sert ve güçlü bir sound çıkıyor karşıma. O noktadan bugünkü solo elektro-akustik kayıtlara geçişiniz nasıl oldu ve o dönem size neler kazandırdı?


Saykedelik rock'tan ziyade, punk/post-punk ve Seattle rock'ının etkisi sanki daha fazlaydı bizde. Öte yandan, enstrümanlarımıza tam anlamıyla hakim değildik. Parçaları yazarken, sahneye çıkarken hep sıfırdan başlıyorduk ve bu heyecan bizim müziğimize yansıyordu; çünkü sürekli bir şeyler keşfedip hızla paylaşıyorduk.

Elektronik müziği üniversiteden itibaren dinlemeye başlamıştım ve bilgisayarın deneysel müziğe ciddi anlamda dahil olduğunu görmüştüm; ama kafamda net bir fikir yoktu. Bir süre Bedroomdrunk'tan İlker Cece ile Coquelicot'da çaldık ve ikimiz de Fruityloops ve Cubase ile haşır neşir olduk. O sıralar Mehmet Kemaloğlu ile Slowcore Sunset'i de devam ettirdik, bu defa da işin içine Logic girdi. Sonrasında Osman Kaytazoğlu ve Erdem Dicle ile Oliva Gray Away/Vector Hugo projeleri başladı. Ben hâlâ bas gitarın tını açısından olanaklarını araştırırken, 2009 yılı itibariyle Osman da algoritma kavramını hayatıma komple sokmuş ve böylece başımı yakmış oldu!
 
Bedroomdrunk ise bana icracı ve besteci olarak çok şey kazandırdı. Şu an malzeme ve katmanlar üzerine daha fazla düşünsem de, sıfırdan başlama duygusunu hiç bırakmadım. O dönemlerde edindiğim doğaçlama pratiği sayesinde sesle uğraşırken net bir plan yerine içgüdülerimle ilerleme imkanım oluyor. Ayrıca hatalardan yeni malzemeler ve fikirler çıkarmayı öğrendim; zira hâlâ bir sürü hata yapıyorum ve çalışırken tıkandığımda bunlar yolumu açabiliyor.



SONIC YOUTH İLE GÜRÜLTÜYÜ KEŞİF

Gürültünün de güzel olabileceğinin farkına ilk ne zaman vardınız?

Lisedeyken istemsiz bir şekilde hep daha gürültülü parçalara yöneliyordum; ama bunun tam anlamıyla farkına varmam ve adını koymam, Sonic Youth'un 16 yaşındayken dinlediğim 'Sister' albümü ile oldu.

İlk albümünüz “Aphelion” standart dışı kullanılan sesler ve ritim bozuklukları ile dokunan bir tür ambient noise. Tam olarak içine girebilmek için ya yalnız olmayı gerektiriyor ya da birden fazla kişi varsa birbirlerinden soyutlanmaları için sesin yüksek olduğu karanlık bir mekanda bulunmayı talep ediyor. Bunu fark ettiğimde yüksek lisans tezinizin konusu ile bir bağlantı kurdum ister istemez. “Heidegger'in Varlık ve Zaman'ında Beraber ve Yalnız Olmanın Sessizliği” üzerine çalışmışsınız. Aphelion’u dinleme deneyimimden yola çıkarak onu bu çerçevede değerlendirebilir miyiz?


Tezim Heidegger'in beraber ve yalnız olan/olmak kavramlarında sessizliğin yeri üzerineydi.  Heidegger için sessizlik, durmak bilmeyen gündelik sohbette de bizi yakalayabilir; bazen bir insan saatlerce konuşur ama aslında hiçbir şey söylemez. Bir yandan da sessizlik, hiçlikle ilişkilidir ve varlığın gündelik yaşamdan, genel-geçer kimliklerden ve tanımlardan farklı olan otantik varoluşunun çağrısını duyabilmesi için gereklidir.

Benim sorguladığım şey ise, gündelik yaşantıda sessizliğin ani müdahaleleriydi. Sohbet esnasında 'öteki' ile beraberken yaşanan garip sessizlikler, varoluşun (Heidegger için) en kritik anlarında geride kalanların birbiriyle kurduğu iletişimdeki sessizlik gibi. Günlük, genel-geçer olma haline rağmen bu tarz sessizliklerin de aslında kökenini hiçlikten aldığını, bu  'garip' sessizliklerin günlük varoluşu bir anda kesintiye uğrattığını ve bizi ansızın boşlukla yüz yüze bıraktığını düşünüyorum.

Bunu albümüme bağlamam ise haddimi aşmak olur. Müzikal deneyimin duygusal bağlamda son derece kişisel olduğuna inanıyorum. Bu konuda kendimce söyleyebileceğim tek şey, beste yaparken her bir sessizlik anı için düşündüğüm ve sessizliğin bazen birçok sesin içinde de bulunduğunu hissettiğim yönünde olabilir.

Ses, sessizlik ve gürültü ekseninde gelişen bir müzik yapıyorsunuz. Ses ve gürültünün dışında bir müzisyen olarak sessizliğe merakınız nereden kaynaklanıyor? Sylvain Chauveau ile kısa bir süre önce yaptığım röportajda bu soruma, “Sessizliğin içinde yanlış bir ses yok. Belki de bir mükemmellik formu ya da onun illüzyonu veya meditasyon şekli,” diye yanıt verdi. Sizinkini merak ediyorum.


Burada ben de bir alıntı eklemek isterim; John Cage'in dediği gibi, mutlak sessizlik diye bir şey yok; her şey sussa kalp atışımız, kulak çınlamalarımız var. Peki sessizlik sürekli form değiştirebiliyorsa, bir an görüntünün tamamı, bir an negatif alan ya da bütün varlıkların var olmasını sağlayan sonsuz bir yokluk haline gelebiliyorsa, onu nasıl tanımlayabiliriz?

Sessizlik, koşullara bağlı olarak kabul veya ret anlamlarını taşıyabiliyor. Yaratıma imkan veriyor; ama bizi yıkma gücüne de sahip. Tam yakaladığımızı sandığımız anda ise sessizliği kaçırıyoruz. Onu bir şekilde hissedebiliyoruz, hakkında konuşabiliyoruz; ama net bir şekilde tanımlayamıyoruz, çünkü sürekli fonksiyon ve biçim değiştiriyor. Bu meditasyonda da yaşanan bir durum aslında, içinde bulunduğumuz anı tanımlamaya başlar başlamaz onu yitiriyoruz. Sanırım sessizlikle ilgili beni cezbeden şeylerin başında bu geliyor.

Bir de canlı çalarken özellikle kontrol etmesi zor olan, çok yüksek volümlere geldiğinizde ses etrafınızı kuşatmaya başlıyor ve duyduklarınız kulaklarınızı öylesine dolduruyor ki kendi içinizde çok sessiz olduğunuz anları yakalamaya başlıyorsunuz. Bu durumda maruz kaldığınız gürültü bile olsa, sonunda sizi sessizliğe sürükleyebiliyor.


SESSİZ OLAN FOTOĞRAF MIDIR, FOTOĞRAFA BAKAN MI YOKSA ONU ÇEKEN Mİ?

Brian Eno ise, “Müzikte sessizliğe yer vermemek, bir resimde hiç siyah ya da beyaz renk olmaması gibi,” diyor. Aynı zamanda fotoğraf da çektiğiniz için, müziğinizi bu şekilde renk skalasında görsel olarak hayal ettiniz mi hiç? Prodüktörlerin sesle ürettiğini görsel sanatçı olarak ürettiği materyalle buluşturması son derece ilginç geliyor bana. Bu teknolojik transformasyona bakışınız nasıl?

Yaklaşık 10 yıldır fotoğraf çekiyorum ve bununla ilgili çok fazla sorum var. Asla geri dönemeyeceğimiz, tekrarı olmayan ve belki de detaylarını yavaş yavaş unutacağımız bir anı çerçeveye alıp sabitliyoruz; ama çoktan yazılmış bir metinde olduğu gibi, fotoğraf da kendisini yeniden üretiyor. Bizse ona yeni anlamlar atfediyoruz, yeni açıklamalar getiriyoruz. Fotoğrafın geçtiği teknik aşamalardan ve içeriğinden bahsetmiyorum bile; öznelerimiz var, 'buraya bak' diyoruz. Bu aşamada sessizliğin hangi durumundan bahsedebiliriz? Sadece bakmadığımız anlarda mı fotoğraf sessizdir, yoksa bu durum kendini yeniden doğurma sürecinde de devam eder mi? Peki sessiz olan fotoğraf mıdır, fotoğrafa bakan mıdır, yoksa fotoğrafı çeken midir?

Ses ve görsel birleşimini ise çok sevsem dahi, uygulamada şüpheyle yaklaşanlardanım. Ses ile tam anlamıyla iç içe geçmediği takdirde deneyimin görsel ağırlıklı olma ihtimali var. Tersi durumda da sesin görsel üzerinde hakimiyeti gerçekleşebilir. Dengeyi tutturmak zor olabiliyor.




GÜNEŞTEN EN UZAK NOKTADA YARATILAN ALBÜM

“Aphelion”un soyut bir soundu var; denizin derinliği ya da sonu olmayan bir boşluk duygusu yaratıyor bende. Canlı çalarsanız performansınıza görsel eşlik edecek mi? Edecekse ekranda ne yer alır, ne yer alamaz?

Başka sanatçılarla çalıştığım sesli-görsel projeler, film müzikleri vs. hariç; solo konserlerimde görsel kullanmıyorum. Halihazırda göz odaklı bir dünyada yaşıyoruz, iletişimimiz, kullandığımız günlük teknoloji, hepsi gözü merkez haline getirmiş durumda. Sürekli bakıyoruz ve seyrediyoruz.

Sahnede de genellikle büyük ifadeler veya hareketler kullanmadığım için aslında icracı olarak devamlı izlenecek bir görsellik sunmuyorum. O an ben de bir dinleyiciyim ve oradaki dinleyiciden tek farkım, sisteme giden sesleri mekan akustiği izin verdiği müddetçe kendi ekipmanım üzerinden biçimlendirebiliyor olmam.

Albüme verdiğiniz isim “Aphelion”, gökbilimde güneş çevresindeki eliptik bir yörünge üzerinde güneşten en uzak nokta. Şarkılarınızdan “Kairos”, Yunan mitolojisinde Fırsat Tanrısı. “Fata Morgana”, serap ya da optik yanılgı. “Lethe”, Yunan mitolojisinde yeraltı dünyasında akan nehirlerden biri. “Martyr”, inancı ya da davası için ölen kimse. “Dendrite”, taş üstünde bulunan ağaç şekli...  Bütün bu isimleri gördükten sonra albümün felsefi temelini düşünüyorum. Sonuçta vokalsiz, enstrümantal bir kayıt; elbette herkesin kendine göre bir yorumu olabilir ama sizin çıkış noktanızı duymak isterim.


İçerik konusu hakkında uzun süredir düşünüyorum. Özellikle şarkı sözüne veya sesin kaynağına aşinalığımız olmadığında parçalar bize muazzam bir alan yaratıyor: Ne dinliyorum, duyduğum sesin kaynağı ve anlamı nedir? Bu esnada deneyimimizi yorumlamak için bestecinin sunduklarından daha öteye geçmemiz, seslerle daha kişisel bir ilişki kurmamız gerekebiliyor. O zaman ya seslerle onlara hiçbir anlam atfetmeden, dolayımsız bir ilişki kuracağız ya da geçmiş tecrübelerimiz ve ses hafızamız harekete geçecek; biz de duyduklarımızı çağrışımlar üzerinden yorumlayacağız.

Bu açıdan bakınca besteci ile dinleyici arasında da tatlı bir gerilim ortaya çıkıyor. Parçaların hepsinin bir başlığı var; ama bu başlıkların benim dünyamdaki açıklaması, dinleyicinin yorumlarından daha farklı olabilir. Mesela Lethe'nin çıkış noktası Yunan mitolojisi olsa dahi sonunda vardığım yer, unutma kavramı ve duygusu idi -ki Baudelaire'in aynı isimli şiiri ve Dante'nin İlahi Komedya'sı da buna eklenebilir; ama Lethe'nin dinleyicideki karşılığı bambaşka anlam, hikaye veya anılara tekabül edebilir. Hatta dinleyici, başlığa aldırış tamamen seslere odaklanıp hiçbir yorum eklemeden müziği deneyimleyebilir.

Albümdeki parçaların sessel dünyası birbirini tamamlıyor. Böyle süreçlerde gayri ihtiyari ortaya çıkıyor bu; ama seslerin işlenme biçimi, içerik ve yapı açısından pek alakaları yok. Onları bir arada tutan ise aynı dönemde bestelenmiş olmaları. Önceden tamamlamış olduğum Bloodbenders ve Kairos'u saymazsak, materyali toplamam 3.5 yıl sürdü ve düzenleme/miks sürecinde yaklaşık 4 ay boyunca zaruri ihtiyaçlar dışında dışarı çıkmadım; bir yandan da doktora eğitimim devam ettiği için sürekli çalıştım, sosyal bağlarım da neredeyse sıfırlandı. Gece çalışma, gündüz uyku düzenine geçtiğim için bu dönemde güneşten en uzak olduğum noktayı ilk defa tecrübe ettim. Aphelion başlığı da bu tecrübeden çıkmış oldu.




MÜZİĞİN İÇİNDE YENİ YAPILARA DÖNÜŞEBİLEN SESLER

Soundcloud sayfanızda dinlediğim “Antilop” adlı şarkınızda ormana dalıp hayvanları katleden avcılar ve kurban edilen hayvanların acılarına dair insan sesi örnekleri var, önceki yıllarda da var bu tür kayıtlarınız var ama Aphelion’da yok. Acaba albüm yeryüzünü değil de yeraltını ya da uzay boşluğunu hissettirdiği için mi diye düşündüm. Bir nedeni var mı bu tercihin?

Aphelion, bende daha çok güneş ve uzaklık temalarını çağrıştırıyor. Güneşin nesneleri ve kişileri birbirinden ayıran, analitik bir karakteri var; ama karanlık başladığında insanlar, hayvanlar, yerşekilleri ve doğanın birbirine karıştığını, yaklaştığını düşünüyorum. Ayrıca karanlık bastırınca güvenlik duygumuz zayıflayabilir; buna karşın güneşe olan mesafemiz bize alışılmadık biçimde huzur verebilir.

Besteleri yaparken kullandığım tek canlı sesi, Nightingale'deki boşboğaz kuşunun kayıtlarına aitti; fakat onun da karakterinden uzaklaşmasını ve diğer seslere karışmasını istedim. Aşina olduğumuz bazı gösterge sesler duyulduğunda, kulağımız önceliği onlara veriyor ve bütün deneyim bu algının üzerine kuruluyor – ki bu da seslerin birbirine karışmasını zorlaştıran bir durum. Dolayısıyla bireysel karakterine rağmen müziğin içinde katmanlara karışan ve yeni yapılara dönüşebilen sesleri kullanmayı tercih ettim.
Antilop'ta ise belgesel ve haber bülteni kayıtlarını kullanmıştım. Parçadaki anlatıcı, avcı konumundaki bir aslanın antilop sürüsüne saldırısını aktarıyor. Ortaya çıkan manzara bir katliamı anlatsa da dinlerken ilk dikkati çeken ritmik yapı, belirgin ses iniş-çıkışları, insan ve hayvan sesleri oluyor. Yani hayvan sesini silah sesiyle veya insan sesini davul sesiyle karıştırmıyoruz; çünkü sesin kaynağından büyük ihtimalle eminiz ve içeriği bunlar üzerine kurguluyoruz. Peki bu katliam sahnesi bize ne anlatıyor kısmında ise, topu yine dinleyiciye atıp kenara çekilsem daha iyi olur sanki.

Müzik ve fotoğraf dışında şiir ile de yakından ilgilisiniz. Size ait en sevdiğiniz şiiri bizimle paylaşır mısınız?
Affınıza sığınarak bugün yazdığım değil, yazamadığım dizeleri paylaşmak isterim:

“İterken varlığım gövdemi ölüme,
Ölüm beni yeryüzüne iteler.” (Fazıl Hüsnü Dağlarca, Artı Güç)

Böyle dizeler üretmeyi bir gün başarırsam, o ana dek yazdığım her şeyi çöpe atacağım.

Türkiye’de deneysel, avangart müziğe ilgi oldukça sınırlı ama yaptığınız müzik bu konuda endişe duymayı bir kenara bıraktığınızı gösteriyor. Sizin gibi müzisyenleri çok takdir ediyorum. Hedeflerinizi belirlerken size yol gösteren ilkeler var mı?


Çok teşekkür ederim. Müziğe katılım artabilir, azalabilir. Bir gün doldurduğunuz salonda bir ay önce 5 kişiye çalmış olabilirsiniz. Müziğiniz sevilse bile insanlar sürekli sizi takip etmeyebilir, her konserinize gelmeyebilir. Buradaki yaşam koşullarını da düşününce, herkesin her an size ilgi göstermesini bekleyemezsiniz. 

Tabii ki yapılan müzikal tercihlerin ağır bir bedeli var. Maddi anlamda refah pek yok; sözü verilen ödemelerin geç yapıldığını, hiç yapılmadığını veya eksik yapıldığını da yıllarca gördüğüm oldu. Bu durumda eğer düzenli talep yoksa ve müzikten kazandığınıza muhtaçsanız, yedek bir planınızın olması gerekir. Şu an burslu okuduğum için bu problemleri biraz olsun öteleyebiliyorum; ama yolun sonunda beni de neyin beklediğini bilmiyorum açıkçası.

Özellikle benimsediğim bir ilke yok; ama unutmamaya çalıştığım birkaç nokta var. Dinleyici ile iletişim kurarken vıcık vıcık olmayan samimiyete özen gösteriyorum. Bazen dile getirmeseler de insanların samimiyetsizliği çok rahat hissedebildiğini düşünüyorum. Ayrıca işimi dünyanın en önemli konusu gibi görmemeye ve kişiliğimi yaptığım işin önüne geçirmemeye dikkat ediyorum. 

Güzel söyleşi için teşekkür eder, albüm için tebrik ederim.
Rica ederim, ben teşekkür ederim.

(Bu röportaj ilk olarak Bant dergisinin Nisan 2016 sayısında yayınlandı. http://bantmag.com/gunesten-en-uzakta-ipek-gorgunden-aphelion )

ALTERNATİF MÜZİK SAHNESİNDEN 5 KEŞİF


8.6.2016

DRAB MAJESTY

Parlak ruju ve renkli göz farıyla dikkat çeken palyaçovari makyajı, birkaç günlük sakalları ve cinsiyetini belirsizleştiren giysileriyle 1.93 boyunda bir insanı sahnede canlı görünce ilk izleniminiz ne olur? Sanki Genesis P. Orridge’in izinden giden ama içinde biraz Ziggy Stardust döneminden Bowie, biraz Gary Numan, biraz da Alice Cooper olan bu sıradışı müzisyen için “Los Angeles’ın en göz alıcı ve en uçuk sahne karakteri” deniyor. Asıl adıyla Andrew Clinco, Hollywood’da doğmuş, annesiyle kiliselere giden bir Katolik olarak yetiştirilmiş ve aynı zamanda Sunset Bulvarı’ndaki kentin transseksüel camiasını gözlemleyerek büyümüş. Bu enteresan etkileşimlerin sonucunda ortaya çıkan Deb Demure, klasik bir “drag” değil; izleyicilerin kadın ya da erkek sanatçıya dair beklentilerinden kurtulmak için özellikle yarattığı bir sahne karakteri. Drab Majesty ise onun sahnedeki varlığının adı.

Görüntüsüyle cinsiyetleri yok ederken, müziğiyle 80’lerin new wave tınılarını, New Order’ı andıran pop, Joy Division karanlığı ve Slowdive tarzı shoegaze ile buluşturarak zarif bir sound elde etmiş Deb Demure. Adeta bir büyücünün görsellerle yaptığını seslerle yaparak dinleyicisini hipnotize ediyor. 2012’de kaset formatında yayınladığı “Unarian Dances” adlı kısaçalarından sonra ilk albümü “Careless”ı Dais Records etiketiyle 2015’te çıkardı.



AKIN SEVGÖR 

1989 Ankara doğumlu besteci, prodüktör Akın Sevgör, modernize edilmiş geleneksel sesleri kendine özgü bir elektronik müzik senteziyle buluşturduğu ilk albümü “ArsNova” ile dikkatleri çekmeyi başardı. Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda aldığı klasik müzik eğitimi, sonradan yöneldiği elektronik müzikle belli ki ona yeni kapılar açmış. Audiology Records etiketiyle yayınlanan albüm, günümüzde piyano odaklı pek çok bestenin elektronik bir altyapı ile zekice işlendiğinde sınırların etkileyici bir şekilde yok edilip farklı bir sound elde eldilebileceğini gösteriyor. Bu açıdan ülkemizde yenilikçi bir yaklaşımı temsil ettiği söylemek olanaklı.

Sevgör’ün hayatındaki farklı dönemleri yansıtan ve tamamı kendisine ait olan sekiz şarkı da oldukça dinamik kurgu ve zengin armonilere sahip. Hüzün, hayal kırıklığı, beklenti, özlem gibi farklı duyguları dinleyiciye yetkinlikle hissettiren, baştan sona engelsiz akıp giden bir albüm olmuş “ArsNova”. Sadece elektronik müzik dinleyicilerinin değil, piyano odaklı elektro-akustik kayıtlara ilgi duyanların da albümü tümüyle dinlemesini öneririm.


JAKUZİ 

Daha önce Peygamber Vitesi ile yaptığı kayıtlarla tanıdığımız Kutay Soyocak’ın Taner Yücel ile birlikte oluşturduğu yeni proje Jakuzi’nin ilk albümü Domuz Records etiketiyle dijital ve kaset formatlarında yayınlandı. Fantezi Müzik ismini taşıyan albüm, 80’ler synth/post-punk/indie kayıtlarını sevenleri hemen kavrayacak bir soundun Türkçe sözlerle çok başarılı bir buluşması. Sekiz şarkının yer aldığı albümde vokal ve şarkı sözleri Kutay Soyocak’a; beste, prodüksiyon ve miks Taner Yücel’a ait. Ayrıca “Her An Ölecek Gibi” adlı şarkıda davulda Can Kalyoncu ve bas gitarda Canberk Ünsal katkıda bulunmuş.

Soyocak’ın 80’leri yansıtacak şekilde vokalini istediği gibi olumlu anlamda eğip bükebildiği, indie lo-fi kayıtlara özgü atmosferi günümüze doğallıkla taşıyabilen alkışlanacak bir albüm olmuş “Fantezi Müzik”. Jakuzi’nin sahne performanslarını merakla bekleyeceğiz.


THE KVB 

Shoegaze gitarları, minimal synth melodileri, hipnotik davul vuruşları ve efektli vokalleri soyut imajlarla buluşturan İngiliz audio-visual projesi The KVB, 2010’da Nicholas Wood ve Kat Day tarafından kuruldu. O zamandan bu yana özel hayatlarında ortak romantik bir ilişkiyi de sürdüren ikili, 2011’den beri bu isim altında tekli, kısaçalar ve albüm yayınlamaya devam ediyor. Fakat hak ettikleri değeri gördüklerini düşünmediğim için bu seçkide yer verip dikkat çekmek istedim.

Geoff Barrow’un plak şirketi Invada Records etiketiyle çıkan yeni albümleri “Of Desire”, birisi ile birlikte olmaya duyulan özlem ve birlikte yaratılan dünyada kaybolma temasının yönlendirdiği karanlık romantizmin iyi bir örneği. Neo-psychedelic, minimal wave, lo-fi elektronik ve darkwave kayıtlara özgü saflıkla birlikte aykırı bir duruşu iç içe geçiren sağlam bir temeli var. Belki de tüm albüme damgasını vuran temanın etkisi bu: İnsanları birbirine çeken ve sonra da ruhlar arasında çatışma yaratan bir dünyanın izleri var.


REHA KULDAŞLI 

Akın Sevgör gibi İstanbul’da yaşayan ve ilk albümünü yayınlayan bir diğer müzisyen de yeni keşiflerimiz arasında. Çeşitli gruplarda çaldıktan sonra müzikal yolculuğunu tek başına sürdüren Reha Kuldaşlı, bir süredir ambient, enstrümantal rock, darkwave ve shoegaze gibi farklı türleri buluşturan deneysel kayıtlar yapıyor. Soundcloud üzerinden takip edip beğendiğim kayıtlarını mart ayında “Eschatological Landscapes” adı ile bir dijital albüm olarak Bandcamp üzerinde yayınladı.(https://rehakuldasli.bandcamp.com/releases) Darkwave, post-rock, post- black metal temaları içeren bestelerinde kimi zaman melankolik kimi zaman da daha aydınlık bir ruh hali var. Bu anlamda kendisini tür ya da tema açısından sınırlamaması, dinleyicinin merakını cezbedici bir özellik.

Ağırlıklı olarak enstrümantal olan şarkılar arasında kendi vokalini kullandıkları da var. Besteleri kendisine ait, enstrümanları kendisi çalıyor, kendi vokalini kullanıp kayıtları kendisi yapıyor ve internet üzerinde bağımsız bir müzisyen olarak albüm yayınlayıp tümüyle kendin yapçı etiği sürdürüyor Reha Kuldaşlı. Yolu açık olsun.



(Bu yazı ilk olarak Red Bull Muzik'te yayınlanmıştır.)

6 Haziran 2016 Pazartesi

VEGAN LOGIC - YAZ 2016 SEÇKİSİ - 1.6.2016


6.6.2016

1 Haziran tarihinde yazın resmen başladığı güne denk gelen Vegan Logic programında özel bir seçki dinledik.

1- Erik Truffaz 4tet - In Between
2- Edward Sharpe and the Magnetic Zeros - Lullaby
3- Reha Kuldaşlı - Abandoned Star
4- Akın Sevgör - 14 Days
5- TSU! - Sunset In Tigertown
6- Ilgaz Fakıoğlu - Tepelerin Ardı Deniz

7- The Durutti Column - Sketch For Summer
8- CFCF - La Soufrière
9- Yo La Tengo - Somebody In Love
10- Tonbruket - Lilo
11- Hidden Orceshtra - The Revival
12- Broadcast - Dave's Dream
13- Robert Wyatt, Gilad Atzmon, Ros Stephen- What A Wonderful World



5 Haziran 2016 Pazar

VEGAN LOGIC - MAYIS 2016 SEÇKİSİ -25.5.2016


5.6.2016

25 Mayıs'ta Açık Radyo'da yayınlanan Vegan Logic Mayıs 2016 En İyi Kayıtlar Seçkisi.

1- Submerse - No Continues Kid
2- Julianna Barwick - Someway
3- Beth Orton - Moon
4- Anohni - Execution
5- Parra for Cuva & Senoy - Sacred Feathers
6- Murcof - What Arms Are These For You
7- Vanessa Wagner - What Arms Are These For You
8- Varg - Wizard Howling with the Silver Box
9- Lucy - Meeting with Remarkable Entities
10- Radiohead - Ful Stop
11- Holy Fuck - Tom Tom




4 Haziran 2016 Cumartesi

BRIAN ENO'NUN DANIEL LANOIS ÜZERİNDEKİ ETKİSİ


4.6.2016

Prodüktör, gitarist, vokalist ve şarkı yazarı Daniel Lanois ile The Orb'un kurucularından Alex Paterson'ın birlikte katıldığı masterclass, Moogfest'in en ilham verici etkinliklerinden biriydi. Daniel Lanois, konuşmasında sık sık Brian Eno'dan söz ederek, müziği ve sanata bakış açısı üzerinde yaptığı radikal etkiyi anlattı. O anların videosunu kaydettim.

THEREMİN YILDIZI DORIT CHRYSLER İLE RÖPORTAJ: KELEBEKLERİ GIDIKLAMAK YA DA HAYALETLERLE SEVİŞMEK!


3.6.2016

Geçen ay Durham, NC'da yerinde izleme fırsatı bulduğum müzik, sanat ve teknoloji festivali Moogfest kapsamında New York Theremin Derneği'nin kurucusu Dorit Chrysler ile de röportaj yapma olanağım oldu. Kendisini bu sıradışı enstrümanı çalarken izlediğimde adete karşımd bir sihirbaz varmış hissine kapıldım. Dokunmadan çalınan tek enstrüman olarak müzik dünyasında özel bir yeri bulunan theremini öyle kusursuz bir ustalıkla çalıyordu ki onu dinleyen herkesin imrendiğine eminim.

1919 yılında 23 yaşındayken St. Petersburg Fizik Mühendisliği Enstitüsü'nde yer alan elektronik osilatör laboratuvarında gazların yoğunluğunu ölçecek bir gaz sayacı üzerinde çalışan bilim adamı Leon Theremin, bu aracı raslantısal bir şekilde keşfetmiş. Ellerini sayaca yaklaştırdığında daha yoğun, uzaklaştırdığında daha zayıf sesler işittiğini fark etmiş. Aletle oynarken laboratuvardaki asistanlar ve müdürü etrafına toplanıp "Bu muhteşem!" diyerek etrafına toplanmışlar. Keşfini 1922'de Kremlin Sarayı'nda Lenin'e tanıtmış ve ürettiği ilk prototiplerden birisini ona hediye etmiş. O dönemin Sovyet Rusyası'nda fazla bir heyecan yaratmamış bu enstrüman ama Petrograd Filarmoni Orkestrası'nın konserlerinde ilk kez halk ile buluşmuş. Lenin'in Sovyet bilim insanlarının gösterdiği ilerlemeyi dünyaya duyurma isteği sonucunda Leon Theremin de 1927'de uluslararası bir tanıtım turuna davet edilmiş. Berlin, Paris ve Londra'da verdiği derslerden birinde Albert Einstein da theremin ile tanışınca, bu keşfi "ilkel insanın yayla ilk kez ses çıkarması kadar önemli bir adım" olarak tanımlamış. Enstrüman, 1928'de Amerika'da ilk kez denenmiş. Carnegie Hall ve Metropolitan Opera gibi prestijli salonlarda çalındığında insanlar gördükleri performans karşısında epey afallamış; "Theremin 500 yıl önce yaşayıp bunu yapsaydı, büyücü olduğu düşünülerek yakılabilirdi," diyen eleştirmenler olmuş. Gerçekte o dönemde bir KGB ajanı olduğunu bilselerdi başı yine belaya girebilirdi şüphesiz.

1960'larda Captain Beefheart gibi grupların kullanmasıyla gündeme gelen theremini kendin-yap tarzı bir setle evinin garajında üretip ilk çıkışını yapansa Moogfest'e adını veren Robert Moog'dan başkası değildi. Bugün Moog fabrikasının en çok satılan ürünü de bu özel thereminler.



İki anten etrafındaki elektromanyetik alanda ellerinizi oynatarak farklı sesler çıkarmayı sağlayan thereminin ilk dönem elektronik enstrüman olarak ortaya çıkış hikayesi kısaca böyle. O günden bugüne elbette bu uzaylı aletin büyüsüne kapılan birçok kişi oldu ama bugün bile ana akımda bilinen bir enstrüman değil. Bunun nedenlerini ve thereminin sırlarını röportaj sayesinde Dorit Chrysler'a sorma olanağı buldum. Bu ismi henüz duymadıysanız ama deneysel seslere meraklıysanız çalışmalarını bulup dinlemenizi öneririm. Kendisi fantastik bir theremin yıldızı! Paper Magazine Chrysler'ı tarif etmek için, "Marianne Faithfull ve Nikola Tesla'nın aşk birlikteliğinden doğan bir çocuğu hayal edin, dadı rolünde Jane Birkin, şımarık Girl Scout lideri olarak Björk'ü düşleyin," diye tarif ediyor. 7 yaşında Avusturya Opera House Graz'da ilk profesyonel vokalist deneyimini yaşamış, 13 yaşında kendi rock grubunu kurmuş, 18 yaşında müzik üzerine yüksek lisans eğitimi almaya başlamış bir dehadan söz ediyoruz!

Chrysler, bugüne kadar Cluster, Amon Tobin, Marilyn Manson, Dinosaur Jr., Blonde Redhead, Mercury Rev, Trentemoller, Chicks on Speed, Neon Indian ve Echo and the Bunnymen'in de aralarında olduğu birçok isimle çalışmış. 2000 yılında solo kariyerine başlayıp dünya çapındaki büyük festivallerde çalmış. Bugün TV dizileri ve filmler için yaptığı soundtrack bestelerinin yanı sıra kendi deneysel kayıtlarını da sürdürüyor. Aynı zamanda New York'taki KidCoolThereminSchool'daki görevi nedeniyle yoğun bir eğitim faaliyeti içinde.

"THEREMİN ÇALMAK MÜTHİŞ FİZİKSEL KONTROL GEREKTİRİR"


Klasik piyano, klavye ve gitar çalabilen bir müzisyensiniz ve bir rock grubunda şarkı söylerken theremin çalmaya başladınız. Bu nasıl oldu? Var olan mekanik enstrümanlar sizi tatmin etmiyor muydu?

Klasik enstrümanları çalmayı seviyordum ama thereminin sağladığı ifade gücünü onlarda bulamadım. Bunun yanı sıra, kendimi zorlamayı da severim.


Bu şahane ve tuhaf enstrümana karşı ilginiz nasıl gelişti?

İlk bakışta kontrol edilemez göründü; tutubileceğim herhangi bir yeri yoktu ve alçalıp yükselen melodiler çalmak konusunda durum umutsuz gibiydi. Bu enstrümanı çalma yöntemi sıradışı ve müthiş bir fiziksel kontrol gerektiriyor ama sonuçta thereminin sahip olduğu ses çeşitliliği ve ifade gücü beni daima büyülüyor.

Bir enstrümanda sizi en çok çeken özelliğin bu olduğunu söyleyebilir miyiz?

Temel olarak çıkardığı sound önemli. Daima yeni etkileyici seslerin arayışı içindeyim. Thereminde soyut bir yaratma süreci söz konusu ve içinde bulunulan duygusal atmosferi sesle çok ince bir şekilde yansıtma gücü var.

Diğer enstrümanlar için de bunu söyleyen olabilir. Thereminde var olan ama bir mekanik enstrümanda olmayan şey ne?

Hareket özgürlüğü ve bedeninizin sound yaratan en ufak hareketinin hissedilebilir etkisi. Benim için theremin bir ses gibi; çok kişisel bir rengi var. Thereminin sesini dinleyerek çalanın kim olduğunu söyleyebilirim.


"BEDENİMİ BİR ENSTRÜMAN GİBİ GÖRÜYORUM"

Theremin enstrümanını keşfeden Leon Theremin, "Orkestra şefi gibi mekanik enerji kullanmadan çeşitli sesler yaratabilecek bir enstrüman geliştirdim," demişti. Çıkardığı sesleri duyduğunuz ama ona dokunamadığınız theremini çalarken siz bir orkestra şefi gibi hissediyor musunuz?

Hayır, öyle hissetmiyorum ama bedenimi sesleri duyulabilir bir seviyede ileten bir enstrüman gibi görüyorum. KidCoolThereminSchool'da özellikle öğrencileri dinamikler konusunda alışılmışın dışındaki yollara kanalize etme işi çok hoşuma gidiyor. Çoğunlukla dizlerimin üzerinde çökmüş bir haldeyken ellerim havada hızlıca dönüyor o sırada.

Besteci/Thereminist Rob Schwimmer'ın "Theremin çalmak, havada parmak boyası yapmak ya da hayaletlerle sevişmek gibi," dediğini okumuştum. Sizin bunu anlatmak için kullanacağınız metafor ne olurdu?

Theremin pek çok metafora ilham verebilir. Birisi bir müzisyeni theremin çalarken ilk kez gördüğünde Houdini etkisinden söz ederse bu hoşuma gidiyor. Ayrıca Charlie Hobbs'un "Theremin çalmak kelebekleri gıdıklamak gibi" sözünü de seviyorum.


"BİR GÜN ANA AKIMA GİRECEK"

Böyle bir enstrüman neden bu kadar az biliniyor? Ana akımda daha çok insana hitap edemez mi?

Geleneksel ses üretim aletlerine kıyasla yeni bir enstrüman. Tam bir kapasite ile kullanılması için gelecek kuşakların daha fazla zaman harcaması gerekecek. Bu nedenle KidCoolThereminSchool ve NY Theremin Derneği'ndeki derslere ilginin fazla olması beni mutlu ediyor. Daha önce hiç bu kadar çok theremin çalan müzisyen olmamıştı. Gelişen bir akım gibi. Hiç şüphem yok ki, theremin soundu sonunda ana akıma da girecek. NY'da farklı tarzdan ve dünyadan pek çok theremin çalan insan tanıyorum. Onları bir araya getirip fikir ve ilham alışverişinde bulunmalarını sağlamak için NY Theremin Derneği'ni kurduk. Böyle bir topluluk kurulduğunda, bu bir akıma dönüşebiliyor.

1930'larda ve 40'larda theremin klasik müzik ve duygusal pop şarkılarıyla anılıyordu. Oysa günümüzde daha çok korku filmlerindeki tuhaf seslerle anılır oldu. Bunun nedeni ne? Theremin ile ürkütücü sesler çıkarmak daha kolay olduğu için mi acaba?

Theremin ile ürkütücü sesler çıkarmak hem en popüler yol hem de başarması en kolay yöntem. Bence theremini en iyi şekilde kullanma yöntemi henüz bulunmadı; bunu bulmak için birkaç bestecinin daha üzerine gitmesi gerekiyor. Bence theremin ile yaratılan armonileri 10 ya da 20 kere ahenkli bir şekilde üst üste bindirmek, başka hiçbir enstrümanla başarılamayacak kadar özgün ve nefes kesici ses manzaraları yaratıyor.

Theremin öğrencileri arasında okulu bırakma oranının yüksek olduğunu okumuştum. Gerçekten theremin çalmak zor mu? Yeni bir theremin öğrencisine neler önerirsiniz?

Theremin çalmak çok zor değil. Bu bir keman da olsa, geniş bir ses aralığı içinde çalmak istiyorsanız pratik yapmanız lazım. Gözlerinizi kapayın ve sevdiğiniz şarkının eşliğinde çalın. Kendinize zaman tanıyın. Theremin kendi tarzınızı bulmanız için size diğer enstrümanlardan daha çok olanak sunar; tekniğin yanı sıra repertuvar tercihleriyle oynayarak kulaklarınıza güvenin ve vizyonunuzu takip edin. Bazı insanlar alışılmadık tekniği dolayısıyla theremin çalmanın diğer enstrümanlardan daha kolay olduğunu sanıyor ama neden öyle olsun ki? Gitar çalmak istiyorsanız da pratik yapmak zorundasınız. Theremini loop ve efektlerle kullanmak istiyorsanız, keşif yapın, deneyin, bunda da sorun yok!


"90 YAŞIMDA DA ÇALABİLECEĞİM ENSTRÜMANI BULDUM"

Clara Rockmore, kendisini theremine adamış efsane bir müzisyendi. Üzerinizde etkisi oldu mu?

Clara Rockmore, bana göre, hayatını tek bir enstrümana adamanın tüm tarzları içeren bir repertuvara sahip olmayı sağlayabileceğini ve bunun hem zorlayıcı hem de ödüllendirici bir yol olabileceğini gösterdi. Onu ilk gördüğümde bir rock grubunda gitar çalıyordum. Sonunda doksan yaşımda da çalabileceğim bir şey bulduğumu düşünmüştüm. Yaşlandıkça bedenimde artacak titreme de daha iyi bir ses elde etmeme yarayacaktı! Clara, bu enstrümanın standartlarını çok yukarı çekti ve aynı zamanda ona thereminin çok ihtiyaç duyduğu glam etkisini de yansıttı. Şükürler olsun ki Clara gibi bir yetenek yaşadı!

Vokalist, gitarist, klavyeci, prodüktör ve ses mühendisi olarak da zengin bir kariyeriniz var. Solo çalışmalarınız elektro-pop'tan filmler için ses manzaralarına kadar uzanıyor. Böyle yoğun bir çalışma atmosferinde gelecek projeleriniz neler?

Sonbaharda New York'ta Suzanne Ciani'den esinlenen ve analog elektronik müzikteki öncü kadınların katılacağı "Dame Electric" adlı bir festivalin küratörlüğünü yürütüyorum. Bir film müziği ve kendi gelecek albümüm üzerinde çalışıyorum ama öğretmenlik ve konserler de olunca zaman yetmiyor. Bu yıl yine Japonya'ya gideceğim ve KidCoolThereminSchool'un Paris ve Detroit'te büyük projeleri olacak. Ayrıca çocukların theremin çalışmaları için müfredat programı üzerinde çalışıyorum. Bir de günümüzün theremin sanatçıları hakkında bir belgesel de hazırlık aşamasında.

Analog vs. dijital tartışmasında nerede duruyorsunuz? 

Analog! Nokta.


4 YAŞINDA KRAFTWERK PARÇASI ÇALMAK!

Bugüne kadar çok sayıda yetenekli prodüktör ve müzisyenle çalıştınız. Bir işbirliği yapmadan önce o kişi ya da grupta hangi özelliğin olmasına dikkat ediyorsunuz?

Thereminin o işbirliğinin bir parçası olup olamayacağına bakıyorum. Bazen bu çalışmalar sırasında çekinerek bilmediğim bir yere doğru gidiyorum ama sonunda kazancımız büyük oluyor; bu nedenle hepsini hevesle benimsemeye çalışıyorum. Diğer müzisyenlerden öğrenecek çok şey var.

"Bu harika bir theremin soundu; parçası olduğum için gururluyum!" dediğiniz favori albümler var mı?

Scientology hakkındaki HBO belgeseli "Going Clear" için çaldığım besteyi çok seviyorum. Şarkının adı "The Death of Ron L. Hubbard".

Son olarak Moogfest'te yapacağınız atölye çalışmaları ve performans hakkında biraz bilgi alabilir miyiz?

Detroit'ten çıkan elektronik ikili ADULT grubuna film gösterimi sırasında canlı soundtrack performansında eşlik etmekten dolayı çok heyecanlıyım. Ayrıca sahnede DJ Lance Rock'a katılıp theremin kompozisyonları çalmak da müthiş!

Ek olarak Moogfest'te her gün Charlie Hobbs ile birlikte KidCoolThereminSchool atölyelerinde çocuklara ve yetişkinlere yıllardır hazırladığım müfredat üzerinden eğitim vermek de heyecan verici. Moog theremini çocukların ve yetişkinlerin hızlı sonuçlar alıp, orkestral performanslara hazırlanmasını sağlıyor ki bu daha önce teknik olarak imkansızdı. 4 yaşındaki çocuklar bir theremin orkestrasında bir Kraftwerk parçasını çaldığında sevinçten kalbim duracak gibi oluyor. Çocukken bunu yapabilmeyi çok isterdim. Ama en azından şimdi yeni kuşak elektronik müzisyenlerin yetişmesine yardım ediyorum.


(Fotoğraflar ve Moogfest performans videosu bana aittir.)

2 Haziran 2016 Perşembe

VEGAN LOGIC - MORRISSEY ÖZEL IV - 18.5.2016


19.5.2016

Her yıl olduğu gibi bu yıl da 22 Mayıs haftasına denk gelen Vegan Logic'i yaşgünü dolayısıyla Morrissey'e ayırdım. 57. yaşgünü kutlu olsun; çok yaşasın, iyi yaşasın diyorum. Sonsuz şükranlarım ve saygılarımla...

1- Morrissey - Sing Your Life
2- Morrissey - We'll Let You Know (Beethoven Was Deaf versiyonu)
3- Morrissey - Michael's Bones
4- Morrissey - Seasick, Yet Still Docked
5- The Smiths - This Night Has Opened My Eyes
6- Morrissey - Irish Blood, English Heart
7- Morrissey - America Is Not The World
8- The Smiths - A Rush and a Push and the Land Is Ours
9- Morrissey - The Loop
10- Morrissey - Shame Is The Name
11- Morrissey - The Never-Played Symphonies
12- Morrissey - Why Don't You Find Out For Yourself
13- Morrissey - How Can Anybody Possibly Know How I Feel?
14- Morrissey - The Bullfighters Dies



Translate