6 Temmuz 2016 Çarşamba

MOOGFEST: EN UFUK AÇICI FESTİVAL!


By on 15:40:00

6.7.2016

Son beş yıldır gitmeyi hedeflediğim bir festivaldi Moogfest. Elektrik mühendisi ve elektronik müziğin öncülerinden, analog synthesizer üreten Moog Music’in kurucusu Robert Arthur “Bob” Moog’ anısına düzenlenen festivale beni çeken en temel neden, önceliği yaratıcılığa veren yaklaşımıydı. Günümüzde birçok farklı festivalin arasında Moogfest’in programına bakınca, zihnime yeni bir kapı açacağını tahmin ediyordum ama tahminimin ötesinde bir zenginlik kazanarak döndüm dört günlük festivalden.

Temeli 2004 yılında New York’ta atılan festival, 2010-2014 arasında Moog Music fabrikasının bulunduğu Asheville’de gerçekleştirildi. Bu yıl ilk kez North Carolina eyaletinin (NC) Durham kentinde düzenlenmesinin nedeni ise, kentin endüstri ile olan bağı ve Duke Üniversitesi’nin de festivale katkısıyla festivale yeni yaklaşım ve olasılıklar kazandırmaktı.

GAY KARŞITI YASAYA FESTİVALDEN SERT TEPKİ

Festival başlamadan bir süre önce NC’da “HB2” olarak bilinen gay karşıtı yasa yürürlüğe girince Moogfest’in aldığı tavırdan da bu yazıda söz etmek gerekli. Durham’ın 20 yıldır North Carolina Gay ve Lezbiyen Film Festivali’ne ev sahipliği yaptığını düşünürseniz yasaya karşı tepkilerin ne kadar yoğun olabileceğini tahmin edebilirsiniz. Festival yönetimi, bu duruma duyarsız kalmayarak, transseksüel bireylerin kamusal alanda sadece kimliklerinde yazan cinsiyete uygun tuvaletleri kullanabileceğini hükme bağlayan yasa karşısında sert bir bildiri yayınladı. Söz konusu bildiride, yasanın Moogfest’in dayandığı çeşitlilik ilkesine tamamen aykırı olduğu söylenerek, festival kapsamında buna uyulmayacağı, trans bireylerin her zamanki gibi en iyi şekilde ağırlanacağı ve cinsiyet ayrımcılığına kesinlikle geçit verilmeyeceği belirtiliyordu. Bruce Springsteen, Bryan Adams, Pearl Jam gibi büyük isimlerin yasayı protesto için NC konserlerini iptal ettiği bir ortamda, Moogfest yönetimi, festival kapsamında her tür platformun HB2 yasasına karşı bilinçlendirme işlevini yerine getirerek protesto amaçlı kullanacağını açıkladı. Festivallerin “pasif bir eğlence aracına” indirgendiği günümüzde, bir müzik ve sanat festivalinin gerici bir yasaya karşı örnek tavrını belgelemesi ve toplumda ilerici rolünü üstlenmesi açısından önemli bir gelişmeydi bu. Bunun yansıması olarak, Durham’da farklı mekanları kullanan festivalde birçok yerde HB2’ya karşı poster ve afişlere rastlamak mümkündü.

Yazının başında beni Moogfest’e çeken en önemli nedenin yaratıcılığı ön plana koyması olduğunu belirttim. Amerika’nın 44 eyaletinden ve dünyanın 21 farklı ülkesinden insanı buluşturan festival, toplam dört günün içine 119 müzik performansının yanı sıra, 100 atölye çalışması, 67 söyleşi, 13 sanatsal yerleştirme, 11 film gösterimi ve 5 ses yerleştirmesini sığdırdı. Katılan müzisyen, sanatçı ve akademisyenlerin ortak noktası, farklı sanat dalları arasındaki etkileşim ve bunların teknoloji ile bağlantısı üzerine çağımızın en ilerici fikirlerini geliştiren isimler olmasıydı. Bu açıdan festival sonrasında yeni perspektifler kazandığımı ve bu deneyimin beni yeni bir noktaya çektiğini hissettim.


DİNLEYİCİYİ GRIMES'IN MÜZİĞİNİN İÇİNE ALAN YERLEŞTİRME

Oldukça yoğun geçen dört günlük maratona, basın akreditasyonu için gerekli işlemleri hızlıca tamamladıktan hemen sonra, “Realiti, Inside the Music of Grimes” adlı interaktif yerleştirmenin medya tanıtım gösterisi ile başladım. Bizi önce büyük ve karanlık bir çadırın içine aldılar. Elektronik müzik sanatçısı Grimes’ın “Realiti” adlı şarkısını, Microsoft’un desteklediği Kinect teknolojisindeki hareket sensörü sayesinde istediğimiz şekilde yeniden yaratabileceğimiz, remiksleyebileceğimiz anlatıldı. Yerleştirmenin içinde hareket ederken tül benzeri perdeye dokunduğumuzda seslerin farklılaştığını, alçalıp yükseldiğini duyabiliyorduk ama ben “dinleyiciyi müziğin içine alma” ifadesi kullanıldığı için bunun etkisini daha yoğun hissetmeyi umuyordum. Zevkli olsa da düşündüğüm kadar çarpıcı bir etki yaratmadı bu deneyim.



Moogfest’te etkinlikler için kullanılan mekanların tümü kent içinde. Dolayısıyla birinden diğerine yürüyerek kolaylıkla ulaşabiliyorsunuz. Arada yemek için fazla zamanınız yoksa, sokaklara konulan yiyecek arabalarından ayaküstü bir şeyler bulabiliyorsunuz. Biz de Grimes’ın yerleştirmesini ziyaret ettikten sonra öyle yapıp, hemen karşısında sadece davetlilerin alındığı festival açılış partisine yetiştik.

Bedava içkiyi düşününce kapıdaki sırayı buna yorabilirdim ama belli ki asıl neden, partide son yıllarda adı giderek parlayan prodüktör Laurel Halo’un çalmasıydı. IDM ile Afrika ritimlerini iç içe geçiren, Berlin minimal tekno soundu ile ilginç ses örneklerini arka arkaya son derece büyük bir ustalıkla kaynaştıran, dinleyenleri anında kavrayıp dans pistine çeken harika bir set çaldı Halo. Arkasındaki dev ekranda yaratılan görsellerle uyumu ve ses evrenine hakimiyetine şapka çıkardım.


SILVER APPLES SARSINTISI!

Tüm festivalin benim için en önemli ismi olan Silver Apples’ı görmek için bir bara doğru koşar adımlarla gittiğimizde, elektro-rock’ın öncüsü Simeon Coxe’a büyük bir ilgi olduğunu görmek sevindiriciydi. Kendisiyle festivalden önce yaptığım söyleşide, teknoloji ve sanatın birbirine bağlı güçler olduğunu anlatmıştı. 78 yaşındaki müzisyen, bunu o gece en mükemmel şekilde kanıtladı! Başında kovboy şapkası, boynunda fuları ile kendi yarattığı osilatörden çıkardığı uçuk sesleri çıkarırken gerçekten de laboratuvarda deney yapan çılgın bir profesör gibiydi. Sahnenin önünde onun şaşırtıcı müziği eşliğinde dans eden gençlerin hayran bakışlarına gülümseyerek yanıt verdi; sadece bilinen eski Silver Apples şarkılarını değil, yeni şarkılarını da çaldı! Performansını o bardaki herkesi dans eder hale getirdikten sonra çığlıklar, alkışlar ve ıslıklar arasında büyük bir coşkuyla tamamladı. Sanki bir film setindeydik; gerçek olamayacak kadar güzel, inanılmaz bir geceydi. Benimle yaşıt “Contact” albümünden şarkıların nasıl hala bu kadar fütüristik bir sounda sahip olabildiğini bilmiyorum; Simeon Coxe’un bir bar dolusu insanı kendinden geçiren, o tuhaf ama bağımlılık yaratan müziğiyle hâlâ gençlere taş çıkarttığını görmek, tam anlamıyla fantastikti. Mucizevi yeteneklere sahip yaşayan efsanenin Moogfest performansı, üzerimde bir devrim gibi sarsıcı etki yarattı. Hani denir ya; artık ben aynı ben değildim o geceden sonra...

Belki Silver Apples kadar çarpıcı bir deneyimin sonrasında dinlemenin etkisi olabilir ama Arthur Russell’s Instrumentals konseri, ekibin daha çok geleneksel kalıplara bağlı kalan yorumuyla hayal kırıklığı yarattı. Ardından ünlü prodüktör, vokalist ve gitarist Daniel Lanois’nın lap steel gitardaki ustalığına tanık olup, geçen yıl “Dark Energy” adlı albümüyle birçok yabancı müzik sitesinin en iyi albümler listesinde ilk sıralara yerleşen Jlin’i dinlemeye koştuk. Indianalı elektronik müzik prodüktörü, 1980’lerde Chicago’da house müzik ve sokak dansı etrafında gelişen bir alt türü günümüze uyarlıyor. Albümünün abartıldığını düşünüyordum ama canlı dinlemek için gittiğimde de duyduğum müzikal karmaşa kulaklarımı ve dolayısıyla ruhumu cezbetmedi.


GELENEKSEL KALIPLARI KIRIP BEKLENMEYEN YOLU SEÇMEK

Ertesi gün koşturmaca, The Orb’un kurucularından Alex Paterson ile birlikte masterclass gerçekleştiren Daniel Lanois’yı dinlemek için öğlen saatlerinde başladı. Festivalin en ilginç ve en bilgi verici derslerinden biriydi kuşkusuz. Lanois’nın Brian Eno ve ambient müzik hakkında söyledikleriyle birlikte punk üzerindeki düşünceleri ilham vericiydi: “Müzikte geleneksel yaklaşımı izlerseniz, daha önce yapılanı tekrarlarsınız. Punk, geleneksel kalıpları kırıp beklenmeyen yolu seçmektir.” Punk’ın 40. yılında sarf edilen bu sözler, hak ettiği görkemli alkışı da aldı elbette!



Moogfest’te iki ayrı performans gerçekleştiren Alessandro Cortini, festivalin öne çıkan isimlerindendi. Hem solo performans gerçekleştirdi hem de Morton Subotnick, Sarah Davachi, Suzanne Ciani ve Richard Smith ile birlikte Buchla syhthesizer’larının yaratıcısı Don Buchla’nın onuruna verilecek konserde çaldı. Işıkların tamamen kapatılmasını istediği karanlık salonda, dünyada sadece 13 tane kalan Buchla Music Easel’dan birinin önünde yere oturduğunda, en sevdiği oyuncağı ile yalnız bir çocuk gibiydi adeta. Festivalden önce yaptığım söyleşide, tek bir enstrümanla limitleri zorlamayı sevdiğini söylemişti Cortini. Analog synthesizer’ın limitlerini zorlarken, Sean Curtis Patrick’in imzasını taşıyan görsellere eşlik eden müziğini de daha ileri bir noktaya taşıdı.



83 yaşındaki Morton Subotnick’in performansı ise Silver Apples’ın aklıma soktuğu düşünceyi Daniel Lanois’nın söylediklerinin etkisiyle kuvvetlendirdi: Geleneksel olanı izlemek yerine kendinize ait yeni bir yol seçiyorsanız, kaç yaşında olduğunuz önemini yitiriyor, 38 ya da 83 olmanız fark etmiyor; sanatınız hep genç kalıyor!

GARY NUMAN FESTİVALİ YIKIP GEÇTİ!


IDM, glitch ve dans müziğiyle deneysel çalışmalar yapan Rival Consoles’un enfes görsellerle desteklenen dinamik setinin ardından Gary Numan konserine yer tutmak için yerimizden kıpırdamamayı seçtik. Arada 2014 albümü “Ruins” ile adından çok söz ettiren ama daha önce hiç canlı dinleme olanağı bulamadığım Grouper’a kulak verdim. Ambient, drone, deneysel folk ve dream pop’u vokaliyle dokunaklı bir yorumla işliyor ama canlı performansı sürekli aynı tonda seyreden ve fazlasıyla uzun bir monolog tadındaydı.

Moogfest’te bu yılın Yaratıcılık Ödülü’nü de alan Gary Numan’ın sahneye çıkışıyla birlikte Grouper’ın neredeyse durma noktasına getirdiği kalp atışları çılgınca bir ivme kazandı. Bugüne kadar tanık olduğum en coşkulu sahne performanslarından biriydi kuşkusuz. Numan’ın 70’lerin sonunda Tubeway Army ile başlayan müzik macerası, 80’lerde solo albümlerinin synthpop dünyasında yarattığı kült dinleyici kitlesi ile zirveye ulaştı. Müziğinde synthesizer’ı yoğun ve etkin bir şekilde kullandığı için Moogfest 2016 Yaratıcılık Ödülü’nü alan Numan’ı görmek için festivale gelenler epey çoktu. Bunca yıl sonra “Are ‘Friends’ Electric?” ve “Cars” gibi klasikleri duymanın bünyemizde yarattığı dalgalanmayı kelimelerle anlatmak imkansız sanırım.

Salonda istisnasız herkesin ayağa kalkıp dans ettiği dev bir parti verdi Numan. Bis için geri geldiğinde “I Die: You Die”yı söyledi ve Carolina Theater’ı altüst edip ayrıldı aramızdan. O olağanüstü performanstan sonra başka hiçbir şey görmek istemedeğimiz için otele döndüğümüzde elindeki tabağa yiyecek dolduran Gary Numan ve ailesi ile karşılaşmak inanılmazdı! Ayaküstü tebrik edip fotoğraf çektirmeyi ihmal etmedik tabii.

Moogfest’te röportaj yaptığım bir diğer müzisyen, New York Theremin Derneği’nin kurucusu, dünyadaki sayılı theremin virtüözlerinden Dorit Chrysler oldu. Festival boyunca açık havada çocuklar ve büyükler için ayrı ayrı theremin atölyeleri düzenleyen sanatçı, insanın hiç el değmeden çaldığı bu garip aletle sanki farklı bir evrenden sesler çıkarıyor. Kendisini theremin çalarken izlemek, adeta bir büyücüyü izlemek gibi. Festivalde açılan Moog Pop-Up Factory’de bulduğum ilk theremin üzerinde denemede bulundum ama göründüğünden çok zormuş bu aleti çalmak!


LAURIE ANDERSON, BEN FROST VE TIM HECKER İLE DENEYSEL EVRENE GİRİŞ

Günümüzün vizyonu en geniş, en yaratıcı sanatçılarından Laurie Anderson’ı bir kez daha dinleme fırsatı bulduk Moogfest’te. Ayrı bir performansta avangart kavramına, sanata ve teknoloji kullanımına yaklaşımını anlatıp, slaytlar eşliğinde canlı örnekler sundu. Ertesi gün de Lower Dens grubundan Jana Hunter ile bir söyleşiye katıldı. “Sanatçı olarak hedefim, özgür olmak ve özgür hissetmek,” dedi; insanların kalıplaşmış müzik dinleme konseptinden çıkmasını teşvik edip, sesi yeni bir bağlamda dinlemelerini sağlamak istediğini anlattı. Verdiği üç öğüdü aklımıza kazıdık: “Hiç kimseden korkmayın, saçmaladığınızda size bunu gösterecek iyi bir dedektör bulun ve sevecen olun.”




Festivalde masterclass başlığı altında gerçekleştirilen ilham verici etkinliklerden birinde, günümüz elektronik müziğinin önde gelen iki prodüktörü Ben Frost ve Tim Hecker’ı dinledik. Bir sanatçının küratör olarak kendini yaratışı ve fazlalıkları silip atmanın gücünden söz etti ikili. Teknoloji ile yakından ilgili bir müzik yapsalar da, teknolojik gelişmeleri anı anına izlemenin ya da her yeniliği uygulamanın faydasızlığına değindiler. Cortini gibi onların da ekipman konusunda limitli kapasiteye sahip olmanın yaratıcılık üzerindeki olumlu etkisine değinmeleri ilginçti. Katılımcıların sorularına esprilerle karışık birbirinden ilginç yanıtlar verdiler. Sabah saatlerinde insanın zihnini açmak için birebirdi bu sohbet.

Festivalde aynı gece aynı mekanda arka arkaya dinlediğimiz Tim Hecker ve Oneohtrix Point Never performansları müzik ve görsel ilişkisi üzerine düşünmemi sağladı. Tim Hecker’ın bu yıl yayınladığı “Love Streams” albümündeki duygu yoğunluğu yüksek müziği, başrolü renklere ve renk geçişlerine veren bir görsel tasarımla sunuldu. Oneohtrix Point Never’ın seti ise, sample kullanımı ile dikkat çeken ve bütünlüğü daha az hissettiren elektronik ses kolajlarıyla örülüydü. Müziği hiç duymamış olsaydım bile, sadece birbirini kesen imajlar ve parçalı görüntülerle devinim içindeki videolara bakarak müziğin niteliği hakkında bir tahminde bulunabilirdim. Cortini’nin “yemeği uygun bir tabakta sunmak gibi” dediği buydu işte. Teknoloji ile ses ve müzik arasındaki derin ilişkiyi bir kez daha yakından gözlemleme olanağı verdi Moogtest.


ZEKA VE YETENEK BOMBASI REGGIE WATTS!


Dört günlük maratonun en eğlenceli anlarını kim yaşattı derseniz, yanıt hiç süphesiz Reggie Watts olur! Bir synthesizer ile yarattığı ses ve ritimleri, politik ve kültürel konulardaki akılcı esprilerle bir araya getirdiği muhteşem bir peformans sergiledi.

Gary Numan, kapalı bir alanda herkesi ayağa kaldırıp dans ettirdiyse; geniş bir açık hava alanı tıklım tıklım dolduran katılımcılar üzerinde aynı etkiyi kahkahalar eşliğinde yaratan da Reggie Watts’dı.


Sonunda bir sunn O))) konserine gitmek de Moogfest’te nasip oldu. Var olduğu günden bu yana müzik hakkındaki düşünceleri sorgulayıp değiştiren bir grup sunn O))). Dolayısıyla konserlerinin de geleneksel yaklaşımdan farklı olması şaşırtıcı değil. Konser boyunca kulakları sağır edebilecek kadar yüksek bir sesle çalan grup, metal, drone, caz ve minimalizm arasındaki alanları yok edip birbirine geçirirken bir tür ruhani ritüel yaşıyor kitle. Göğe yükselen sis bulutları ışıkla dans ederken duyduğu gürültünün yoğunluğu karşısında afallıyor dinleyici: İçine dalabilirseniz bir yerlere sürükleneceğiniz kesin ama bu pek kolay değil. Konserden öte sesin gücünü yeri göğü titreterek hissettiren sıradışı bir deneyim sunn O))) konseri. Bana kalırsa kapalı mekanda gerçekleştirilse etkisi iyice artardı ama fiziksel koşullar dinleyicileri çok daha fazla zorlardı.

Festivaldeki her performansı bir yazıda anlatmak olanaklı değil elbette; o nedenle sadece belli başlılarından söz ettim bu yazıda. Moogfest, müzik performanslarının dışında kentin çeşitli meydan ve salonlarına yayılan yerleştirmeleriyle de son derece ilginçti. Yuri Suzuki’nin dünyanın farklı yerlerinde yapılan alan kayıtlarını arşivleyerek oluşturduğu Global Synthesizer Projesi ve asılı dev şişme balonların dev bir synthesizer’a dönüştüğü Play-Sound interaktif yerleştirmesi de bunlar arasındaydı. Gündüzleri masterclass ve söyleşilere katılıp yerleştirmeleri denemek, uzmanların verdiği derslere girip synthesizer dünyasına adım atmak ya da Moog Pop-Up Factory’deki yeni teknolojiler hakkında bilgi almak olanaklı festivalde. Akşamüstünden gece geç saatlere kadar ise enerjinizi toplayıp bir konserden diğerine gidebilirsiniz. Dört günün sonunda bedenen yorgun düşseniz bile zihniniz daha önce hiç deneyimlemediğiniz ölçüde canlanıyor. Moogfest’i müziği basit bir “eğlence” konseptine indirgeyen festivallerden ayıran en önemli nokta da bu: Müzik sanatını kültürel, politik, toplumsal ve teknolojik bir kavram olarak deneysel bakış açısıyla ele almak!



 (<a href="http://www.redbull.com/tr/tr/music/stories/1331798749324/moogfest-2016-izlenim-zulal-kalkandelen">Bu yazı 6.6.2016 tarihinde ilk olarak Red Bull Music'te yayınlandı</a>)

(Fotoğraflar ve performans videoları bana aittir.)




Yazan: Zülal Kalkandelen

Translate