Bir yıl boyunca dinlediğim kayıtlara yıl sonuna doğru geri dönüp bakmayı ve bir değerlendirme yapmayı, bir müzik yazarı ve radyo programcısı olarak sorumluluk olarak görüyorum. Bu yıl sonu listeleri, benim için ayrıca kendimi güncelleme ve gözden kaçırdığım kayıtlara ulaşma vesilesi de oluyor.
Her yıl olduğu gibi bu yıl da kasım ayından başlayarak yılı müzik açısından çeşitli kategorilerde değerlendiren programlar yaptım. Açık Radyo'da yayınlanan bu programları blogda ayrı ayrı paylaştım ama hepsini aynı anda bulmak isteyenler için bir kolaylık sağlar düşüncesiyle bir araya getirdim. Umarım 2017 müzik açısından verimli ve heyecanlı bir yıl olur. Bol iyi müzikli bir yıl dileğiyle yeni yılınızı kutlarım!
Vegan Logic 2016 Müzik Değerlendirmesi, dün akşam Açık Radyo'da canlı yayınlanan programla sona erdi. Yılın son programında 2016'nın En İyi 10 Albümü listemde yer alan kayıtlardan şarkılar çaldım. Geçen haftaki programda da 11-23 arasındaki albümleri paylaşmıştım. Ama bu iki programın dışında 50 albümlük bir listem var. Onu da burada ayrıca paylaşıyorum.
1- Leonard Cohen - You Want It Darker [No. 10 - You Want It Darker ] 2- Tim Hecker - Bijie Dream [No. 9 - Love Streams]
3- Oliver Coates - Bambi 2046 [No. 8 - Upstepping]
4- Ketev - The End of The Twentieth Century [No. 7 - I Know No Weekend]
8- Jóhann Jóhannsson- By the Roes, and by the Hinds of the Field [No. 3 - Orphée]
9- Ulver - Solaris [No. 2 - ATGCLVLSSCAP]
10- David Bowie - I Can’t Give Everything Away [No. 1 - Blackstar]
1- DAVID BOWIE - BLACKSTAR 2- ULVER - ATGCLVLSSCAP 3- JÓHANN JÓHANNSSON - ORPHÉE 4- ALESSANDRO CORTINI - SPIE 5- RAINFOREST SPIRITUAL ENSLAVEMENT - GREEN GRAVES 6- DEDEKIND CUT - $UCCESSOR 7- KETEV - I KNOW NO WEEKEND 8- OLIVER COATES - UPSTEPPING 9- TIM HECKER - LOVE STREAMS 10- LEONARD COHEN - YOU WANT IT DARKER 11- COLIN STETSON - SORROW 12- THE CARETAKER - EVERYWHERE AT THE END OF THE WORLD 13- LOSCIL - MONUMENT BUILDERS 14- TOMAGA - THE SHAPE OF THE DANCE 15- KLARA LEWIS - TOO 16- ORSON HENTSCHEL - FEED THE TAPE 17- THOMAS BRINKMANN - A 1000 KEYS 18- RAIME - TOOTH 19- PIXELORD - HUMAN-EXE 20- BLACK MERLIN - HIPNODIK TRADISI 21- HELEN MONEY - BECOME ZERO 22- CARLA DEL FORNO - YOU KNOW WHAT IT'S LIKE 23- PYE CORNER AUDIO - STASIS 24- ANOHNI - HOPELESSNESS 25- NICK CAVE AND THE BAD SEEDS - SKELETON TREE 26- ARBEIT SCHICKERT SCHNEIDER - ASS 27- BRIAN ENO - THE SHIP 28- STEVE HAUSCHILDT - STRANDS 29- BLESSED INITIATIVE - BLESSED INITIATIVE 30- MAX COOPER - EMERGENCE 31- SHXCXCHCXSH - SsSsSsSsSsSsSsSsSsSsSsSsSsSsSs 32- ANDY STOTT - TOO MANY VOICES 33- CIRCUIT DES YEUX - JACKIE LYNN 34- VATICAN SHADOW - MEDIA IN THE SERVICE OF TERROR 35- SWANS - THE GLOWING MAN 36- BLIXA BARGELD & THEO TEARDO - NERISSIMO 37- THE MEMBRANES - INNER SPACE/OUTER SPACE 38- MURCOF & VANESSA WAGNER - STATEA 39- MICA LEVI & OLIVER COATES - REMAIN CALM 40- B/B/S - PALACE 41- MALA - MIRRORS 42- FATIMA AL QADIRI - BRUTE 43- MAMIFFER - THE WORLD UNSEEN 44- DANIEL LANOIS - GOODBYE TO LANGUAGE 45- SVARTE GREINER - MOSS GARDEN 46- RADIOHEAD - A MOON SHAPED POOL (XL) 47- XIU XIU - PLAYS THE MUSIC OF TWIN PEAKS 48- MULTICAST DYNAMICS - OUTER ENVELOPES 49- MATTHEW COLLINGS - A REQUIEM FOR EDWARD SNOWDEN 50- NISENNENMONDAI - #N/A
Dün akşam Salon'da KonstruKt ile konser veren Japon sanatçı Keiji Haino, konserin başında tek başına bir canlı perküsyon performansı yaptı. Tef ve zile çekiçle vurarak gerçekleştirdiği ilginç performans sırasında çıkardığı sesleri mekanda nasıl kontrol edebildiğini gösterdi. Japon dans sanatından da esin taşıyan o dakikaları kaydettim.
2016 Müzik Değerlendirmesi kapsamında sıra Yılın Albümleri kategorisine geldi. Gelecek haftayı da kapsayacak bu değerlendirmede yılın en iyi albümleri listemin ilk 23 sırasında yer alan albümlerden birer parçayı radyoda çalabileceğim. Aslında 50 albümlük bir liste yaptım ama hepsine radyoda yer vermek olanaklı olmayacak. O nedenle listenin tümünü gelecek haftadan sonra yine blogumda yayınlayacağım. Bu ilk programda 23'den başa doğru sayıp 10. sıradaki albüme kadar geldim; ilk 10. sıradakileri haftaya yine radyoda paylaşacağım.
Bir şeyi daha belirtmek isterim. Yılın Albümleri listesinde 2016’nın En İyi Orijinal Film Müzikleri kategorisinde değerlendirdiğim albümlere yer vermedim, onları ayrı bir liste olarak daha önce yayınlamıştım.
Punk'ın 40. yılının kutlandığı 2016, ne yazık ki ülkemizde gurur verici kutlamalara sahne olmadı. Tarih boyunca baskının hüküm sürdüğü bu coğrafyada punk/hardcore kültürünün güçlü olmaması, bir yandan bu durumun yarattığı bir sonuç ama diğer yandan da üzücü bir tezat. İsyanın sesi olan gruplara Türkiye'de az rastlansa da yok değiller; özellikle yeraltı punk/hardcore sahnesinde kendin yapçı kültür içinde gelişen birçok grup var. Bunlardan birisi olan Emergency Broadcast, kasım ayında ilk albümleri "Real Tale"i yayınladı.
2012'de İstanbul'da kurulan hardcore grubu vokalist Cihan Eker'le birlikte, gitarda Ersin Çağlayan, bas gitarda Muhammed Aslan ve davulda Yiğit Ünal Yıldırım'dan oluşuyor. Albümlerini, anarşizm ile veganizm hakkındaki düşünceleri savunmak ve eşitsizlik ile tüm hükümet sistemlerine karşı duruşlarını sergilemek için kaydettiklerini belirtiyorlar. Albümü dinledikten sonra böylesine net bir tavır içinde olan gruba sormak istediklerim oldu elbette. Vokalist Cihan Eker, sorularımı lafını hiç sakınmadan ve dolandırmadan yanıtladı.
Sıkı bir grup dinleyip içinden geçenleri haykırmak isteyenler olursa, Emergency Broadcast 24 Aralık'ta Kadıköy Woodstock'ta albüm tanıtım konseri verecek. Ötekileştirilenleri ve 'marjinal' olanları, birlik ve beraberlik eşliğinde haykırmak için konserlerine bekliyorlar!
Dört yıl önce İstanbul'da kurulduğunuzu biliyorum ama sizi daha yakından tanımak ve tanıtmak için dört üyenin nasıl bir araya geldiğini soracağım.
Benim başka bir punk tabanlı grubum vardı ve bir ilanla beraber şu anda grupta bulunan Yiğit’le tanışmış olduk. Grubun kuruluşundan beri beraberiz. Bir süre eleman değişikliği döneminden sonra geçtiğimiz ağustos ayında Muhammed ile çalışmaya başladık. Albüm kaydı süresince gitarist arayışımız vardı sonunda Ersin’le çalışmaya başladık.
CİNSİYETÇİLERE, HOMOFOBİKLERE, EŞİTSİZLİĞE VE IRKÇILIĞA KARŞI
Marjinalleştirilmiş ideolojilerin sesi olmayı amaçladığınızı belirtiyorsunuz. Cinsiyetçi, homofobik görüşlere, eşitsizlik ve ırkçılığa karşısınız ve şarkı sözleriniz bu tavrınızı yansıtıyor. Bugün sokağa çıkıp sorsak azımsanmayacak sayıda insan da kendisini cinsiyetçiliğe, homofobik görüşlere, eşitsizlik ve ırkçılığa karşı olarak tanımlar. Sizce 21. yüzyılda neden bu olumlu görüşler marjinal etiketini taşıyor?
Çünkü bastırılmış, korkutulmuş, susturulmuş, gün geçtikçe daha da yobazlaşan, faşist, ırkçı bir toplumda yaşıyoruz. Birçok insan aslında doğrunun ne olduğunu, nasıl olması gerektiğini biliyor ama o cesaret, o inanç kalmamış. Akşam evinde televizyonunu izlemek, maçlara gitmek, 8 - 5 bir işte çalışmak ve tabiri caizse "etliye sütlüye karışmamak" kolay olanı. Müzik sektöründe de artık işler böyle ilerliyor gözlemlediğimiz kadarıyla; hep aynı şarkı sözleri, ruhsuz melodiler ve sonuçta kopyala yapıştır müzik albümleri üretiliyor. Birileri gelip gerçeği yüzlerine karşı söyleyince de dışlamak, görmezden gelmek ve vicdanını rahatlatıcı atıflarda bulunmak kolay geliyor.
VEGANLIK, YAŞAM HAKKI VE ALF'YE ADANAN ŞARKILAR
Kasım ayında yayınladığınız "Real Tale" adlı albümünüzde anarşizm ve veganizmi destekleyen bir tavır içinde olduğunuz ortada. Geçenlerde ben de Arkaoda'da AEVOM’un düzenlendiği bir etkinlikte bu ikisi ve punk/hardcore kültürü arasındaki ilişkiyi anlatan bir konuşma yaptım. Sizin bu ilişkiye dair bakış açınızı duymak isterim.
Hardcore / Punk türevi "genre"lar köklerini bir isyan ve başkaldırı halinden alır ve bunu müziği ile bağdaştırır. Tarzlara göre değişim gösterebiliyor; mesela "positive hardcore" gibi bir tarz da mevcut, ama genel olarak hardcore müzik, evrensel ve toplumsal isyanlar ve başkaldırılar üzerinde yoğunlaşır. Birbirine bağlı kültürlerin bir zinciri gibi görüyoruz. Anarşizm, temellerinde veganizmi yaşatan bir ideoloji. “Total Liberation” ilkesinin penceresinden bakarsak da bu böyle olmalı.
Bir vegan olarak "This Is Who I Am" adlı şarkıda masum canlıların katledilmesine karşı sözleriniz dikkatimi çekti. Grupta vegan var mı?
Ben vejetaryenim, davulcumuz Yiğit vegan ve evet, “This Is Who I Am” ve “Morals of Ignorance” veganlık ve yaşam hakkı üzerine yazıldı. “Morals of Ignorance”, ALF’ye (Animal Liberation Front) ithafen yazılmış bir şarkı. Yaşayan bütün varlıkların özgürce nefes alabileceği bir dünya dileğimiz var.
İlham aldığınız gruplar ya da belli isimler var mı? Hemen ilk olarak aklıma Crass, Conflict, Propagandhi gibi isimler geliyor ama özel olarak sizi etkileyenler kimler?
Elbette, ilham aldığımız, beğendiğimiz ve beslendiğimiz kişi veya gruplar var. Örnek olarak Incendiary, Terror, Expire, Sick Of It All gibi grupları gösterebiliriz.
"YERALTI SAHNESİNDE DAYANIŞMA YOK DENECEK KADAR AZ"
Türkiye'ye ne yazık ki çok geç gelen ve yurtdışındaki kadar güçlenemeyen punk/hardcore kültürü hakkında ne düşünüyorsunuz? Yeraltı sahnesinde gruplar var elbette ama seslerini duyurmakta yeterli kanal bulamıyorlar. Bu konuda deneyimleriniz nasıl?
Yeraltı sahnesinde grupların sayısı azımsanmayacak derecede fazla ama karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma konusunda pozitif konuşamıyoruz maalesef. Toplasak 50 -100 kişilik bir kemik kitle var, fakat birliktelik ve destek yok denecek kadar az. Tabii kolektif bir durum oluşamayınca da kanal bulmak için şanslı olmak gerekiyor çoğu zaman. Türkiye'deki sahne, maalesef Avrupa ülkelerinden ve hatta bazı Asya ülkelerininkinden çok geride. Genel olarak özellikle Avrupa ve Amerika'daki hardcore sahnesine karşı gelişmiş bir eziklik duygusu mevcut. Bizce yeterince profesyonel olamamak, becerememek, buna alan oluşturuyor. Mesela bizde yazılmış her şarkı başka bir grubun şarkısına benzetilmeye çalışılır; "wannabe" psikolojisi...
Müzisyenlerin müzik yaparak hayatlarını kazanmasının giderek zorlaştığı bir dönemde punk/hardcore grupların izleyebileceği yollar daha da sınırlı. Kayıtlarınızı Bandcamp üzerinde ücretsiz indirme olanağı tanıyarak paylaşıyorsunuz. Konserlerde yeterli gelir sağlanamıyor, hatta konser mekanı bulmak ciddi bir sorun. Bu durumda yeraltı kültüründe grupların varlığını sürdürebilmesi iyice zor.
Konser mekanı bulmak ciddi anlamda sorun. Mekan sahipleri, bu müzik tarzının mekanlarında çalınmasına pek sıcak bakmıyor. Yeraltı sahnesinde bir dayanışma kültürü olmak zorunda elbette, başka türlü büyümek imkansız ama belirttiğimiz gibi anlamsız bir "biz daha iyiyiz" durumu var, yarış gibi davranılıyor. Rekabet güzeldir ama bunu kesinlikle dayanışarak yapmak gerekiyor.
Türkiye'de punk/hardcore gruplara yer veren etkinlik, festival sayısı çok az. Büyük festivaller asla bu türlere el uzatmıyor. Sistem karşıtı olmanın yarattığı bir sonuç diye düşünüyorum. Şarkı sözlerindeki çıplak gerçeklerden mi ürküyorlar dersiniz?
Mekan sahiplerinin ve organizatörlerin mekanlarında veya organizasyonlarında yer vermek istememe sebeplerinden bir kısmı, bu "çıplak gerçekler" ve "propagandaya alet olmak istememe" gibi durumlar olabilir. Ülkede insanlar koruma içgüdüsünün getirdiği bir "yerini kaybetmeme" halinde. Ürküyor olabilirler.
Punk rock'ın 40. yılı kutlandı bu yıl. Gerçi bizde bir kutlama etkinliği yapılmadı. Patti Smith "Horses"ı baştan sona, bir kaçak AVM bağlantılı mekanda çaldı ama bu durum hiç yaşanmasaydı keşke... Hâlâ punk ruhlu kalan insanlar için bir trajediydi bence. Sizin bu yıldönümünde punk ve DIY kültürü hakkında görüşleriniz nasıl?
DIY kültürünün samimiyetinin ve saflığının değerini bu tarz eylemlerle bir kez daha anlıyorsunuz aslında. Şirket haline getirilmiş bir düzende bu tarz "göstermelik" hareketlerin mide bulandırıcı olduğunu düşünüyoruz.
"AÇLIK, ADALETSİZLİK, EŞİTSİZLİK , SÖMÜRÜ VE ZULÜM OLDUĞU SÜRECE PUNK VE HARDCORE OLACAK"
Londra'daki resmi kutlamaların o sırada hâlâ görevde muhafazakar Belediye Başkanı Boris Johnson'ın desteği altında yapılacağı duyurulduğunda bunun büyük bir hakaret olduğunu düşünmüştüm. 40 yıl sonra punk'ın geldiği yerden rahatsızlık duyuyor musunuz?
Zamanında fazlasıyla ötekileştirilmiş bir kültürün bir turizm yatırımı olarak kullanılması müthiş inanç kırıcı. Asıl rahatsızlık oluşturan da bu kültürün "devlet" tarafından benimsenmesi. Durup bir düşünmek lazım.
Müziğin son derece pasifize edildiği günümüzde punk/hardcore grupların sisteme ve insanlığa karşı haykırışını önemsiyorum. "Punk is dead!" diyenlere karşı yanıtınız ne?
Dünyada açlık, adaletsizlik, eşitsizlik, sömürü ve zulüm sürdüğü sürece Punk ve Hardcore müzik var olacaktır.
Emeğiniz ve çabalarınız için teşekkür ederim. Okuyuculara vermek istediğiniz özel bir mesaj var mı?
Henüz öldüremedikleri, kendileri gibi yapamadıkları, değiştiremedikleri, vazgeçiremedikleri kişiler ve düşünceler var ve var olacak, biz de onlardanız. Bizim gibi ötekileştirilenleri, "marjinal" olanları birlik ve beraberlik eşliğinde haykırmak için konserlerimize bekliyoruz.
Sizi canlı dinlemek isteyenler bu imkanı nerede bulabilir? Yakında konseriniz var mı?
En yakın konserimiz, aynı zamanda albümümüzün lansman konseri, 24 Aralık'ta Kadıköy Woodstock'ta olacak.
Bu hafta Vegan Logic, 2016 Yıllık
Müzik Değerlendirmesi, Yerli Deneysel Müzik başlıklı programların ikincisi ile devam etti. Geçen hafta olduğu gibi bu programda da, yerel
sahnede yıl boyunca yayınlanan kayıtları gözden geçirirken bağımsız
deneysel kayıtlara odaklandım.
Bu
iki programda bahsi geçen kayıtları herhangi bir sıralamaya tabi tutmadım; sadece benim
için 2016'da öne çıkan kayıtlar olarak düşünülmesi gerekir. Dün Açık Radyo'da canlı yayınlanan ikinci bölümün kaydı ve şarkı listesi aşağıda.
1- Oldeaf - Intro| [Smile] 2- Tora Bosun - Gerarrrrrrrd [Larz Ter Spundz] 3- Ozoyo - where to go feat. wun two [Wanderlust] 4- Tesir - Gün Bana Hep Yıldı [Bacak Bacak Üstüne Atan Şarkılar] 5- Ethnique Punch - Çeyrek Asrı Buçuk Geçe [Çeyrek Asrı Buçuk Geçe] 6- Gülşah Erol - Give Way [So.] 7- Grass - Oozing Light [Turmoil] 8- Insha - Dysplazia [Dysplazia] 9- Ekin Fil - Gogo [Heavy] 10- Pitohui - MNS [Enspektör EP] 11- Islandman - Ikaru [Ağıt] 12- Tunç Çakır - Start Point [Voltage Controlled Music] 13- Ozan Çam - Yine [Disleksi] 14- kgwgk - Distance of the Moon II [Without Colors] 15- Sahtekar - Dünyadan Kovuldu [Dünyadan Kovuldu]
Bu hafta Vegan Logic 2016 Yıllık Müzik Değerlendirmesi, Yerli Deneysel Müzik ile devam etti. Gelecek hafta ikinci bölümünü yine Açık Radyo'da sürdüreceğim programda, yerel sahnede yıl boyunca yayınlanan kayıtları gözden geçirirken bağımsız deneysel kayıtlara odaklandım.
Bu iki programda çalacaklarımı bir sıralamaya tabi tutmadım; sadece benim için öne çıkan kayıtlar olarak düşünülmesi gerekir. İki haftalık programın süresi el verdiğince bu kayıtlardan şarkılara yer vereceğim. Dün radyoda canlı yayınlanan ilk bölümün kaydı ve şarkı listesi aşağıda.
1- Kam Ata - Kamlama [Tengri Teg]
2- Meczup - Babies of the Other [Sworn Mother]
3- Document1 - Moment [Monument]
4- Ilgaz Fakıoğlu - Kavga [Ayin]
5- Koray Kantarcıoğlu - 50060 [Loopworks]
6- Sami Baha - Chunk [Mavericks]
7- Wilsondub - Slowmocean [Lowkey]
8- Nokz - Dance with the Devil [West Coast Wave]
9- Sycho Gast - ton sourir.e [Le Long Chemin]
10- Akın Sevgör - Unfamiliar Story [ArsNova]
11- Seretan - Live In Dreams [Live in Dreams]
12- Shivers by the Abyss - Insignificance [Eschatological Landscapes]
Deneysel ve bağımsız müziğe hak ettiği değerin verildiği, farklı müzik türlerine odaklanan, vizyonu geniş bir festival arıyorsanız, bundan sonra yıllık plan yaparken Le Guess Who?’yu (LGW) da mutlaka göz önünde bulundurun. Hollanda’nın Utrecht kentinde düzenlenen festival, bu yıl alkışı hak eden bir programla 10. yaşını kutladı. Genel programın yanı sıra, Savages, Suuns, Wilco ve Julia Holter’ın küratörlüğü üstlendiği dört ayrı ek programla zenginleşen festival, 10-13 Kasım arasında müzikseverlere unutulmayacak bir dört gün armağan etti.
Ne yazık ki festival sırasında Leonard Cohen’ı kaybettiğimizi öğrenmenin hüznü çöktü üzerime... Benim dinlediğim hiçbir grup ya da müzisyenin onu anmamasına şaşırdım ama festival organizasyonu değişiklik yaparak “Leonard” adını bir enstalasyona yazdırdı en azından.
TivoliVredenburg gibi aynı anda beş ayrı konser düzenleme olanağı veren bir merkez olmasa, Le Guess Who? gibi bir festivali düzenlemek çok zorlaşırdı. Eylül ayında yine Hollanda’nın Tilburg kentinde izlediğim Incubate festivali de bağımsız kültüre odaklanan ve deneysel müziği ön plana çıkaran bir festivaldi; ama kentte böyle büyük bir kültür merkezi bulunmadığından, konserler farklı ufak mekanlar, galeriler, caz ve rock barlarda yapıldı. Ufak bir kent içinde mekanlar arasında gidip gelmek fazla zaman gerektirmeyebilir ama TivoliVredenburg gibi bir kültür merkezinde bu geçişler çok daha hızlı oluyor.
Ayrıca festival kavramını yaz mevsimi ile sınırlı olmaktan çıkarıp, kışın sakinleşen müzik dünyasını hareketlendiriyor. Konserlerin önemli bölümünü TivoliVredenburg içinde tutma olanağına sahip olan Le Guess Who? organizatörleri gerçekten şanslı. Bina, fuayesinde açılan poster sergisi, girişinde yer alan restoran, içindeki yeme/içme standları ile bir festivalde ihtiyacınız olan her şeyi aynı çatı altında topluyor. Akşamüstü konserler başlarken Tivoli’ye giriş yapıp, sabaha karşı çıkmanız olanaklı. Fakat vegan olarak yiyecek bulma sıkıntısı yaşadığımı da belirtmem lazım. Bana göre yiyecek alternatifleri yetersizdi.
Tivoli’deki salonlar dahil Utrecht içinde toplam 13 mekana yayılıyor LGW. Müzik türlerine uygun olarak, tiyatro, sanat galerisi gibi alternatifler de kullanılıyor. Bu farklı mekanlara yürümek, en fazla 10-15 dakika arasında zaman alıyor. Dolayısıyla festivalde ulaşım sorunu yok. Tabii dileyenler için bisiklet alternatifi de mevcut.
ODAK NOKTASI SIRADIŞI İYİ MÜZİK
LGW’da yaşadığım en önemli sorun, konserler arasında meydana gelen çakışmalardı. Festivale gitmeden önceden kendi planımı yaptığım halde, bu çakışmalar nedeniyle izlemek istediğim bazı önemli konserleri kaçırdım. Ama festivalde o kadar dolu dolu bir program vardı ki, bu sorunu yaşamayan tek bir izleyici yoktur eminim.
Le Guess Who’?ya dair bir gözlemim, farklı yaşlardan izleyici gruplarının olmasıydı. Genellikle festivallerde 20-30 yaş arası katılımcılar ağırlıkta olur; LGW bunun dışına çıkıp, bazı konserlerde 50 ve 60’lı yaşlarındaki dinleyicileri de cezbetme becerisini göstermiş görünüyordu. Bu da programın son derece yetkin bir şekilde planlanarak; sadece günümüzün yeni isimlerine değil, geçmişin iyi müzik yapan sanatçılarına da yer verildiğini gösteriyor. Bir salonda günümüz gözde elektronik grubu Beak> çalarken, diğer salonda 60’ların caz vokalisti Patty Waters sahneye çıkabiliyor ya da bir yandan tekno dinlenirken diğer yandan folk tınıları yükselebiliyor. Bana bu açıdan Tennessee’deki Big Ears festivalini hatırlattı. Çünkü programı oluştururken temel kriterleri, “popülarite” ve “belli bir yaş aralığındaki kitle” olan festivallerden en önemli farkı bu; her tür müziğe açık olan LGW’nun tek kriteri, sıradışı, deneysel ve iyi müzik. Geçtiğimiz yıllarda Türkiye’den de Baba Zula, Grup Ses Beats, TSU!, Gaye Su Akyol, Okay Temiz, Mustafa Özkent ve Selda’yı ağırlayan festival, farklı kültürlerden yeşeren müzikleri Hollanda’da tanıtma konusunda önemli bir işlev görüyor.
LGW’da dikkatimi çeken bir uygulama güvenlik konusundaydı. Bugüne kadar hiç aranmadan girdiğim tek festival oldu. Ne kapıda X-Ray cihazı vardı ne de çantalarımız arandı. Etrafta sadece bir kere güvenlik görevlisi gördüm. Avrupa’da son yıllarda giderek artan güvenlik endişesi henüz Hollanda’yı etkilememiş görünüyor. Aynı durum Incubate’te de vardı. Festivalin pazarlama departmanından Barry Spooren’dan öğrendiğime göre, günde ortalama 4000 kişinin izlediği festivale, dört günde yaklaşık 15 bin kişi katılıyor. Utrecht gibi 338 bin kişinin yaşadığı bir kent için azımsanamayacak bir ilgi söz konusu. Verilen bilgiye göre, bu yıl festivali izlemeye gelenlerin % 43’ü yurtdışından yabancı konuklar. 53 farklı ülkeden gelen katılımcıların çoğu Avrupa Birliği’nden ama bunun yanı sıra Avustralya, Brezilya, Japonya ve Meksika, Güney Afrika, Mısır ve Amerika’dan da festival izleyicisi gelmiş Utrecht’e.
2016'DA ÖNE ÇIKAN İSİMLER
Bu yıl LGW’ya ayırdığım iki radyo programımı önceden hazırladığım için festivale ne görmek istediğimi bilerek gitmiştim. Dolayısıyla daha önceden canlı dinlediklerime ek olarak, ilk kez sahnede gördüklerim de vardı. İzlemeyi planlamadığım halde kısa da olsa uğradığım konserler arasında birkaç tane bana hitap etmeyen performansa rastladım ama bunların sayısı çok azdı. Pita ve Beatrice Dillon, belki beklentim daha farklı olduğundan fazla keyif vermedi; Wilco, festivalde büyük ilgi görmesine karşın, müziği bana hitap etmediğinden ilgimi çekmedi. Kaçırdıklarım arasında en çok Klara Lewis, Stara Rzeka, Maarja Nuut, Idris Ackamoor & The Pyramids, Lucrecia Dalt, Delphine Dora, Oathbreaker, Pauline Oliveros, TAU, Preoccupations ve Horse Lords için üzüldüm. İçinden dört ayrı festival çıkabilecek kadar iyi bir programı olan festivalde bu kaçınılmaz ne yazık ki...
EN İYİ PERFORMANSLAR
ANNA VON HAUSSWOLFF
Photo Credit: Jan Rijk
Festivalde en çok etkilendiğim isim İsveçli vokalist, piyanist ve şarkı yazarı Anna von Hausswolff oldu. Doom metal ve progresif rock’tan izler taşıyan kendine özgü bir tür gotik avant-pop’un yaratıcısı kendisi. 2015’te yayınladığı albümü “The Miraculous”ı yeryüzünde bulunan en kapsamlı borulu orglardan biri olan, İsveç’teki Acusticum ile kaydetmiş olması bile tek başına müziğini dikkatle dinlemek için yeterli bir neden. Birçok çağrışımı içinde taşıyan bu karanlık ve kışkırtıcı müziği canlı dinlemek ise, insanı farklı bir dünyaya ışınlanmış hissettirecek kadar tutkulu.
Tivoli’nin en üst katında yer alan Cloud Nine’ı hınca hınç dolduran konseri, kalabalık yüzünden neredeyse soluk alınamayacak kadar sıcak bir atmosferde, kan ter içinde dinledik. Aşırı ilgi kelimenin tam anlamıyla izdiham yaratırken, havasız ortam garip bir şekilde müziğin içine girmemi engellemedi; aksine müzik o kadar yoğun bir etki yarattı ki içinde bulunduğum ortamın olumsuz fiziksel koşullarını görmezden gelebildim. Anna von Hausswolff’un güçlü vokalini yalın bir çıplaklık içinde duyduğumuzda yarattığı sarsıntı, müzikle kaynaştığında daha da sarsıcı oldu. Müziğin verdiği hazdan dolayı nefesimin kesileceğini sandığım anlar oldu. Destansı bir konserdi!
RAIME
Londralı ikili Raime, grime, punk, drum and bass, 80’lerin post-punk gruplarından izler taşıyan, bas ve perküsyon ağırlıklı müziğiyle son birkaç yıldır yakından takip ettiğim isimler arasında. Minimalist teknoyu enstrümantal rock ile buluşturmak için ideal tarif verilecek olsa Raime dinleyin demek yeterli olabilir. Bu yılın en iyi albümlerinden birisi olan “Tooth”u konserde gitar ve davul eşliğinde canlı dinlerken karanlık gecelerin tekinsiz sokaklarda dolaştık adeta. Müziğin yarattığı yalın ürpertinin ruhumdaki karşılığı aynı derecede yoğundu. Ne yazık ki 40 dakikalık performans çok kısaydı.
MARIO BATKOVIC
Savages’ın küratörlüğünü yaptığı programda yer alan Mario Batkovic, Bosnalı bir akerdeon sanatçısı ve besteci. Geoff Barrow’un duyar duymaz etkilenip sahibi olduğu Invada Records bünyesine kattığı müzisyen, enstrümanını geleneksel tarzın dışında kullanıp farklı sesler yaratan müthiş bir yetenek. Batkovic, 15. yüzyılda inşa edilen büyük bir gotik kilise olan Janskerk’de verdiği konserde ruhları yüceltti dersem abartılı olmaz. Batkovic’i dinlerken, bir virtüözün nasıl enstrümanının sınırlarını zorlayıp alışılagelmiş seslerin dışına çıkabileceğini hayranlıkla izliyor insan. Akordeondan yer yer kulağa adeta yankı gibi gelen, düşük tonda deforme edilmiş sesler çıkarken, an geliyor tuhaf bir analog synthesizer gibi duyuluyor. İlk kez canlı dinleyip hayran olduğum Batkovic, festivalde tam not aldı.
CIRCUIT DES YEUX
Haley Fohr’un deneysel folk projesi Circuit des Yeux, festivale gitmeden önce radyo için hazırladığım Le Guess Who? seçkimde de yer alan bir isimdi. Mario Batkovic gibi o da Janskerk adlı gotik kilisenin görkemli atmosferinde çaldı. Elinde gitarı ve ayağının ucundaki efekt pedallarıyla, son derece sarsıcı bir performans sergiledi. Dramatik orkestral ve atonal gürültülerle zenginleşen müziği gerçekten hipnotize edici. İçinde müthiş bir enerji, korku, aşırı bir duyarlılık ve büyüleyici bir etki var. Vokali tek başına zaten müthiş güçlü ama bu derinlikli müzikle buluşunca fiziksel olarak da yaşanacak bir deneyime dönüştü canlı performansı.
OLIVER COATES
İngiliz çellist Oliver Coates’u isim olarak tanımayanlar bile çalışmalarını bugüne kadar bir şekilde duymuş olabilir. Radiohead’in son albümü “A Moon Shaped Pool”daki yaylı düzenlemelerine ek olarak Jonny Greenwood ve Mica Levi ile yaptığı işbirlikleri mevcut. Bu yıl yayınladığı ikinci solo kaydı “Unstepping”de elektronik düzenlemeleri deep house, tekno, ambient ve minimal dans tınılarıyla iç içe geçirip, çellosuyla yarattığı distorsiyonlar ve ses deneylerini de işin içine katıyor. Sahneye başında kırmızı bir kasket, üzerinde siyah tişört ve siyah pantolonla çıkan bu sade ve minyon genç müzisyen, konserde bir deve dönüşüp harikalar yarattı. Önce çellosuyla Bach çalarak klasik bir giriş yaptı ve sonra ayağa kalkıp masanın üzerindeki elektronik aletlerin yanına gitti. Klasik müziği tekno ile, akustiği elektronikle buluşturma tekniği dahiyaneydi. Arkasındaki dev ekran aracılığıyla dinleme deneyimini görsel bir şova dönüştürdü; Coates’un olağanüstü besteleri eşliğinde Londra metrosu ve insansız kent görüntüleriyle farklı bir gerçekliğin içine daldık.
ARNOLD DREYBLATT
Amerikalı besteci ve görsel artist Arnold Dreyblatt için “Amerikan minimalistlerinin en rock temelli olanı” ifadesi kullanılır. Kontrbasın üzerine yayla vurduğunda çıkan neredeyse metalik sesler sayesinde, modern elektronik minimalizmin ne kadar hipnotize edici olabileceğini gösterdi. Bestelerinin odak noktasını tonu alçalıp yükselen alışılmadık sesler oluşturduğundan dinlemesi çok keyifli ve ilginçti. Dreyblatt’ın kendi geliştirdiği çalma tekniğiyle yarattığı ritmik çeşitliliğe şapkamı çıkardım. Le Guess Who?’da ufkumu geliştiren performanslardan biriydi. Çıt çıkarmadan dinledi herkes. Avangartın daima “sıkıcı” anlamına gelmediğinin kanıtı gibiydi Arnold Dreyblatt.
PHURPA
LGW’da tesadüfen keşfettiğim gruplardan biri oldu Phurpa. Yoğun program içinde nadir kalan boşluklardan birinde bir süre dinleme olanağı bulduğum için kendimi şanslı saydım. Alexei Tegin’in başını çektiği bir müzikal kolektif ve performans grubu olan Phurpa’nın etkisini anlamak için mutlaka canlı dinlemek gerek. Tibet’in en eski Budist geleneği Bön’ün müziğinden esinlenen grup, onların eski enstrümanlarını çalıp tantra şarkı söyleme tekniklerini kullanıyor. Salona girdiğimde geleneksel kostümler içindeki müzisyenlerin çıkardığı, sanki yer yarılıyormuş gibi gürüldeyen sesleri duyunca bir süre afalladım ama ardından bunun müzikten öte insanın içindeki gücü dışarı vurma ritüeli olduğunu fark ettim. Konserden öte metafizik bir deneyimdi.
BO NINGEN
Birkaç yıl önce Rough Trade müzik dükkanındaki dinleme konsolunda keşfedip izlerini bugüne kadar sürdüğüm Bo Ningen’i sonunda Utrecht’te yakaladım. Londra’da yaşayan dört Japon öğrencinin kurduğu noise rock grubu, sahneye punk enerjisini taşıyarak dinleyici kitlesini tek kelimeyle tutuşturdu. Cayır cayır inleyen gitarlar ve gümbür gümbür patlayan davul zemini titretirken, salonda pogo dansının yarattığı kargaşa hiç bitmedi. Grup elemanları, üzerindeki törensel sahne kostümleri, yüzlerini tamamen kapatan uzun saçları ve kalem gibi incecik bedenleriyle bir film sahnesinden fırlamışa benziyordu. Taigen Kawabe’nin Japonca sözleri, temposu hiç düşmeyen müziğe ayrı bir ivme kazandırırken, sahneyi ve salonda dinleyiciler arasında olanları balkondan izlemek bir ayine tanık olmak gibiydi. Günümüze 70’lerin sarsıcı punk enerjisini space rock ile buluşturup sahneye bu kadar başarılı taşıyabilen grup fazla yok; Bo Ningen’e saygılar!
SAVAGES
Altıncı kez canlı dinlediğim Savages, bu defa da şaşırtmadı ve her zamanki gibi salondaki her bir dinleyiciyi tek tek tam yakasından yakalayıp silkeledi. Jehnny Beth, kuşkusuz günümüzün en iyi grup liderlerinden birisi. Öylesine çekici ve hükmedici bir duruşu var ki, kayıtsız kalmak pek olanaklı değil. Sahneden seyircilerin üzerine atladığı anlarda salondaki heyecanı doruk noktasına çıkaracağını, onların gözlerinin içine bakarak şarkı söylediğinde şovu ele geçireceğini çok iyi biliyor. Savages’ın müziği de, grup yıllar içinde büyüyünce daha büyük salonlara uyarlandı; artık neredeyse stadyum konseri yapabilecek düzeye geldiler. Müzik bugün de post-punk’ın karanlık sularında dolanıyor ama Jehnny Beth artık Ian Curtis gibi değil; sahnede mikrofonun önünde durup sabit bakışlarla şarkı söylemiyor. Savages’ı ilk kurulduğu zamandan beri izliyorum ve bir kişisel görüş olarak şunu söylemek istiyorum: Electrowerkz’de sahnenin hemen dibinde durarak dinlediğim ama herkese aynı uzaklıkta duran, daha agresif Savages’ı özlüyorum. Bu Le Guess Who?’daki performansları iyi değildi anlamına gelmiyor; aksine ertesi gün herkesi kendilerinden konuşturacak kadar iyilerdi ama Savages’ın o ilk yıllardaki müziği ve duruşu bana daha yakındı.
SWANS
Elbette festivalin en çok ilgi gören gruplarından birisiydi Swans. Özellikle şu andaki kadronun bu turneden sonra dağılacağını bilenler konsere akın etti. Michael Gira ve ekibi, 15 yıllık Swans macerasını noktaladıkları bu turnede, bir kez daha kulak zarlarını titreştirip salonda deprem etkisi yarattı. Grubu birkaç yıl önce İstanbul Salon’da dinlediğimde kulaklık takmama karşın daha çok zorlanmıştım; LGW’da sanırım daha büyük bir salon olması nedeniyle sesin yüksekliği pek sıkıntı yaratmadı. Michael Gira’nın müziğin gücüne kapılıp bedenini tamamen serbest bıraktığı anlarda girdiği trans hali görülmeye değerdi. Swans’ı özleyeceğiz; farklı bir kimlikte yeniden dünyaya geleceğine inanıyorum ben.
JUNUN
Festivalin kapanışını yapan Junun, İsrailli besteci Shye Ben Tzur ile Radiohead’in gitaristi Jonny Greenwood’u aynı sahnede Rajasthan Express ile buluşturdu. Kuzey Hindistan foklorundan farklı gelenekleri temsil eden müzisyenlerden oluşan ekip, neşeli raga melodileri, davul/perküsyon vuruşları ve caz esintileriyle müthiş eklektik bir müzik yapıyor. Bu tür müziği sevip sevmemek çok da önemli değil onları dinlerken; sahneye yansıttıkları yaratıcılık, saygı duyulacak bir vizyon. Dinleyiciler sürekli adını bağırsa da geri planda durmaya özen Jonny Greenwood’un ağırbaşlı varlığı ve böyle bir projenin ortaya çıkmasına yaptığı katkı takdirlik. LGW’nun kültürlerarası diyaloğu müzikte ortaya koyan bir proje ile kapatılması ise, hem verilen mesaj hem de salondaki herkesi dans ettirmesi nedeniyle alkışı hak ediyor. Festivali bol tezahürat ve coşku içinde sona erdirmek için herhalde daha iyi bir seçenek bulunamazdı.
JHEREK BISCHOFF
Multienstrümantalist, besteci, aranjör, prodüktör ve şarkı yazarı Jherek Bischoff, bu yıl yayınladığı “Cistern” adlı albümüyle dikkatleri epeyce çekti. Washington’da bir parkta yer altında bulunan dev bir su tankının içinde kaydetmeye başladığı albüm, müthiş ses yankılanmaları ve derinliği ile esin verici bir deney. O boşluk içinde el çırptığınızda yankısı 45 saniye sürüyormuş. Bu müziği sahneye canlı nasıl yansıtacağını gerçekten merak ediyordum ve yanıtımı aldım. Yeni tanıştığını söylediği yerel müzisyenlerle sahneye çıktı Bischoff. Onlar yönlendirirken adeta bir orkestra şefi edasındaydı. Sürükleyici melodik atmosferi senfonik düzenlemelere bağlayan müzikal bir macera gibiydi konserin akışı.
İLGİYİ HAK EDEN PERFORMANSLAR
SCOTT FAGAN
1960’larda saykedelik folk hitleriyle tanınan Scott Fagan, çok ilgili olduğum bir türde müzik yapmasa da, onu bu ilk Avrupa turnesi kapsamında canlı dinlemek kaçırılmayacak bir fırsattı. 1968 tarihli derinlikli folk-rock şaheseri “South Atlantic Blues”, geçen yıl yeniden düzenlenerek tekrar yayınlandı. Folk şarkılarını, R&B, caz ve Karayip ritimleriyle dokuyan deneysel müzik teknikleriyle o dönemde elbette hassas ruhları ve kulakları derhal yakaladı ama Scott Fagan hiçbir zaman star olmadı, gizemli bir şekilde adı kuşaklara aktarıldı. 71 yaşındaki müzisyen, Le Guess Who?’da şarkı aralarında bol bol anılarından söz ettiği, espriler yaptığı performansıyla büyük ilgi gördü. İzleyici kitlesinde doğal olarak kendi yaşıtı insanlar da vardı; onlar için Fagan’ı görmek muhtemelen nostaljik bir etki yaratmıştı ama günümüz gençleri de onun yaşlanmayan sesini duymanın zevkini yaşadı. Güzel konserdi.
LONNIE HOLLEY
Folk art’ın önde gelen temsilcilerinden Lonnie Holley, Alabama’da 27 çocuklu bir ailenin 7. çocuğu olarak dünyaya gelen Afrikalı Amerikalı bir sanatçı. Kendisinin söylediğine göre, onu evlat edinen kadın, 4 yaşındayken Holley’i bir şişe viski ile değiştirilmiş ama o bu zorlu hayatla mücadelesini sanatı sayesinde sürdürmüş. Çevresinde çöp ya da mezarlarda bulduğu doğal materyallerle resim ve heykeller yapan Lonnie Holley, canlı performanslarında bulunduğu ortama uygun doğaçlama sözlerle şiirsel bir atmosfer yaratıyor. Klavyeyi yanlamasına tuttuğu eliyle ilginç bir üslupla çalarken, sahnede tek başına bir halk ozanı gibi içinden geçenleri dinleyicisiyle paylaşıyor. LGW’da da klavye efektleriyle, herhangi bir türe dahil edilemeyecek, klasik şarkı kurgusundan uzak, belirli bir melodisi olmayan kendine özgü bir müzik icra etti.
ALESSANDRO CORTINI
Photo Credit: Tim van Veen
Alessandro Cortini’yi üçüncü kez ama bu defa Avanti adını verdiği yeni performansı ile izledim. Hayranı olduğum analog synthesizer odaklı müziği ile uzun süredir ilgi alanımda kendisi. Berlin Atonal ve Moogfest performanslarında daha karanlık ve daha sert bir sound vardı. Bu defa ambient melodileriyle donatılan performansıyla geçmişe dönük nostaljik duygular uyandırdı. Videoda gösterilen kendi çocukluk ve aile görüntüleri, o performansın çok daha kişisel bir boyutu olduğunu anlatıyordu. Analog syhth uzmanı Cortini’yi canlı dinlerken onun önünüzde açtığı yeni bir atmosfere dalıyorsunuz. Her kentte, her durumda bunu başarıyor. Performansın bir bölümü aynı binadaki Junun ile çakıştığından Cortini performansına gelenler fazla kalabalık değildi ama dinleyenler de halinden memnundu.
FENNESZ
Fennesz’in gitarını eline alıp elektronik setinin başına geçtiğinde nasıl harikalar yarattığına birçok defa tanık oldum. LGW’da da bekleneni yaptı ve yarattığı atmosferik gitar drone’larıyla, ifade yerindeyse, herkesi kendinden geçirdi. Sadece 35 dakika kadar çaldı; tadımlık gibi kısa geldi hepimize. Ama sonunda çekinerek de olsa yanına gittiğimizde, fotoğraf gülümseyerek fotoğraf çekmemize olanak tanıdı. Festivalin en güzel anısı olarak kazancımız oldu!
BASSEKOU KOUYATÉ & NGONI BA
Yazın İstanbul Caz Festivali’nde Damon Albarn ile birlikte sahneye çıkan usta müzisyenin Ngoni Ba adını verdiği ekibiyle birlikte Le Guess Who?’daki performansı beklendiği gibi çok eğlenceliydi. Malili müzisyene “ ‘ngoni’nin Jimi Hendrix’i” denmesi boşuna değil; Batı Afrika’nın geleneksel yaylı enstrümanı ngoni üzerindeki hakimiyetini, bugüne kadar hem kayıtlarında hem de sahnede kanıtlamış durumda. Kouyaté’nin eşi Amy Sacko’nun vokaliyle canlanan hareketli Afrika ritimleri, Tivoli’nin büyük salonunu ayağa kaldıracak kadar güçlüydü.
WRANGLER
Photo Credit: Jan Rijk
Müzik tarihinin en esin verici elektronik gruplarından Cabaret Voltaire’in kurucularından Stephen Mallinder, folk müzik grubu Tunng üyesi Phil Winter ve prodüktör Benge’nin kurduğu Wrangler, gece geç bir saatte Tivoli’nin içindeki Pandora adlı salonda çaldı. Savages’ın konserinde tavan yapan enerjiyi, onun hemen ardından eski synthesizer’lar ve elektronik davulla kurgulanan müziğe yöneltmek zor olmadı. Üçlünün krautrock ve teknodan da izler taşıyan müziği, vokal kullanımıyla sınırları zorlayan bir karakter kazanıyor. Dinamik ritimleriyle dans etmek için ideal bir ortam yarattı Wrangler; karanlık tonlar gecenin ilerleyen saatlerine oldukça iyi uyum sağladı.
ELZA SOARES
Le Guess Who? festivalinin en takdir edilecek yanlarından birisi, farklı kültürlerden protest şarkıcılara yer vermesi. Geçmişte Selda Bağcan’ı ağırlayıp o canlı performansı plak olarak yayınlayan festival, bu yıl Brezilyalı protest samba şarkıcısı Elza Soares’i konuk etti. Soares, ülkesinde uzun yıllardır cinsiyet, ırk, sınıf ve cinsel tercih odaklı ayrımcılığa ve baskıya karşı duran güçlü bir ses. Çoğu kişinin merakla beklediği konser, Tivoli’nin büyük salonunu tamamen doldurdu. Sahneye konulan yüksek merdivenlerin üzerindeki koltuğa taşınarak yerleştirilen 79 yaşındaki Soares, tüm konser boyunca oturarak şarkı söyledi. Caz, soul, dub, funk, bossa nova, rock gibi pek çok farklı tarzdan izler taşıyan müziği ve çatallı sesi herkes için aynı derecede çekici olmayabilir ama böyle ikon statüsünde bir müzisyeni canlı dinlemek önemliydi. Abartılı saçı, makyajı ve kostümüyle en ufak bir ayrıntıyı ihmal etmeyen tam bir diva görünümündeydi sahnede. 21. yüzyıl Brezilya müziğinin bu özgün temsilcisine programda yer vermesi, kanımca Le Guess Who?’ya büyük değer kattı.
LAUREL HALO
Bu yıl Moogfest’in açılış partisinde dinlediğimde çaldığı sete hayran olmuştum. Çok farklı müzik türlerini kaynaştıran, özenle seçilmiş sample’lar ve loop’larla süslenen, son derece usta şarkı geçişleriyle bağlanmış, çok esin verici bir setti. IDM’den bossa nova’ya kadar içinde ne ararsanız bulabileceğiniz çok boyutlu müziğiyle herkesi dans ettirmişti. LGW’da ise minimal tekno odaklı daha yalın bir seti tercih etmişti. Moogfest’te arkasındaki büyük ekranda yer alan muhteşem görsellerin de katkısıyla görsel-işitsel bir şova dönüşmüştü performansı. LGW’da öyle bir ekran yoktu; fazla göz alıcı olmayan bir ışık tasarımı kullanıldı. Her iki performansı da kendi içinde değerlendirildiğinde başarılıydı ama kıyaslama yapmam gerekirse Moogfest’teki ses çeşitliliğini unutamadığımı söylemem gerekir.
WILLIAM TYLER
Festivalde ilk izlediğim müzisyen, Tivoli’nin en büyük salonunda çalan William Tyler oldu. Sahnenin ortasında elinde gitarı ve önünde efekt pedallarıyla tek başına durmuş, sanki evinin bodrumunda çalıyor gibiydi. Indie folk ve pop rock arasında gelişen sürükleyici müziği, iyi çalındığında gitarın insan yüreğinin en iyi tercümanı olabileceğini gösterdi.
Bütün bunların dışında kısa sürelerle girip çıktığım performanslar da oldu ama bahsetmiyorsam bilin ki pek etkilenmemişimdir. Sonuçta şunu söyleyebilirim ki, Le Guess Who? farklı sesler keşfetmek isteyen, deneysel müziğe açık vizyonu geniş müzikseverler için ideal bir festival. Ben şimdiden gelecek yılki programı merak ediyorum!
(Bu yazı ilk olarak Red Bull Müzik'te yayınlandı. http://www.redbull.com/tr/tr/music/stories/1331830035955/zulal-kalkandelen-le-guess-who-festivalini-yazdi )
(Videolar ve fotoğrafçının adının belirtildiği dışındaki festival fotoğrafları bana aittir.)
Bu kayıtta geçen hafta başladığım Yılın En İyi Orijinal Film Müzikleri listemin ikinci bölümünde yer alan film müziklerinden bir seçki var. Her yıl olduğu gibi, Yıllık Müzik Değerlendirmesi kapsamında 2016 için de “Yılın En İyi Film Müzikleri” kategorisini gözden geçirdim. Yıl boyunca yayınlanan orijinal film müziklerini değerlendirdiğimde geçen haftadan başlayarak yayınladığım seçki oluştu. Bu listeyi yaparken farklı sanatçıların müziklerini bir araya getiren soundtrack albümleri değil; bir sinema filmi, belgesel ya da TV dizisi için özel olarak bestelenen orijinal film müziklerini yani “film score” denilen kategoriyi ele aldım.
Listedeki film müziklerini kendi aralarında bir sıralamaya tabi tutmadım; yüzlerce film müziği arasından sıyrılarak öne çıkanları bir araya getirdim. 1- Ben Salisbury & Geoff Barrow - Moving Out 2- A Winged Victory For The Sullen - Retour Au Champs De Mars 3- Si Begg - Are You A Drug Dealer? 4- Pedro Bromfman - Pablo Dies 5- Alex Somers - Fell 6- Alexandre Desplat - The Dinghy 7- Lesley Barber - Manchester Minimalist Piano and Strings 8- Thomas Newman - Nobody’s Fine 9- Clark - Hide On The Treads 3 10- James Newton Howard - Credence Hands Out Leaflets 11- Michael Giacchino - The Hands Dealt 12- Mica Levi - Children 13- OGRE & Dallas Campbell - Haven't You Had Enough? 14- Mogwai - Little Boy 15- Roque Baños - Indoor Chasing 16- Trent Reznor & Atticus Ross - Disappearing Act
Her yıl olduğu gibi, Yıllık Müzik Değerlendirmesi kapsamında 2016 için de “Yılın En İyi Film Müzikleri” kategorisini gözden geçirdim. Yıl boyunca yayınlanan orijinal film müziklerini değerlendirdiğimde aşağıdaki seçki oluştu. Bu listeyi yaparken farklı sanatçıların müziklerini bir araya getiren soundtrack albümleri değil; bir sinema filmi, belgesel ya da TV dizisi için özel olarak bestelenen orijinal film müziklerini yani “film score” denilen kategoriyi ele aldım.
Listedeki film müziklerini kendi aralarında bir sıralamaya tabi tutmadım; yüzlerce film müziği arasından sıyrılarak öne çıkanları bir araya getirdim. Bunlar arasında, dikkat çekici bir şekilde, psikolojik dram, gerilim ve korku filmlerinin ağırlığı olduğunun farkındayım. Sanırım dehşet, gerilim ve korku gibi duyguların müzikte son derece etkileyici yansımalar doğurduğundan olsa gerek. Bu kayıtta listemin ilk bölümünde yer alan film müziklerinden parçalar var.
1- Scott Walker - Boy, Mirror, Car Arriving 2- Atticus Ross & Nick Chuba - Mokhnenko 3- Clint Mansell - Built, Not For Man, But For Man’s Absence 4- Cliff Martinez - Ruby’s Close Up 5- Abel Korzeniowski - Exhibition 6- Mark Korven - What Went We 7- Max Richter - A Crowd of People Turned Away 8- Bobby Johnston - Mole 9- Brian McComber - The Woodpecker, Pt. 2 10- Nicholas Britell & Re'ut Ben-Ze'ev - Emunah v'Omanut 11- Johann Johannsson - Kangaru 12- Mac Quayle - 1.5_3-trustyourself.bwf 13- Colin Stetson - At God’s Doorstep 14- Brooke Blair, Will Blair - Weapons Ready 15- Nascuy Linares - Trance (Trance Aereo) 16- Aaron Dessner & Bryce Dessner - Alone and Afraid 17- Barfak - Anima 18- Mondkopf & Karsten Fundal - Coming to Town 19- Nick Cave & Warren Ellis - Mars Theme 20- Ryuichi Sakamoto - August 9th 11:02 AM