8 Aralık 2016 Perşembe

NİCE 10 YILLARA LE GUESS WHO?


By on 13:09:00

8.12.2016

Deneysel ve bağımsız müziğe hak ettiği değerin verildiği, farklı müzik türlerine odaklanan, vizyonu geniş bir festival arıyorsanız, bundan sonra yıllık plan yaparken Le Guess Who?’yu (LGW) da mutlaka göz önünde bulundurun. 

Hollanda’nın Utrecht kentinde düzenlenen festival, bu yıl alkışı hak eden bir programla 10. yaşını kutladı. Genel programın yanı sıra, Savages, Suuns, Wilco ve Julia Holter’ın küratörlüğü üstlendiği dört ayrı ek programla zenginleşen festival, 10-13 Kasım arasında müzikseverlere unutulmayacak bir dört gün armağan etti. 

Ne yazık ki festival sırasında Leonard Cohen’ı kaybettiğimizi öğrenmenin hüznü çöktü üzerime... Benim dinlediğim hiçbir grup ya da müzisyenin onu anmamasına şaşırdım ama festival organizasyonu değişiklik yaparak “Leonard” adını bir enstalasyona yazdırdı en azından.

MÜKEMMEL FESTİVAL MEKANI

2007’den bu yana müzik dünyasında faaliyet gösteren Bob van Heur ve Johan Gijsen tarafından başlatılan LGW’nun merkezi, 2014’te açılan kültür merkezi TivoliVredenburg. Geçen yıl Hollanda Dışişleri Bakanlığı’nın davetlisi olarak katıldığım medya turunda bu binayı da gezmiş ve bilgilendirilmiştik. Buna dair yazdığım bir yazıda içinde farklı müzik türlerine göre tasarlanan konser mekanlarının bulunduğu bu binayı 21. yüzyılın örnek kültür merkezi diye nitelendirmiştim. Bu yıl orada çok sayıda konser izledikten sonra, kentin ortasında yer alan çok amaçlı bir kültür merkezinin o şehirde yaşayanların hayatını nasıl renklendirebildiğine bir daha tanık oldum. Atatürk Kültür Merkezi aklıma geldi ve İstanbullular için yine hüzünlendim...

TivoliVredenburg gibi aynı anda beş ayrı konser düzenleme olanağı veren bir merkez olmasa, Le Guess Who? gibi bir festivali düzenlemek çok zorlaşırdı. Eylül ayında yine Hollanda’nın Tilburg kentinde izlediğim Incubate festivali de bağımsız kültüre odaklanan ve deneysel müziği ön plana çıkaran bir festivaldi; ama kentte böyle büyük bir kültür merkezi bulunmadığından, konserler farklı ufak mekanlar, galeriler, caz ve rock barlarda yapıldı. Ufak bir kent içinde mekanlar arasında gidip gelmek fazla zaman gerektirmeyebilir ama TivoliVredenburg gibi bir kültür merkezinde bu geçişler çok daha hızlı oluyor. 

Ayrıca festival kavramını yaz mevsimi ile sınırlı olmaktan çıkarıp, kışın sakinleşen müzik dünyasını hareketlendiriyor. Konserlerin önemli bölümünü TivoliVredenburg içinde tutma olanağına sahip olan Le Guess Who? organizatörleri gerçekten şanslı. Bina, fuayesinde açılan poster sergisi, girişinde yer alan restoran, içindeki yeme/içme standları ile bir festivalde ihtiyacınız olan her şeyi aynı çatı altında topluyor. Akşamüstü konserler başlarken Tivoli’ye giriş yapıp, sabaha karşı çıkmanız olanaklı. Fakat vegan olarak yiyecek bulma sıkıntısı yaşadığımı da belirtmem lazım. Bana göre yiyecek alternatifleri yetersizdi.

Tivoli’deki salonlar dahil Utrecht içinde toplam 13 mekana yayılıyor LGW. Müzik türlerine uygun olarak, tiyatro, sanat galerisi gibi alternatifler de kullanılıyor. Bu farklı mekanlara yürümek, en fazla 10-15 dakika arasında zaman alıyor. Dolayısıyla festivalde ulaşım sorunu yok. Tabii dileyenler için bisiklet alternatifi de mevcut. 

ODAK NOKTASI SIRADIŞI İYİ MÜZİK  

LGW’da yaşadığım en önemli sorun, konserler arasında meydana gelen çakışmalardı. Festivale gitmeden önceden kendi planımı yaptığım halde, bu çakışmalar nedeniyle izlemek istediğim bazı önemli konserleri kaçırdım. Ama festivalde o kadar dolu dolu bir program vardı ki, bu sorunu yaşamayan tek bir izleyici yoktur eminim.

Le Guess Who’?ya dair bir gözlemim, farklı yaşlardan izleyici gruplarının olmasıydı. Genellikle festivallerde 20-30 yaş arası katılımcılar ağırlıkta olur; LGW bunun dışına çıkıp, bazı konserlerde 50 ve 60’lı yaşlarındaki dinleyicileri de cezbetme becerisini göstermiş görünüyordu. Bu da programın son derece yetkin bir şekilde planlanarak; sadece günümüzün yeni isimlerine değil, geçmişin iyi müzik yapan sanatçılarına da yer verildiğini gösteriyor. Bir salonda günümüz gözde elektronik grubu Beak> çalarken, diğer salonda 60’ların caz vokalisti Patty Waters sahneye çıkabiliyor ya da bir yandan tekno dinlenirken diğer yandan folk tınıları yükselebiliyor. Bana bu açıdan Tennessee’deki Big Ears festivalini hatırlattı. Çünkü programı oluştururken temel kriterleri, “popülarite” ve “belli bir yaş aralığındaki kitle” olan festivallerden en önemli farkı bu; her tür müziğe açık olan LGW’nun tek kriteri, sıradışı, deneysel ve iyi müzik. Geçtiğimiz yıllarda Türkiye’den de Baba Zula, Grup Ses Beats, TSU!, Gaye Su Akyol, Okay Temiz, Mustafa Özkent ve Selda’yı ağırlayan festival, farklı kültürlerden yeşeren müzikleri Hollanda’da tanıtma konusunda önemli bir işlev görüyor. 

LGW’da dikkatimi çeken bir uygulama güvenlik konusundaydı. Bugüne kadar hiç aranmadan girdiğim tek festival oldu. Ne kapıda X-Ray cihazı vardı ne de çantalarımız arandı. Etrafta sadece bir kere güvenlik görevlisi gördüm. Avrupa’da son yıllarda giderek artan güvenlik endişesi henüz Hollanda’yı etkilememiş görünüyor. Aynı durum Incubate’te de vardı. Festivalin pazarlama departmanından Barry Spooren’dan öğrendiğime göre, günde ortalama 4000 kişinin izlediği festivale, dört günde yaklaşık 15 bin kişi katılıyor. Utrecht gibi 338 bin kişinin yaşadığı bir kent için azımsanamayacak bir ilgi söz konusu. Verilen bilgiye göre, bu yıl festivali izlemeye gelenlerin % 43’ü yurtdışından yabancı konuklar. 53 farklı ülkeden gelen katılımcıların çoğu Avrupa Birliği’nden ama bunun yanı sıra Avustralya, Brezilya, Japonya ve Meksika, Güney Afrika, Mısır ve Amerika’dan da festival izleyicisi gelmiş Utrecht’e. 

2016'DA ÖNE ÇIKAN İSİMLER

Bu yıl LGW’ya ayırdığım iki radyo programımı önceden hazırladığım için festivale ne görmek istediğimi bilerek gitmiştim. Dolayısıyla daha önceden canlı dinlediklerime ek olarak, ilk kez sahnede gördüklerim de vardı. İzlemeyi planlamadığım halde kısa da olsa uğradığım konserler arasında birkaç tane bana hitap etmeyen performansa rastladım ama bunların sayısı çok azdı. Pita ve Beatrice Dillon, belki beklentim daha farklı olduğundan fazla keyif vermedi; Wilco, festivalde büyük ilgi görmesine karşın, müziği bana hitap etmediğinden ilgimi çekmedi. Kaçırdıklarım arasında en çok Klara Lewis, Stara Rzeka, Maarja Nuut, Idris Ackamoor & The Pyramids, Lucrecia Dalt, Delphine Dora, Oathbreaker, Pauline Oliveros, TAU, Preoccupations ve Horse Lords için üzüldüm. İçinden dört ayrı festival çıkabilecek kadar iyi bir programı olan festivalde bu kaçınılmaz ne yazık ki...

EN İYİ PERFORMANSLAR 

ANNA VON HAUSSWOLFF

Photo Credit: Jan Rijk
Festivalde en çok etkilendiğim isim İsveçli vokalist, piyanist ve şarkı yazarı Anna von Hausswolff oldu. Doom metal ve progresif rock’tan izler taşıyan kendine özgü bir tür gotik avant-pop’un yaratıcısı kendisi. 2015’te yayınladığı albümü “The Miraculous”ı yeryüzünde bulunan en kapsamlı borulu orglardan biri olan, İsveç’teki Acusticum ile kaydetmiş olması bile tek başına müziğini dikkatle dinlemek için yeterli bir neden. Birçok çağrışımı içinde taşıyan bu karanlık ve kışkırtıcı müziği canlı dinlemek ise, insanı farklı bir dünyaya ışınlanmış hissettirecek kadar tutkulu. 

Tivoli’nin en üst katında yer alan Cloud Nine’ı hınca hınç dolduran konseri, kalabalık yüzünden neredeyse soluk alınamayacak kadar sıcak bir atmosferde, kan ter içinde dinledik. Aşırı ilgi kelimenin tam anlamıyla izdiham yaratırken, havasız ortam garip bir şekilde müziğin içine girmemi engellemedi; aksine müzik o kadar yoğun bir etki yarattı ki içinde bulunduğum ortamın olumsuz fiziksel koşullarını görmezden gelebildim. Anna von Hausswolff’un güçlü vokalini yalın bir çıplaklık içinde duyduğumuzda yarattığı sarsıntı, müzikle kaynaştığında daha da sarsıcı oldu. Müziğin verdiği hazdan dolayı nefesimin kesileceğini sandığım anlar oldu. Destansı bir konserdi!

RAIME

Londralı ikili Raime, grime, punk, drum and bass, 80’lerin post-punk gruplarından izler taşıyan, bas ve perküsyon ağırlıklı müziğiyle son birkaç yıldır yakından takip ettiğim isimler arasında. Minimalist teknoyu enstrümantal rock ile buluşturmak için ideal tarif verilecek olsa Raime dinleyin demek yeterli olabilir. Bu yılın en iyi albümlerinden birisi olan “Tooth”u konserde gitar ve davul eşliğinde canlı dinlerken karanlık gecelerin tekinsiz sokaklarda dolaştık adeta. Müziğin yarattığı yalın ürpertinin ruhumdaki karşılığı aynı derecede yoğundu. Ne yazık ki 40 dakikalık performans çok kısaydı.

MARIO BATKOVIC

Savages’ın küratörlüğünü yaptığı programda yer alan Mario Batkovic, Bosnalı bir akerdeon sanatçısı ve besteci. Geoff Barrow’un duyar duymaz etkilenip sahibi olduğu Invada Records bünyesine kattığı müzisyen, enstrümanını geleneksel tarzın dışında kullanıp farklı sesler yaratan müthiş bir yetenek. Batkovic, 15. yüzyılda inşa edilen büyük bir gotik kilise olan Janskerk’de verdiği konserde ruhları yüceltti dersem abartılı olmaz. Batkovic’i dinlerken, bir virtüözün nasıl enstrümanının sınırlarını zorlayıp alışılagelmiş seslerin dışına çıkabileceğini hayranlıkla izliyor insan. Akordeondan yer yer kulağa adeta yankı gibi gelen, düşük tonda deforme edilmiş sesler çıkarken, an geliyor tuhaf bir analog synthesizer gibi duyuluyor. İlk kez canlı dinleyip hayran olduğum Batkovic, festivalde tam not aldı. 




CIRCUIT DES YEUX

Haley Fohr’un deneysel folk projesi Circuit des Yeux, festivale gitmeden önce radyo için hazırladığım Le Guess Who? seçkimde de yer alan bir isimdi. Mario Batkovic gibi o da Janskerk adlı gotik kilisenin görkemli atmosferinde çaldı. Elinde gitarı ve ayağının ucundaki efekt pedallarıyla, son derece sarsıcı bir performans sergiledi. Dramatik orkestral ve atonal gürültülerle zenginleşen müziği gerçekten hipnotize edici. İçinde müthiş bir enerji, korku, aşırı bir duyarlılık ve büyüleyici bir etki var. Vokali tek başına zaten müthiş güçlü ama bu derinlikli müzikle buluşunca fiziksel olarak da yaşanacak bir deneyime dönüştü canlı performansı. 




OLIVER COATES

İngiliz çellist Oliver Coates’u isim olarak tanımayanlar bile çalışmalarını bugüne kadar bir şekilde duymuş olabilir. Radiohead’in son albümü “A Moon Shaped Pool”daki yaylı düzenlemelerine ek olarak Jonny Greenwood ve Mica Levi ile yaptığı işbirlikleri mevcut. Bu yıl yayınladığı ikinci solo kaydı “Unstepping”de elektronik düzenlemeleri deep house, tekno, ambient ve minimal dans tınılarıyla iç içe geçirip, çellosuyla yarattığı distorsiyonlar ve ses deneylerini de işin içine katıyor. Sahneye başında kırmızı bir kasket, üzerinde siyah tişört ve siyah pantolonla çıkan bu sade ve minyon genç müzisyen, konserde bir deve dönüşüp harikalar yarattı. Önce çellosuyla Bach çalarak klasik bir giriş yaptı ve sonra ayağa kalkıp masanın üzerindeki elektronik aletlerin yanına gitti. Klasik müziği tekno ile, akustiği elektronikle buluşturma tekniği dahiyaneydi. Arkasındaki dev ekran aracılığıyla dinleme deneyimini görsel bir şova dönüştürdü; Coates’un olağanüstü besteleri eşliğinde Londra metrosu ve insansız kent görüntüleriyle farklı bir gerçekliğin içine daldık.




ARNOLD DREYBLATT

Amerikalı besteci ve görsel artist Arnold Dreyblatt için “Amerikan minimalistlerinin en rock temelli olanı” ifadesi kullanılır. Kontrbasın üzerine yayla vurduğunda çıkan neredeyse metalik sesler sayesinde, modern elektronik minimalizmin ne kadar hipnotize edici olabileceğini gösterdi. Bestelerinin odak noktasını tonu alçalıp yükselen alışılmadık sesler oluşturduğundan dinlemesi çok keyifli ve ilginçti. Dreyblatt’ın kendi geliştirdiği çalma tekniğiyle yarattığı ritmik çeşitliliğe şapkamı çıkardım. Le Guess Who?’da ufkumu geliştiren performanslardan biriydi. Çıt çıkarmadan dinledi herkes. Avangartın daima “sıkıcı” anlamına gelmediğinin kanıtı gibiydi Arnold Dreyblatt. 




PHURPA

LGW’da tesadüfen keşfettiğim gruplardan biri oldu Phurpa. Yoğun program içinde nadir kalan boşluklardan birinde bir süre dinleme olanağı bulduğum için kendimi şanslı saydım. Alexei Tegin’in başını çektiği bir müzikal kolektif ve performans grubu olan Phurpa’nın etkisini anlamak için mutlaka canlı dinlemek gerek. Tibet’in en eski Budist geleneği Bön’ün müziğinden esinlenen grup, onların eski enstrümanlarını çalıp tantra şarkı söyleme tekniklerini kullanıyor. Salona girdiğimde geleneksel kostümler içindeki müzisyenlerin çıkardığı, sanki yer yarılıyormuş gibi gürüldeyen sesleri duyunca bir süre afalladım ama ardından bunun müzikten öte insanın içindeki gücü dışarı vurma ritüeli olduğunu fark ettim.   Konserden öte metafizik bir deneyimdi.

BO NINGEN

Birkaç yıl önce Rough Trade müzik dükkanındaki dinleme konsolunda keşfedip izlerini bugüne kadar sürdüğüm Bo Ningen’i sonunda Utrecht’te yakaladım. Londra’da yaşayan dört Japon öğrencinin kurduğu noise rock grubu, sahneye punk enerjisini taşıyarak dinleyici kitlesini tek kelimeyle tutuşturdu. Cayır cayır inleyen gitarlar ve gümbür gümbür patlayan davul zemini titretirken, salonda pogo dansının yarattığı kargaşa hiç bitmedi. Grup elemanları, üzerindeki törensel sahne kostümleri, yüzlerini tamamen kapatan uzun saçları ve kalem gibi incecik bedenleriyle bir film sahnesinden fırlamışa benziyordu. Taigen Kawabe’nin Japonca sözleri, temposu hiç düşmeyen müziğe ayrı bir ivme kazandırırken, sahneyi ve salonda dinleyiciler arasında olanları balkondan izlemek bir ayine tanık olmak gibiydi. Günümüze 70’lerin sarsıcı punk enerjisini space rock ile buluşturup sahneye bu kadar başarılı taşıyabilen grup fazla yok; Bo Ningen’e saygılar!




SAVAGES

Altıncı kez canlı dinlediğim Savages, bu defa da şaşırtmadı ve her zamanki gibi salondaki her bir dinleyiciyi tek tek tam yakasından yakalayıp silkeledi. Jehnny Beth, kuşkusuz günümüzün en iyi grup liderlerinden birisi. Öylesine çekici ve hükmedici bir duruşu var ki, kayıtsız kalmak pek olanaklı değil. Sahneden seyircilerin üzerine atladığı anlarda salondaki heyecanı doruk noktasına çıkaracağını, onların gözlerinin içine bakarak şarkı söylediğinde şovu ele geçireceğini çok iyi biliyor. Savages’ın müziği de, grup yıllar içinde büyüyünce daha büyük salonlara uyarlandı; artık neredeyse stadyum konseri yapabilecek düzeye geldiler. Müzik bugün de post-punk’ın karanlık sularında dolanıyor ama Jehnny Beth artık Ian Curtis gibi değil; sahnede mikrofonun önünde durup sabit bakışlarla şarkı söylemiyor. Savages’ı ilk kurulduğu zamandan beri izliyorum ve bir kişisel görüş olarak şunu söylemek istiyorum: Electrowerkz’de sahnenin hemen dibinde durarak dinlediğim ama herkese aynı uzaklıkta duran, daha agresif Savages’ı özlüyorum. Bu Le Guess Who?’daki performansları iyi değildi anlamına gelmiyor; aksine ertesi gün herkesi kendilerinden konuşturacak kadar iyilerdi ama Savages’ın o ilk yıllardaki müziği ve duruşu bana daha yakındı. 




SWANS

Elbette festivalin en çok ilgi gören gruplarından birisiydi Swans. Özellikle şu andaki kadronun bu turneden sonra dağılacağını bilenler konsere akın etti. Michael Gira ve ekibi, 15 yıllık Swans macerasını noktaladıkları bu turnede, bir kez daha kulak zarlarını titreştirip salonda deprem etkisi yarattı. Grubu birkaç yıl önce İstanbul Salon’da dinlediğimde kulaklık takmama karşın daha çok zorlanmıştım; LGW’da sanırım daha büyük bir salon olması nedeniyle sesin yüksekliği pek sıkıntı yaratmadı. Michael Gira’nın müziğin gücüne kapılıp bedenini tamamen serbest bıraktığı anlarda girdiği trans hali görülmeye değerdi. Swans’ı özleyeceğiz; farklı bir kimlikte yeniden dünyaya geleceğine inanıyorum ben. 

JUNUN 

Festivalin kapanışını yapan Junun, İsrailli besteci Shye Ben Tzur ile Radiohead’in gitaristi Jonny Greenwood’u aynı sahnede Rajasthan Express ile buluşturdu. Kuzey Hindistan foklorundan farklı gelenekleri temsil eden müzisyenlerden oluşan ekip, neşeli raga melodileri, davul/perküsyon vuruşları ve caz esintileriyle müthiş eklektik bir müzik yapıyor. Bu tür müziği sevip sevmemek çok da önemli değil onları dinlerken; sahneye yansıttıkları yaratıcılık, saygı duyulacak bir vizyon. Dinleyiciler sürekli adını bağırsa da geri planda durmaya özen Jonny Greenwood’un ağırbaşlı varlığı ve böyle bir projenin ortaya çıkmasına yaptığı katkı takdirlik. LGW’nun kültürlerarası diyaloğu müzikte ortaya koyan bir proje ile kapatılması ise, hem verilen mesaj hem de salondaki herkesi dans ettirmesi nedeniyle alkışı hak ediyor. Festivali bol tezahürat ve coşku içinde sona erdirmek için herhalde daha iyi bir seçenek bulunamazdı. 




JHEREK BISCHOFF

Multienstrümantalist, besteci, aranjör, prodüktör ve şarkı yazarı Jherek Bischoff, bu yıl yayınladığı “Cistern” adlı albümüyle dikkatleri epeyce çekti. Washington’da bir parkta yer altında bulunan dev bir su tankının içinde kaydetmeye başladığı albüm, müthiş ses yankılanmaları ve derinliği ile esin verici bir deney. O boşluk içinde el çırptığınızda yankısı 45 saniye sürüyormuş. Bu müziği sahneye canlı nasıl yansıtacağını gerçekten merak ediyordum ve yanıtımı aldım. Yeni tanıştığını söylediği yerel müzisyenlerle sahneye çıktı Bischoff. Onlar yönlendirirken adeta bir orkestra şefi edasındaydı. Sürükleyici melodik atmosferi senfonik düzenlemelere bağlayan müzikal bir macera gibiydi konserin akışı. 




İLGİYİ HAK EDEN PERFORMANSLAR

SCOTT FAGAN

1960’larda saykedelik folk hitleriyle tanınan Scott Fagan, çok ilgili olduğum bir türde müzik yapmasa da, onu bu ilk Avrupa turnesi kapsamında canlı dinlemek kaçırılmayacak bir fırsattı. 1968 tarihli derinlikli folk-rock şaheseri “South Atlantic Blues”, geçen yıl yeniden düzenlenerek tekrar yayınlandı. Folk şarkılarını, R&B, caz ve Karayip ritimleriyle dokuyan  deneysel müzik teknikleriyle o dönemde elbette hassas ruhları ve kulakları derhal yakaladı ama Scott Fagan hiçbir zaman star olmadı, gizemli bir şekilde adı kuşaklara aktarıldı. 71 yaşındaki müzisyen, Le Guess Who?’da şarkı aralarında bol bol anılarından söz ettiği, espriler yaptığı performansıyla büyük ilgi gördü. İzleyici kitlesinde doğal olarak kendi yaşıtı insanlar da vardı; onlar için Fagan’ı görmek muhtemelen nostaljik bir etki yaratmıştı ama günümüz gençleri de onun yaşlanmayan sesini duymanın zevkini yaşadı. Güzel konserdi.  

LONNIE HOLLEY

Folk art’ın önde gelen temsilcilerinden Lonnie Holley, Alabama’da 27 çocuklu bir ailenin 7. çocuğu olarak dünyaya gelen Afrikalı Amerikalı bir sanatçı. Kendisinin söylediğine göre, onu evlat edinen kadın, 4 yaşındayken Holley’i bir şişe viski ile değiştirilmiş ama o bu zorlu hayatla mücadelesini sanatı sayesinde sürdürmüş. Çevresinde çöp ya da mezarlarda bulduğu doğal materyallerle resim ve heykeller yapan Lonnie Holley, canlı performanslarında bulunduğu ortama uygun doğaçlama sözlerle şiirsel bir atmosfer yaratıyor. Klavyeyi yanlamasına tuttuğu eliyle ilginç bir üslupla çalarken, sahnede tek başına bir halk ozanı gibi içinden geçenleri dinleyicisiyle paylaşıyor. LGW’da da klavye efektleriyle, herhangi bir türe dahil edilemeyecek, klasik şarkı kurgusundan uzak, belirli bir melodisi olmayan kendine özgü bir müzik icra etti. 


ALESSANDRO CORTINI

Photo Credit: Tim van Veen
Alessandro Cortini’yi üçüncü kez ama bu defa Avanti adını verdiği yeni performansı ile izledim. Hayranı olduğum analog synthesizer odaklı müziği ile uzun süredir ilgi alanımda kendisi. Berlin Atonal ve Moogfest performanslarında daha karanlık ve daha sert bir sound vardı. Bu defa ambient melodileriyle donatılan performansıyla geçmişe dönük nostaljik duygular uyandırdı. Videoda gösterilen kendi çocukluk ve aile görüntüleri, o performansın çok daha kişisel bir boyutu olduğunu anlatıyordu. Analog syhth uzmanı Cortini’yi canlı dinlerken onun önünüzde açtığı yeni bir atmosfere dalıyorsunuz. Her kentte, her durumda bunu başarıyor. Performansın bir bölümü aynı binadaki Junun ile çakıştığından Cortini performansına gelenler fazla kalabalık değildi ama dinleyenler de halinden memnundu.

FENNESZ

Fennesz’in gitarını eline alıp elektronik setinin başına geçtiğinde nasıl harikalar yarattığına birçok defa tanık oldum. LGW’da da bekleneni yaptı ve yarattığı atmosferik gitar drone’larıyla, ifade yerindeyse, herkesi kendinden geçirdi. 

Sadece 35 dakika kadar çaldı; tadımlık gibi kısa geldi hepimize. Ama sonunda çekinerek de olsa yanına gittiğimizde, fotoğraf gülümseyerek fotoğraf çekmemize olanak tanıdı. Festivalin en güzel anısı olarak kazancımız oldu!



BASSEKOU KOUYATÉ & NGONI BA

Yazın İstanbul Caz Festivali’nde Damon Albarn ile birlikte sahneye çıkan usta müzisyenin Ngoni Ba adını verdiği ekibiyle birlikte Le Guess Who?’daki performansı beklendiği gibi çok eğlenceliydi. Malili müzisyene “ ‘ngoni’nin Jimi Hendrix’i” denmesi boşuna değil; Batı Afrika’nın geleneksel yaylı enstrümanı ngoni üzerindeki hakimiyetini, bugüne kadar hem kayıtlarında hem de sahnede kanıtlamış durumda. Kouyaté’nin eşi Amy Sacko’nun vokaliyle canlanan hareketli Afrika ritimleri, Tivoli’nin büyük salonunu ayağa kaldıracak kadar güçlüydü. 


WRANGLER

Photo Credit: Jan Rijk
Müzik tarihinin en esin verici elektronik gruplarından Cabaret Voltaire’in kurucularından Stephen Mallinder, folk müzik grubu Tunng üyesi Phil Winter ve prodüktör Benge’nin kurduğu Wrangler, gece geç bir saatte Tivoli’nin içindeki Pandora adlı salonda çaldı. Savages’ın konserinde tavan yapan enerjiyi, onun hemen ardından eski synthesizer’lar ve elektronik davulla kurgulanan müziğe yöneltmek zor olmadı. Üçlünün krautrock ve teknodan da izler taşıyan müziği, vokal kullanımıyla sınırları zorlayan bir karakter kazanıyor. Dinamik ritimleriyle dans etmek için ideal bir ortam yarattı Wrangler; karanlık tonlar gecenin ilerleyen saatlerine oldukça iyi uyum sağladı. 


ELZA SOARES

Le Guess Who? festivalinin en takdir edilecek yanlarından birisi, farklı kültürlerden protest şarkıcılara yer vermesi. Geçmişte Selda Bağcan’ı ağırlayıp o canlı performansı plak olarak yayınlayan festival, bu yıl Brezilyalı protest samba şarkıcısı Elza Soares’i konuk etti. Soares, ülkesinde uzun yıllardır cinsiyet, ırk, sınıf ve cinsel tercih odaklı ayrımcılığa ve baskıya karşı duran güçlü bir ses. Çoğu kişinin merakla beklediği konser, Tivoli’nin büyük salonunu tamamen doldurdu. Sahneye konulan yüksek merdivenlerin üzerindeki koltuğa taşınarak yerleştirilen 79 yaşındaki Soares, tüm konser boyunca oturarak şarkı söyledi. Caz, soul, dub, funk, bossa nova, rock gibi pek çok farklı tarzdan izler taşıyan müziği ve çatallı sesi herkes için aynı derecede çekici olmayabilir ama böyle ikon statüsünde bir müzisyeni canlı dinlemek önemliydi. Abartılı saçı, makyajı ve kostümüyle en ufak bir ayrıntıyı ihmal etmeyen tam bir diva görünümündeydi sahnede. 21. yüzyıl Brezilya müziğinin bu özgün temsilcisine programda yer vermesi, kanımca Le Guess Who?’ya büyük değer kattı. 




LAUREL HALO

Bu yıl Moogfest’in açılış partisinde dinlediğimde çaldığı sete hayran olmuştum. Çok farklı müzik türlerini kaynaştıran, özenle seçilmiş sample’lar ve loop’larla süslenen, son derece usta şarkı geçişleriyle bağlanmış, çok esin verici bir setti. IDM’den bossa nova’ya kadar içinde ne ararsanız bulabileceğiniz çok boyutlu müziğiyle herkesi dans ettirmişti. LGW’da ise minimal tekno odaklı daha yalın bir seti tercih etmişti. Moogfest’te arkasındaki büyük ekranda yer alan muhteşem görsellerin de katkısıyla görsel-işitsel bir şova dönüşmüştü performansı. LGW’da öyle bir ekran yoktu; fazla göz alıcı olmayan bir ışık tasarımı kullanıldı. Her iki performansı da kendi içinde değerlendirildiğinde başarılıydı ama kıyaslama yapmam gerekirse Moogfest’teki ses çeşitliliğini unutamadığımı söylemem gerekir. 

WILLIAM TYLER

Festivalde ilk izlediğim müzisyen, Tivoli’nin en büyük salonunda çalan William Tyler oldu. Sahnenin ortasında elinde gitarı ve önünde efekt pedallarıyla tek başına durmuş, sanki evinin bodrumunda çalıyor gibiydi. Indie folk ve pop rock arasında gelişen sürükleyici müziği, iyi çalındığında gitarın insan yüreğinin en iyi tercümanı olabileceğini gösterdi.

Bütün bunların dışında kısa sürelerle girip çıktığım performanslar da oldu ama bahsetmiyorsam bilin ki pek etkilenmemişimdir. Sonuçta şunu söyleyebilirim ki, Le Guess Who? farklı sesler keşfetmek isteyen, deneysel müziğe açık vizyonu geniş müzikseverler için ideal bir festival. Ben şimdiden gelecek yılki programı merak ediyorum!

(Bu yazı ilk olarak Red Bull Müzik'te yayınlandı. http://www.redbull.com/tr/tr/music/stories/1331830035955/zulal-kalkandelen-le-guess-who-festivalini-yazdi )

(Videolar ve fotoğrafçının adının belirtildiği dışındaki festival fotoğrafları bana aittir.)


Yazan: Zülal Kalkandelen

Translate