Vegan Logic Yıllık Müzik Değerlendirmesi yılın son programında Türkiye’de 2017 boyunca yayınlanan kayıtlar arasından en beğendiklerime ayırdım. Albüm ya da kısaçalar formatındaki bu kayıtları bir liste mantığı içinde sıralamadım, ses uyumuna göre arka arkaya getirerek çaldım. Bu programda çalacaklarımı belirlerken Türkiye merkezli yerel plak şirketlerinden yayınlanan ya da müzisyenlerin kendilerinin internet üzerinde yayınladıkları self release denilen kayıtlara baktım. Ayrıca yabancı müzisyenlerle yayınlanan ortak kayıtlar da yok bu seçkide. Onlar da elbette dikkatimden kaçmadı; yıl içindeki aylık seçkilerde onlara da programlarda yer verdim.
T V S N - Tell Me How You Living [Wrong Way]
Da Poet - Harp in Heart [Beattape2]
Wilsondub - Less [Prrosuit]
Rijeka - Damaryolu [Not Even B-Side]
Sycho Gast - Jours_Cinq [fuck somethings 3]
Seretan - Intuition [Persona EP]
Oichuung - Idiots [Kali]
Aldes - Subflow Savage [Hymns of the Hybrids]
Akın Sevgör - Waves [Routine]
Mind Shifter - Girl [Horizon]
Reverie Falls On All - Descent [Stellar Stream]
Dead Man’s Dream - Frozen Fall [Dead Man's Dream]
Kaosmos - Dark Matter [Levitate]
Bewitched As Dark - All Monsters Are Human [Love Me Today Hate Me Tomarrow]
Kasım ayınin gelmesiyle, her yıl olduğu gibi, Vegan Logic yıl sonu müzik değerlendirmesi de başladı. İlk olarak bu hafta 2017'de önçe çıkan orijinal film müzikleri dosyasını açtım. Haftaya ikinci bölümüyle ayhı kategoriyi gözden geçirmeye devam edeceğim.
1- Atticus Ross - Possibilities Are Endless
2- Benjamin Wallfisch - Hannah and Volmer
3- Michael Abels - Garden Party
4- Nick Cave & Warren Ellis - Humble Man
5- Clint Mansell - The Yellow House
6- Brian McOmber -The Road
7- Ahmet Kenan Bilgiç - Su Nereye Baksan Yine Su
8- Rael Jones - Follow That Horse
9- Jason Hill - Mindhunter
10- Nicholas Britell - The Bra / Court Loss
11- Danny Elfman - Panic Text
12- Ryuichi Sakamoto - Confusion
13- Lorne Balfe - Glitch
14- Daniel Pemberton - The Ring of Fire III - The Reveal
15- Trent Reznor & Atticus Ross - Strangers in Lockstep
Geçen eylül ayında sanatçı Linder Sterling, Instagram üzerinde arkadaşı Morrissey’in 11. stüdyo albümü “Low in High School”un kapak fotoğrafını paylaştığında, albümün ana temalarını tahmin etmek zor değildi. Fotoğrafta, Morrissey’in ekibinde yer alan bas gitarist Mando Lopez’in oğlu Max Lopez, Buckingham Sarayı’nın önünde bir elinde “Monarşiyi baltala” yazan afiş, diğer elinde bir balta tutarken görünüyordu. Morrissey’in The Smiths günlerinden bu yana şarkı sözlerine yansıyan, huzursuz, muhalif gençlik ve monarşi karşıtlığı, çok çarpıcı bir görsel ile simgeleştirilmişti. Ayrıca The Smiths sonrası 30 yıllık solo dönemi içinde “Southpaw Grammar” sonrasında kapağında kendisinin yer almadığı ikinci albüm olması da ilginçti.
BMG ve kendisinin kurduğu Etienne Records etiketiyle yayınlanan albümün prodüktörlüğünü, bir önceki kaydı “World Peace is None of Your Business” gibi Joe Chiccarelli üstlendi. Morrissey’in ekibinde yer alan Boz Boorer (gitar), Jesse Tobias (gitar), Mando Lopez (bas), Matt Walker (davul) ve Gustavo Manzur (klavye) ortak yazdığı şarkılar, prodüktör aynı olsa da, öncekine göre daha güçlü bir rock sounduna ve çeşitliliğe sahip. Bunun yanı sıra Morrissey’in sesinin etkisinden hiçbir şey yitirmediğini ortaya koyan piyano baladları da dikkat çekici.
Albüm boyunca karşımıza otorite karşıtlığı, gücü kötüye kullanan diktatörler, polis şiddeti, Arap Baharı, ana akım medyanın güvenilmezliği, petrol savaşları ve diğer tüm çatışmalar çıkıyor. Dünyanın gidişatının bir yansıması olarak WPINOYB’de öne çıkan bu temaların, bu kez Venezüella, İsrail, Ortadoğu, ABD özelinde altını çizerken, oligarşilerin baskısı karşısında halkların içine düştüğü durumu sorguluyor Morrissey. Albümde dile getirdiği politik görüşlere katılmayabilirsiniz ama solo döneminin en cesaretli ve iddialı çıkışlarından birisini yaptığını kabul etmek gerekir. Bu çıkış elbette tartışılabilir ama ne yazık ki müzik medyasında albüm hakkında yapılan yorumlar, Morrissey’in görüşlerine katılmayanların adeta ondan hınç almak için yazdığı standart kötülemelere dönüştü.
Son dönemde basın ve sosyal medya, Morrissey’in polemik yaratan sözleri nedeniyle eski hayranlarının onu yerden yere vuran eleştiri yazılarıyla dolu. Her söylediğine katılmak gerekmiyor, görüşleri elbette eleştirilebilir fakat sözleri kendi konsepti içinde analiz etmeden, gerçeği yansıtmayan sansasyonel başlıklarla verilen haberler tık alma amaçlı. Bu salgın ne yazık ki dijital dünya ile birlikte hayatımızı istila etmiş durumda. Toplumu daima klişe düşüncenin sınırlarını zorlamaya iten bir sanatçı Morrissey. Politik doğruculuğu reddediyor; acı verecek derecede dürüst bir anlatımı var, olayların gözden kaçırılan farklı yanlarını keskin bir dille söylüyor ve bu da buna alışık olmayan toplumda infial yaratıyor. Daima toplumu sarsmaya çalışıyor ve bunun bedelini epey ağır ödüyor.
Ben solo albümleri arasında en iyilerden birisi olarak gördüğüm yeni kaydı “Low in High School”u kendi içinde bir bütün olarak değerlendirmeye çalıştım.
My Love, I’D Do Anything for You (Morrissey/Lopez)
Morrissey’in tuhaf seslerle başlayan şarkılarına ayrı bir düşkünlüğüm var. Gitarist Jesse Tobias’ı karanlık bir bodruma sokup kaydettikleri iniltilerle başlayan bu şarkı, bana “November Spawned a Monster”daki Mary Margaret O’Hara’nın acayip çığlıklarını anımsattı. Açılışı, “Çocuklarınıza ölü düzenin ana akım medyasındaki tüm propagandaları tanıyıp onları aşağılamasını öğretin” diyerek yapan bir albümün medya tarafından olumlu bulunmasını beklemek boş aslında. “Toplum cehennem, hayatlarımızı istediğimiz gibi yaşayamıyoruz,” diyor Morrissey ve medyayı tanımlarken “echelon” kelimesini kullanıyor. Bu kelime, “belli bir nizama göre dizilmiş” anlamının yanı sıra, ABD, İngiltere, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda istihbarat örgütlerinin dünya üzerindeki iletişim sistemlerini denetlemek amacıyla kurdukları ortak projenin kod adı. Şarkının medyanın insan hayatına müdahale edişine yaptığı vurgu, “Toplum bir cehennem, benim sana ihtiyacım olduğu gibi senin de bana ihtiyacın var,” dediğinde netleşiyor. Belli ki uğruna her şeyi yapabileceği birisi ile sadece bu nedenle yaşayamadığı bir ilişki var. “Hepimiz kendi yolumuzda ilerliyoruz / Ayrı ayrı ama aynı yönde / Ve ben burada hayatımın her gecesi daima birini özlüyorum,” sözleri ile de bunu netleştiriyor. Bu hikayeyi, güçlü davul vuruşları ve sarsıcı gitar seslerine ek olarak pirinç nefeslilerin katkısıyla anlatınca, oldukça dinamik bir giriş yapıyor albüme.
I Wish You Lonely (Morrissey/Boorer)
Yalnızlık, ölüm ve madde bağımlılığı etrafında gelişen şarkı, içinde bulunduğu durumdan memnun olmayan bir karakterin bakış açısından yazılmış. Dinleyiciden içinde bulunduğu yalnızlığı anlamaları için kendilerini onun yerine koymalarını isteyerek başlıyor. “Romantizm iyi gitmedi / Sana, bir günlük de olsa, Bergen’deki savaş helikopterleri tarafından takip edilen ama asla vazgeçmeyen son kambur balina gibi bir yalnızlık diliyorum ki benim günlük rutinimi anla,” diyor karşısındakine. Yalnızlığın öfke ile ilişkisini kurduğu şarkıda uyuşturucu bağımlılığı ve militarizmi birlikte anması ilginç. Her ikisinin de insanları aniden mezara gönderdiğini vurguluyor. Morrissey’in en sert sözlerinden birisine rastlıyoruz bu şarkıda: “Mezarlar kraliyetin, oligarşinin, devlet başkanlarının ve hükümdarların emri ile canını veren aptallarla dolu.” Onun öfkesi daima dünya liderlerine yöneldi. Morrissey’in kendi ülkesinin ya da başka bir ülkenin askerleri için “kahraman” dediğini duyamazsınız; dese alkış alacak ama o, savaşın korkunçluğunu sergileyip, askerlik kavramı hem asker için hem de halklar için kötüdür diyor. Son röportajlarından birinde, dünyanın her yerinde halkların ve politikacıların karşılıklı nefret içinde olduğunu ve bunu müziğe aktarınca hayatın umut dolduğunu söyledi Morrissey. Derdi askerin kendisi değil, ona savaşma zorunluluğunu yaratan sistemle. Bunu anlamamak için çok önyargılı olmak lazım. Ama ne yazık ki ana akım medyada müzik konusunda yazanlar, bu analizi yapma niyetinden ve birikimden yoksun. Synth’lerin belirginleştiği, vurucu bir sounda sahip olan şarkı, açılıştaki güçlü rock soundunun yarattığı etkiyi sürdürüyor.
Jack’s Only Happy When She’s Up on the Stage (Morrissey/Boorer)
Morrissey’in çok zekice kurguladığı bu şarkının ana karakteri, partneri tarafından terk edilip hayal kırıklığına uğrayan Jacky adlı eski bir sahne yıldızı. Arka arkaya tekrarlanan “exit” kelimesinden yola çıkarak şarkının “Brexit” ile ilgili olduğu yorumları yapılıp duruyor medyada. Oysa şarkının politik bir anlamı olmadığını söyledi Morrissey. Bana göre Jacky, Morrissey’in kendisi. Jacky, artık hiçbir senaryo, bağlayıcı kural olmadan sahnede sadece kendi aşığı için oynuyor. Morrissey’in hep kendisi için söylediği gibi, kalp kırıklığını ve yaşadığı kayıpları sahnedeyken unutan bir yıldız Jacky. “Exit, exit, everybody's running to the exit” dediğinde ise, son yıllarda sürekli kendisini terk eden hayranlarından söz ediyor. Malum “Eskiden hayranıydım ama artık Morrissey’i savunamam” diyenler çok bugünlerde...
(Bu arada Brexit konusu açılmışken, Morrissey’in o oylamanın sonucunu “muhteşem” diye nitelemesinin nedeni, ana akım medyanın ve ülkedeki kurulu düzen temsilcilerinin hepsinin birden Brexit’ten yana tavır almasına karşın, halkın tersi yönde karar vermesi. “Avrupa Birliği’nden çıkarsak hepimizin sonu gelir” diyen egemen güçlere karşın halkın bunu reddetmiş olmasını demokrasi açısından önemli buluyor. Daha önce İskoçya’nın Britanya İmparatorluğu’ndan ve Katalonya’nın da İspanya’dan ayrılma isteklerini desteklediği düşünülürse, bu kendi düşüncesi içinde garip de değil. Morrissey’in otoriteye karşı olduğu gibi toplumları yöneten büyük birliklere, imparatorluklara, krallıklara karşı bağımsızlık yanlısı tavrı biliniyor. Bu politik konu hakkında onunla aynı fikirde olunmayabilir ama şarkıyı ilgisi olmadığı halde Brexit’e bağlamaya kimsenin hakkı olmamalı.)
Home is a Question Mark (Morrissey/Lopez)
90’lı yılların Morrissey soundunu albüme taşıyan bu şarkı, “Back to the Old House”daki soruyu tekrarlıyor. Geriye dönüp bakıyor ve ne yapsa unutamadığı birine, “Eğer gelirsem benimle buluşur musun?” diyor. “Ev sadece bir kelime midir, yoksa içinde taşıdığın bir şey mi?” sorusunun yanıtını aslında bana 3 yıl önceki röportajda, “Gerçek eviniz bedeninizdir, yaşadığınız apartman dairesi değil,” diyerek (http://www.veganlogic.net/2014/11/morrissey-gercek-eviniz-bedeninizdir.html) vermişti ama bu konu aklını kurcalıyor demek ki aynı yere tekrar tekrar dönüyor. “Eğer bir gün ev bulursam, oraya gelirsem benimle buluşur musun, beni karşılamak için bacaklarını yüzüme dolar mısın?” diyor Moz. Cinsellik çağrıştıran sözler onunla da sınırlı değil; romanı “List of the Lost”ta örneklerine sık rastladığımız ilginç nitelemeler de var. “I have been brave, deep in every shaven cave” örneğinde olduğu gibi. Sesinin hiç yıpranmayan o ünlü kadife tonunu yakaladığı, içten ve cesur baladlardan birisi “Home Is a Question Mark”. Albümü ilk kez tümüyle dinlediğimde, sanırım o ses tonu nedeniyle, en sevdiğim şarkı buydu.
Spent the Day in Bed (Morrissey/Manzur)
Albümün ilk teklisi olarak yayınlanan “Spent the Day in Bed”, son derece akılda kalıcı melodisiyle radyolarda çok çalınacak türden bir şarkı. Gustavo Manzur’un klavye melodisi ve sözleriyle insanı öyle bir yakalıyor ki dinlemediğinizde bile zihninizde duyuyorsunuz. Albümde dinleyicilerin eşlik ederek söyleyebileceği pop sounduna yakın fazla şarkı yok; bu şarkı o eksiği doldurması açısından önemli. Morrissey, “haberleri izlemeyi bırakın, bundan kazanabileceğiniz olumlu hiçbir şey yok, haberler sizi yalnız hissettirip korkutmak için tasarlanıyor,” diyerek ana akım medya hakkındaki gerçeği dile getirse bile, bunun Trump’ın “fake news” argümanı ile aynı olduğunu iddia edecek kadar önyargılı medya. Oysa medyanın kendi gerçekliğini inşa edip kitleleri manipüle edişini eleştiriyor Morrissey.
I Bury the Living (Morrissey/Tobias)
Çekirge seslerine karışan klarnet ile başlayan şarkı, yaklaşık 1 dakika boyunca bir cenaze töreni atmosferini yansıtıyor. Bu da Morrissey’in uzun intro’lu şarkılarından birisi. Belki de bugüne kadar yazılmış en savaş ve askerlik karşıtı şarkı. Savaşın ne için olduğu hakkında haberi bile olmayan ama hem çaresiz kalan hem de kahraman gibi görünmek isteyen bir askerin durumunu şu sözlerle yansıtıyor: “Ben sadece bir askerim, beni suçlamayın, bana emri verin, kızınızı havaya uçurayım. Bana cesur deyin, bana barış için savaşan kahraman deyin, beni olduğum şey dışında ne isterseniz öyle tanımlayın. Ben sadece İsa’ya, Tanrı’ya sorumluyum. Hayatımı kaybedersem annem sevdiği işi yaparken öldü diyecek ama ben alnımda bir kurşunla öldürüldüm, bu sevdiğim iş değildi.” Şarkı, kendi içinde çok trajik bir öyküyü anlatıyor. Asker öldükten sonra sesini yumuşatarak başka bir kimliğe bürünüyor Moz. “Savaşın bizim John olmadan da devam etmesi ne acayip,” diyor; la la la la sesleri eşliğinde arkadan kahkalar duyuluyor... Kahkahaların geride kalan düzen temsilcilerine ait olduğuna kuşku yok. O zamana kadar agresif bir soundu olan şarkı, asker öldükten sonra sadece gitar tınıları eşliğinde usulca sona eriyor. Askerliği moral olarak sorguladığı bu şarkıyı askerlere hakaret olarak yorumlayanlarla doldu medya. Oysa kimsenin bu kadar dürüstlükle söylemeye cesaret edemediği bir konuya çok sarsıcı bir şekilde dokunuyor Morrissey.
In Your Lap (Morrissey/Manzur)
Arap Baharı’ndan sonra yaşanan kaosu konu alan şarkı, hedefe diktatörler ve güvenlik güçlerini koyuyor bir kez daha. Gustavo Manzur’un piyanoda harikalar yarattığı çok güzel bir balad. “Diktatörler öldüğünde halklar kazanır. Savaş lordları öldüğünde halklar şarkılar söyler. Üzülmeyin, onların sırası gelmiştir. Güvenlik güçleri en kötüsüdür, daima hükümetleri dinler, gözlerimize sprey sıkarlar. Ölmek için yaşarlar ve zarar vermeyi severler,” diyor şarkı. Bu sevgisizlik içinde sadece birisinin koluna dokunmak isteyen karakterin söyledikleri öyle gerçek duygular ki... “Bizi haritadan silmek istediler ama ben sadece yüzümü senin kucağına koymak istiyorum”... Morrissey’in kişisel duyguları ile politik olayları iç içe eşsiz bir şekilde geçirdiği çok parlak bir şarkı. .. Bir Morrissey klasiği!
The Girl from Tel-Aviv Who Wouldn’t Kneel (Morrissey-Manzur)
Bütün gün dinlemek isteyeceğiniz kadar güzel bir tango ritminin eşlik ettiği, farklı bir Morrissey şarkısı. Kocası, diktatör veya kralın önünde diz çökmeyen Yahudi bir kadın şarkının ana kahramanı. Tel-Aviv’de yoksulu yoksul tutmak için tasarlanıp çerçevelenmiş sözlerle dolu duvarlar ve olanlardan onları korumamış Tanrı’dan korkularını simgeleyen işaretlerle dolu evlerden söz ettiği gözlemleri yansıtıyor şarkı. Yaşanan acıların nedenini de net özetliyor: “Bütün bu ordular ne için sanıyorsunuz? Çünkü topraktan petrol çıkıyor.” Açık ki, Amerika’nın dış politikası ve petrol için yaptığı saldırıları eleştiriyor şarkı. Morrissey’in “Amerika burayı bombalamazsa sizinle güvenli bir yerde görüşürüz,” dediği “I’ll See You in Far Off Places” adlı şarkısındaki temaya geri döndüğünü söylemek mümkün.
All The Young People Must Fall in Love (Morrissey/Boorer)
“Eğer bu illüzyon içinde olmayı seçiyorsanız nükleer savaşla daha çok zaman geçirin ama buradaki gençlerin harika bir fikri var. Başkanlar gelir, başkanlar gider ama tüm gençler aşık olmalı. Başkanlar gidince kimse adlarını da hatırlamaz.” Morrissey’in bir önceki albümü World Peace is None of Your Business’daki gibi dünya liderlerine olan güvensizliğini anlatıyor bu şarkı. Müzik olarak diğer şarkılar kadar güçlü değil ama havayı yumuşatıcı, insanlara umut verici iyimser bir havası var.
When You Open Your Legs (Morrissey/Tobias)
Tel-Aviv’de sabahın 4‘ünde aynı kulübü terk etmesi istenen karakter, “Bacaklarını açtığında bildiğim her şeyi unutuyorum,” diyerek cinsel zevkin yarattığı sarhoşluğa atıf yapıyor. Bu da bir önceki şarkı gibi konserlerde dinleyicilerin eşlik edebileceği, hareketli pop sounduna daha yakın bir şarkı. Kartonette H.E.R. adını kullanan İtalyan kemancı Erma Pia Castriato’nın yaylılarda eşlik ettiği belirtiliyor. Bu şarkıdaki yaylılarda da onun katkısı olmalı. Albümün diğer şarkılarına göre benim için daha geride duran bir şarkı oldu bu.
Who Will Protect Us from the Police? (Morrissey/Boorer)
Bu kez rotayı Venezüella’ya çeviren şarkıda, sokaklarda ateşler yanıp tanklar gezerken, baba ile çocuk arasında şu konuşma geçiyor.
“Baba bizi polisten kim koruyacak?
Bebeğim, tanrı koruyacak.”
Hükümetler ve askerler savaşlarla meşgulken halkın ezilişi, Morrissey’in epey kafa yorduğu bir konu. Bu şarkıda da Venezüella özelinde aslında bu genel durumu ortaya seriyor. Durumun babasının dediği gibi olmadığını haykırıyor çocuk: “Konuşma özgürlüğümüze saldırıyorlar. İnandığımız şeyin bedelini ödemeliyiz. Sana inanmıyorum baba, üzgünüm. Ne yapmalıyım?” Sonunda baba da gerçeği fark ediyor: “Koş bebeğim. Lütfen koş! Sen haklıydın!”
Çatışmaların kaosuna uyacak şekilde şarkının çelik nefesliler ile epey gürültülü bir soundu var. Ganglord’u anımsattığını söyleyenler var ama müzik açısından onun kadar etkileyici gelmedi bana. Yine de içinde yaşadığımız dönemde şarkının isminde sorduğu soruyla bile unutulmazlar arasına gireceği kesin.
Israel (Morrissey/Manzur)
Morrissey’i yine eleştiri oklarının hedefi yapacak ve bol tartışma yaratacak bir diğer şarkı da bu. Çok karanlık bir atmosferde başlıyor ve kısa bir süre sonra dramatik piyano tınıları eşliğinde Moz’un sesi durumun trajikliğine vurgu yapıyor. Birçok kişi bu şarkıyı İsrail’e sevgi mektubu olarak yorumlasa da, Morrissey aslında zor bir şey yapıyor: Uzun süredir kültür dünyasında İsrail’e boykotun tartışıldığı bir dönemde, böyle bir şarkı yazarak İsrail’de yaşayan halka sesleniyor. “Orduların ne için olduğunu yanıtlayamam. Onlar siz değilsiniz. Gökyüzü birçokları için karanlık, sizin için de karanlık olmasını istiyorlar. Yeryüzü büyük bir sığınak ve hapishane fışkırıyor. Suçlu gühahkarlar olarak doğdunuz, dik durmadan önce düştünüz. Doğa size kimin neyin sevileceğini söyleyecek her türlü dürtüyü verdi. Kendinizi sevin,” seklindeki sözleri, halkları devletler ile özdeşleştirmeyen görüşü temsil ediyor. Bir süre önce İsrail’de konser vermemesi için Radiohead’e çağrı yapan Roger Waters’a yanıt veren Thom Yorke: “Biz İsrail’de Netenyahu’yu ya da İsrail devletinin politikalarını onayladığımız için çalmıyoruz. Amerika’da çalmıyor muyuz? O zaman Trump’ı onaylamış mı oluyoruz?” demişti. Morrissey de İsrail’deki halka “Ordu siz değilsiniz” diyerek bu görüşü destekliyor. Albümün tümüne damgasını vuran otorite karşıtlığının bir başka boyutunu oluşturan “Israel”, Morrissey’in vokalinin piyano ile buluşmasından doğan müthiş etkiyi bir kez daha kayda geçiriyor.
Günümüzün popüler müzik dünyasında kimsenin hem şarkı sözleri hem de müzik açısından bu kadar yüksek düzeyde yaratıcılık sergileyen, şarkılar arasında tema bağlantısını bu kadar iyi kuran, böylesine sıra dışı ve cesaretli bir albüm yapmadığını söylemek bence abartılı değil. Morrissey, günümüz müzik dünyasında eşsiz bir hikaye anlatıcı; onun metaforlarla dolu şairane sözlerini ve sesinin değişen tınılarını analiz edip anlamak zaman, emek ve birikim istiyor. Bazı politik fikirlerine, hayvan hakları konusundaki görüşlerine katılmıyorsanız bile, albüme, müziğe haksızlık etmeyin. Tartışma yaratmasa zaten Morrissey albümü olmazdı. “Low in High School”, savaş, medya manipülasyonu ve otoriteye karşı bir başyapıt.
Geçen hafta Le Guess Who? festivalinde canlı dinlediğim onlarca grup içinde beni en çok etkileyen Oiseaux-Tempéte oldu. O nedenle bu haftaki radyo programım Vegan Logic'i tümüyle onlara ayırdım.
1- Fortune Teller
2- Nuage Noir
3- Opening Theme (Ablaze in the Distance) (Dag Rosenqvist Remix)
1 Kasım Dünya Vegan Günü'ne özel olarak, anarcho-punk, hardcore, punk türlerindeki hayvan hakları konulu şarkılardan oluşan bir seçki hazırladım. Açık Radyo'da dün akşam yayınlanan Vegan Logic programını, 5 Kasım 2001 tarihinde Britanya'da bir hapishane hastanesindeki açlık grevi sırasında yaşamını yitiren hayvan özgürlükçüsü, av sabotajcısı aktivist Barry Horne'a adadım.
1- Goldfinger - What Gives You the Right
2- Inner Terrestrials - Barry Horne
3- Active Slaughter - Labour Lied Barry Died
4- Time - Cove of Ghosts
5- Conflict - Meat Means Murder
6- Conflict - This is the ALF
7- Emergency Broadcast - Morals of Ignorance
8- Starlit - Freedom
9- Rudimentary Peni - Pig in a Blanket
10- Rats from a Sinking Ship - If You Must Shoot Animals Use a Camera
11- New Winds - For the Sake of the Voiceless
12- Flux of Pink Indians - Sick Butchers
13- Exit-Stance - Slaughter House
14- Exit-Stance - The Voiceless Now Have a Voice Part I & Part II
Geçen yıl 10. yıldönümünde izleme olanağı bulduğum Le Guess Who? Festivali (LGW), gerek müzik çeşitliliği gerekse iyi ses organizasyonuyla daha ilk deneyimimde favori müzik festivallerimden biri oldu. Hollanda’nın Utrecht kentinde düzenlenen festival hakkındaki genel değerlendirme yazımda, “deneysel ve bağımsız müziğe hak ettiği değerin verildiği, farklı müzik türlerine odaklanan, vizyonu geniş bir festival arıyorsanız, bundan sonra yıllık plan yaparken Le Guess Who?’yu da mutlaka göz önünde bulundurun,” demiştim. (http://www.veganlogic.net/2016/12/nice-10-yillara-le-guess-who.html)
O zamandan beri festivalin 2017 programını merakla bekliyordum. Bu yıl 9-12 Kasım’da yapılacak olan LGW’nun programı, tahmin ettiğim gibi yine çok heyecan verici. 150‘den fazla ismin katılacağı etkinlik hakkında bir ön inceleme yapmanın, festivale gitmeyi düşünenler ya da şu ana kadar LGW’dan haberi olmayan keşif meraklıları için yararlı olabileceğini düşündüm.
FESTİVALE ÖZEL İŞBİRLİKLERİ VE İLKLER
Bu yılki festivalin altı küratörü var: Perfume Genius, James Holden, Shabazz Places, Grouper, Han Bennick ve Jerusalem In My Heart. Hepsinin canlı performans gerçekleştireceği etkinlikte, her birinin özel olarak hazırladığı programlar olacak. Örneğin Perfume Genius’ın festivale davet ettikleri arasında, Radiohead’in hayranı olduğu ve Michael Stipe’ın ulusal hazine diye nitelediği Kanadalı efsanevi sanatçı Mary Margaret O’Hara da var. Geçmişte Morrissey ve This Mortal Coil ile de işbirliği yapan O’Hara, sadece 1988‘de Miss America adlı bir albüm yayınlamasına karşın bir kült kahraman haline geldi. Festivalde konseri kaçırılmaması gereken bir müzisyen.
Amerikalı hip hop ikilisi Shabazz Places’in hazırladığı programda ise caz efsanesi Pharoah Sanders öne çıkıyor. İngiliz elekronik müzik sanatçısı James Holden, kendi küratörlüğünü üstlendiği bölümde, yeni kurduğu grubu James Holden & The Animal Spirits’in kasım ayında yayınlayacağı ilk albümünü çalacak. Hollandalı caz davulcusu Han Bennick, kendi imzasını taşıyan programda, gitarist Thurston Moore ve Japon deneysel noise ustası Keiji Haino ile canlı işbirliği gerçekleştirecek. Haino, ayrıca Grouper’ın küratörlüğünü üstlendiği programda solo olarak da sahneye çıkacak. (Keiji Haino ile geçen yıl yaptığım röportaj: http://www.veganlogic.net/2017/01/keiji-haino-ben-zamani-kesen-bir.html)
The Sai Anantam Ashram Singers konserinin en çok ilgi çekenlerden arasında olacağını tahmin ediyorum. Caz piyanisti, vokalist, arpist ve besteci Alice Coltrane Turiyasangitananda’nın, eski bir Hint dini geleneği olan Vedizm’i yaşatmak için Los Angeles’ın dışında kurduğu Sai Anantam Ashram adlı spiritüel merkezde kaydettiği müziklerin festivalde Avrupa prömiyeri yapılacak. Bu yıl David Byrne’ün sahibi olduğu Luaka Bop plak şirketi, Alice Coltrane’nin o merkezde kaydettiği ve çoğu bilinmeyen çalışmalarını ilk kez bir derleme albüm olarak yayınlamıştı.
Le Guess Who?‘da bu yıl kaçırılmayacak performanslardan birisi, 12 saat aralıksız sürecek bir drone deneyimi. Birçok müzisyen ve ses tasarımcısının katılacağı bu deneyimi yaşatacak olanlar arasında Suuns’ grubundan Ben Shemie, keman sanatçısı Jessica Moss, besteci ve gitarist Roy Montgomery, Hint sitar sanatçısı Surajit Das ve gitar odaklı deneysel müzik projesi Thisquietarmy de var.
TÜRKİYE’DEN MÜZİSYENLER DE KATILIYOR
Le Guess Who?‘nun organizörleri, festivalde farklı türleri olduğu kadar farklı kültürleri yansıtan müziklere de yer vermeye büyük özen gösteriyor. Hollanda’da çok sayıda Türkiye kökenli göçmen yaşadığından da olsa gerek, ülkemizden müzisyen ve gruplar, her yıl etkinlikte dinleyicilerle buluşuyor. LGW, uluslararası müzik dünyasında yakından izlenen bir festival olduğu için, orada çalmak, geniş bir kitleye ulaşmak açısından etkili bir yol.
Bu yılki festivalin programını incelerken karşıma ilk çıkan, Derya Yıldırım & Grup Şimsek oldu. Türkiye’den vokalist Derya Yıldırım ile Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya’dan müzisyenlerin bir araya geldiği Anadolu rock grubu, Özdemir Erdoğan ve Aşık Mahzuni Şerif’in eserlerini yorumlarken, saykedelik rock tarzındaki kendi bestelerini de çalıyor.
LGW sahnesinde dinlenebilecek bir diğer Türkiye kökenli grup, Amsterdam’da kurulan Altın Gün. 70‘lerin Türk rock klasikleri ve türkülerin modern halini yorumlayan saykedelik folk grubu, Libyalı müzisyen, multienstrümantalist ve modern Arap müziğinin öncülerinden Ahmed Fakroun ile birlikte çalacak; ayrıca solo konser de verecek.
Ambient/shoegaze/drone besteleriyle tanıdığımız Ekin Fil, Grouper’ın küratörlüğünü üstlendiği programın konukları arasında. Bu yıl Helen Scarsdale etiketiyle Ghosts Inside adlı yeni bir albüm yayınlayan müzisyen, birkaç yıl önce Grouper’ın konser açılışını da yapmıştı.
FESTİVALDEN KEŞİFLER
LGW’nun benim için en çekici tarafı, sadece Sun Ra Arkestra, Ben Frost, John Maus, William Basinski, Sun Kil Moon, The Soft Moon gibi canlı dinleyip sevdiğim isimlere yer vermesi değil; aynı zamanda festivale özel yaratıcı işbirliklerini de gerçekleştirmesi. Festivalin zengin programı bununla da kalmayıp, şarkılarını radyoda çalsam bile daha önce canlı izlemediklerimi görme olanağını vermenin yanı sıra, adlarını hiç duymadığım yeni müzisyenleri keşfetmemi de sağlıyor. Bu kadar dolu bir festivali izlediğinizde, dördüncü günün sonunda ruhen zenginleşmiş hissediyorsunuz.
Bu yıl da radyo programım Vegan Logic’te yapacağım iki özel Le Guess Who? programında kendi favorilerimi ve bazı keşifleri paylaşacağım. O nedenle onları bu yazıda paylaşmıyorum. Le Guess Who?‘nun ayrıntılarını anlatmaya Açık Radyo’da devam edeceğim.
Geçen yılki Vegan Logic Özel Le Guess Who? radyo programlarını dinlemek isteyenler için bağlantılar:
24. Uluslararası İstanbul Caz Festivali’nde beni en çok heyecanlandıran konser, 18 Temmuz akşamı Salon’da gerçekleşecek. “David Bowie’nin David Bowie’si” diye anılan Amerikalı caz saksofoncusu Donny McCaslin, geçen yıl yayımlanan albümü “Beyond Now”ın turnesi kapsamında Türkiye’ye geliyor. 1998 yılından bu yana çok sayıda albüm yayınlayan 50 yaşındaki müzisyen, bu albümü Tim Lefebvre, Mark Guiliana, Jason Lindner, Nate Wood ve David Binney gibi müzik dünyasının usta isimleriyle işbirliği yaparak kaydetti. Bu isimlerden ilk üçü ile birlikte Bowie’nin son kaydı “Blackstar”a da katkıda bulunan McCaslin, o albümden esinlendiğini söylediği “Beyond Now’ı efsane müzisyene adadı.
Berklee School of Music mezunu olan Donny McCaslin, geleneksel caz müziği içinde kendini geliştirse de, onu çok daha ileri bir aşamaya taşıyan, türler arasındaki sınırları aşan, deneysel seslere meraklı bir müzisyen. Kendisinin okuduğu ortaokulda İngilizce öğretmenliği yapan babası, aynı zamanda bir caz müzisyeniymiş. Bu sayede 12 yaşında babasının grubuna katılıp, lise döneminde kendi grubunu kurmuş ve üç yıl arka arkaya Monterey Caz Festivali’nde çalacak kadar başarı göstermiş. Günümüzde kendi adını taşıyan dörtlüsü ve solo çalışmalarını bir arada yürütüp, çeşitli işbirlikleri yapmayı sürdürüyor. Belki birçok kişi adını Bowie ile çalıştığı zaman duydu ama Donny McCaslin, bugün caz müziğinde doğaçlamanın en yaratıcı isimlerinden birisi.
Geçen yıl New York’ta canlı dinleme fırsatı bulduğum Donny McCaslin Quartet performansı, öylesine ufuk açıcıydı ki, İstanbul Caz Festivali’ndeki konseri sabırsızlıkla bekliyorum. Bu arada beklerken kendisi ile bir söyleşi yapma olanağı da buldum. Verdiği yanıtların da ortaya koyduğu gibi, çok parlak bir yetenek olsa da, kişilik olarak son derece mütevazı ve kendini sürekli ilerlemeye adamış bir müzisyen McCaslin. Bilgi olarak şunu da yazayım; İstanbul’da bu dörtlü sahnede olacak: Donny McCaslin (saksofon), Jason Lindner (klavye), Nate Wood (davul), Jonathan Maron (bas).
“Doğaçlama benim için katartik bir yol”
Müzikle iç içe bir ortamda büyüdüğünüzü biliyorum. Daha çocukken bu alanda önemli başarılar elde ettiniz. Bugün 50 yaşında hem dünyanın en yaratıcı caz saksofoncularından birisi olarak tanınıyorsunuz, hem de kendi adınızı taşıyan grubunuzun liderliğini başarıyla sürdürüyorsunuz. Dışarıdan bakınca bizim için çok etkileyici bir yolculuk ama sizin için nasıldı?
Beni annem büyüttü, babamı haftada bir görürdüm. California, Santa Cruz’da bir caz müzisyeni babam. Onunla kaldığım günlerde konserlerinde zaman geçirir, vibrafonunu, Wurlitzer piyanosunu ve kullandığı diğer enstrümanları kurup hazırlardım. Kendi başıma zaman geçirmek için çok küçük olduğum dönemde, grup öğlen 12‘den akşamüstü 5 ya da 6’ya kadar çalıştığı sırada, ben de tüm gün sahnede bir sandalyenin üzerinde otururdum. Yaşım biraz büyüdüğünde, grubun çaldığı alışveriş merkezinde kendi kendime dolaşmaya başlamıştım ama saksofon çalmaya başlayana kadar çoğu zaman sadece onları dinledim. Bir noktada babamın grubuyla çalmaya başladım ve bu sayede çok deneyim kazandım. Daima daha fazlasını öğrenip daha çok şey yapmaya ve ilerlemeye merakım vardı. Doğaçlama yapmak, bana hikayemi müzik aracılığıyla anlatma olanağını tanıdı. Kaotik ve istikrarsız ortamda yaşadığım sırada, genç yaşta yakaladığım bir anlatım şekliydi. Doğaçlama, benim için katartik bir yol ve bunu yapabildiğim için müteşekkir bir şekilde bu yola devam ediyorum.
Saksofon çalmaya karar vermenizi sağlayan temel neden neydi? Bu enstrümanla ilişkinizi nasıl nitelersiniz?
O sırada 12 yaşında ortaokuldaydım. En iyi arkadaşım öğrencilerden oluşan orkestrada çalıyordu. Onunla beraber olmak için sınıf değiştirmiştim. Babam ne çalmak istediğimi sorunca düşünmeden tenor saksofon dedim. Böyle başladı. Enstrümanımla ilişkim, bir tür kendini adama ilişkisi. Enstrümanım konusunda özgür hissetmek için aşmak zorunda kaldığım her tür engel, kendimden kaynaklandı; daha çok kendime karşı mücadele ettim.
Hedef, daima ilerleme kaydetmek
Geleneksel caz ekolünden gelen bir geçmişiniz var ama onun dışında birçok şey yaptınız. Doğaçlama sayesinde cazda yeni sesler yaratmayı sevdiğiniz açık. “Değişim” sizin müziğiniz için anahtar sözcük olabilir mi? Beste yaptığınızda daima odaklandığınız, müziğinizin olmazsa olmazı nedir?
Çalışmalarımda daima ilerleme kaydetmeye odaklanıyorum ama değişim anahtar sözcük mü emin değilim. Kendimi hep rahat olduğum alandan çıkmaya zorladım. Bu şekilde kendimi zorladığımda farklı seslerle buluştum. Albümlerimin çoğunun prodüktörlüğünü üstlenen David Binney ile bu konuda uzun uzun konuştuk ve sanırım çalışmalarımızda her zaman yer alan ana unsurlardan birisi bu.
Müzik konusunda akademik bir geçmişiniz var. O nedenle size şunu sormak istiyorum. Brian Eno, “Müzik konusunda az bilgi sahibi olmanın en ilginç yanlarından birisi, bazen şaşırtıcı sonuçlar elde etmeniz. Bu sayede o konuda bilginiz fazla olduğunda varamayacağınız yerlere varabiliyorsunuz,” demişti. Müzik eğitimi ile müzik yazıp icra etmek arasındaki ilişki konusunda sizin görüşünüz ne?
Bence müzik eğitimi müzik yazımını besleyebileceği gibi köstekleyebilir de. Müziği yapanın kimliği ve süreç açısından neyin o kişi için en iyisi olduğu ile ilgili bir durum bu. Benim durumumda eğitim yardımcıydı ama söz konusu eğitim farklı şekillerde gerçekleşti. Bilgilerimin büyük kısmını, diğer müzisyenlere soru sorarak ya da bana ilham veren müzikleri kendi kendime çalışarak edindim. Üniversitede bestecilik üzerine daha derin çalışmayı isterdim ama enstrüman çalmaya o kadar kendimi kaptırmıştım ki ona vakit ayıramadım.
Birçok sanatçı, belli bir öğrenme sürecinin ardından, kendi özgün dilini öncelikle ilham aldığı diğer sanatçılara öykünerek ve daha iyisini yapmaya çalışarak buluyor. Sizin için bu süreç nasıl gelişti? Bir sanatçı olarak kendi tarzınızı nasıl yarattınız?
Bu söylediğiniz süreçle genel anlamda hemfikirim. Ben de kesinlikle kendi kahramanlarıma benzemeye çalışarak büyüdüm. Charlie Parker, John Coltrane, Sonny Stitt, Joe Henderson, Sonny Rollins, Michael Brecker, Wayne Shorter, Dave Liebman, Freddie Hubbard ve diğer pek çok isim geliyor aklıma. Mevcut dil ve geleneği içselleştirmek ve bunları kendi özgün dilinizi geliştirirken dengelemek önemli. Ben her ikisini de aynı anda yapmaya çalıştım ama bazen birini geliştirmek için diğerini görmezden geldiğim de oldu. Özgün ve ilginç olduğunu hissettiğim ve bana hitap eden şeyler bulduğumda onları geliştirmek için uğraştım. Bu, ilham nereden gelirse gelsin ona açık olmak ve bu sizi nereye götürürse ona eşlik etmekle ilgili. Yaptığınız her çalışmanın ayrı bir dinamiği var. Ben, genel olarak kendimi müziğe bırakıp, onun beni istediği yere çekmesine izin veririm.
“Özgürlük, bilgi ve deneyime dayalı olarak gelişir”
O zaman şunu sorayım. Yann Tiersen, müzikal anarşiye dair bakış açısını şöyle açıklıyor. “Rastgele kullanabileceğimiz devasa bir ses dünyasında hiçbir kural olmadan yaşayalım. Aynı punk’un yaptığı gibi, tüm bilgilerimizi ve enstrüman çalma yeteneklerimizi unutup sadece içgüdülerimizi kullanalım.” Geleneksel cazdan gelen ama onun ötesinde arayışlar içine giren bir müzisyen olarak sizin buna yaklaşımınız ne?
Bu yaklaşımı takdir ediyorum ama müziğin ilgi çekmeye devam etmesi için bunun bilgiye dayanması gerekli. Bu bilgi, özgür olmak adına isteyerek unutulabilir ve insan kendisini tamamen o anın akışına bırakabilir. Ama o durumda bile hâlâ ne yöne gideceğinize dair sizi besler. Ben özgürlüğün bilgi ve deneyime dayalı olarak geliştiğini düşünüyorum.
Geçen sene New York’ta, The Jazz Standard’da Donny McCaslin Quartet’i ilk kez canlı dinledim. Bugüne kadar deneyimlediğim en güzel canlı performanslardan biriydi. O konserde Aphex Twin ve David Bowie cover’larınızı da ilk kez duydum. Müthiş bir caz, elektronika ve rock füzyonuydu; müzik türlerini aşan bir kusursuzluk vardı. Bana bu açıdan Radiohead’in “Kid A” albümünü hatırlatmıştı. Elektronik müziğe ilginiz ne zaman başladı?
Teşekkür ederim! “Perpetual Motion” adlı albümümün turnesi sırasında elektronik müziğe daha fazla ilgi duymaya başladım. Altı yedi yıl öncesine kadar bu alana özel bir ilgim yoktu. O sıradan David Binney, dinlemem için bana bazı parçalar göndermişti. Tim Lefevbre ve Mark Guiliana’ya ne dinlediklerini ve nelerden ilham aldıklarını sormuştum. Bazı elektronik müzik parçalarında duyduğum atmosferik sesler beni etkiliyor. Hayal gücünü tetikleyen bir yanı var ve bu yaratıcılığı besliyor, ilgimi çekiyor.
Maria Schnedier’ın Bowie’ye McCaslin Önerisi
David Bowie ile son albümü “Blackstar”da birlikte çalışma şansına sahip oldunuz. Albüm kayıt sürecine dair bazı bilgiler okudum medyada ama sizce bu şansı ne yarattı? Doğru zaman mı, doğru yer mi, doğru insanlar mı, yoksa sadece müziğiniz mi?
David’le olan bağlantımın nasıl ortaya çıktığını soruyorsunuz sanıyorum. Oyuncu Maria Schneider, David’e benimle ve grubumla işbirliği yapmasını önermiş. Ona “Casting Gravity” adlı kaydımı dinletmiş. Ondan sonrasında işler gelişti. Bowie’nin müziği çok farklı etkileri içeriyordu ve biz grup olarak bunu iyi yansıtabildik.
Bu durumda yaptığınız müzik ve doğru insanlar bu şansı yaratmış diyebiliriz. Bazıları size “David Bowie”nin David Bowie’si” diyor. Sizin buna tepkiniz ne?
David ile ilişkilendirilmek bir onurdur.
Onunla çalışırken, grupla çalışmalarınıza kıyasla, daha fazla deneyim yapma fırsatı elde ettiniz mi?
Pek değil aslında. Biz grupla her zaman keşif ve deneyselliğe çok zaman ayırırız. Ama David’in müziğinin derinliğine dalmak ve onun yazım sürecine bir pencere açmak, gerçekten çok ilham vericiydi.
Grammy Ödüllerine Blackstar Tepkisi
Yeni albümünüz “Beyond Now”da Bowie’nin “Warszawa” ve “A Small Plot of Land” adlı şarkılarının da cover’ları var. “A Small Plot of Land”, en sevdiğim müzisyenin en sevdiğim şarkısı. Açıkçası onu da cover’layacağınızı duyduğumda biraz endişe duyduğumu belirtmeliyim ama sonuç çok iyi oldu. Bence oldukça cesaretli bir seçim. Çünkü o şarkıda, özellikle Basquitat versiyonunda, Bowie’nin sesi, kusursuz ve görkemli. Sizin versiyonunuzda vokalist Jeff Taylor oldukça güzel yorumladı. Sizin başta endişeniz var mıydı?
Çok teşekkür ederim. Basquitat versiyonu müthiş değil mi! Mike Garson’ın Twitter’da paylaştığı, New York’ta bir konserden alınan kaydı da dinledim. O şarkıda ne yaptığımızı gördügümden cover konusunda bir endişem olmadı ama çok heyecanlıydım. O şarkının çok farklı yönlere gidebilecek bir yapısı var. David Binney, prodüksiyonda muhteşem bir iş çıkardı ve Jeff harika söyledi.
Gelecekte yeni cover’lar yapmayı düşünüyor musunuz? Cover’lamak istediğiniz şarkıda ne gibi özellikler arıyorsunuz?
Evet, yeni cover’lar olacak. Yaptığımız müziğe uygun olacağını hissettiğim şarkıları cover için düşünürüm.
Bu yıl Grammy ödüllerinde Bowie’ye verilen “En İyi Rock Performansı Ödülü”nü onun adına siz aldınız. Ama bence “Blackstar” birçok önemli kategoriden dışlanmıştı. Bowie’nin yaşarken hiç Grammy’e değer bulunmaması ve ilk Grammy ödülünün ölümünden sonraki yıl verilmesi sizce de utanılacak bir durum değil mi?
Evet, bence de öyle... Önemli kategorilerde “Blackstar”a nasıl yer verilmediğini, sanatsal bakış açısından hiç anlamıyorum.