26 Ocak 2017 Perşembe

VEGAN LOGIC - OCAK 2017 EN İYİ KAYITLAR SEÇKİSİ - 25.1.2017


26.1.2017


1- Multicast Dynamics - Viewpoint
2- Anthony Child - 5000 Spirits
3- Burnt Friedman - Day In Rho
4- Ulrich Schnauss & Jonas Munk - Anywhere but here
5- Edward Ka-Spel - Sepia
6- Oto Hiax - Creeks
7- Max Richter - Mrs Dalloway, In The Garden
8- David Bowie - When I Met You
9- Nine Inch Nails - Dear World,
10- Piano Magic - Attention To Life
11- Richard Pinhas - Dronz 2 - End

20 Ocak 2017 Cuma

VEGAN LOGIC - 2010'LARDA POST-PUNK - 18.1.2017



20.1.2017

2010'larda kurulup post-punk çatısı altında darkwave / coldwave / synthwave odaklı müzik yapan gruplardan bir seçki. Açıkradyo'da bu hafta yayınlanan programın kaydı.

1- Bleib Modern - Pain
2- Bleib Modern - Wintermood
3- Bleib Modern - Forest
4- Soft Kill - Wake Up
5- Buzz Kull - Dreams
6- Double Echo - Darkroom
7- Pleasure Symbols - Ultraviolence
8- Pleasure Symbols - Control
9- Minuit Machine - Relapse
10- Minuit Machine - Black is My Anger
11- Forever Grey - Lost in a Moment
12- Forever Grey - Love Is Temporary

14 Ocak 2017 Cumartesi

KEIJI HAINO: BEN ZAMANI KESEN BİR SAMURAYIM!


14.1.2016

Japon müzisyen Keiji Haino’nun 1970’lerde Japon saykedelik yeraltı sahnesinde başlayan sıradışı müzik yolculuğu, onu günümüz deneysel müziğin en gizemli sanatçılarından birisi haline getirdi. Bir zamanlar oyuncu olmayı düşünerek tiyatro ve Japon Butoh dansı ile ilgilenen Haino, Fransız avangart şair ve aktör Antonin Artaud’nun radikal düşüncelerinden etkilendiği yıllarda The Doors’un vokalisti Jim Morrison’dan aldığı ilhamla rock müziğe yönelen çok yönlü bir kişilik. İlk grubu Lost Aaraaff, Edgar Allan Poe’nun bir şiirinden esinlenerek 1970’te kurduğu bir emprovize rock grubu. 70’lerin ortasında saykedelik multienstrümantalist Magic Power Mako ile yaptığı işbirliğinden sonra 1978’de Fushitsusha adlı rock grubunu hayata geçirdi. Bugüne kadar aralarında Aihiyo, Vajra ve Black Stage’in de da olduğu çok sayıda yeni oluşum yarattı. Bunlarla da kalmayıp katartik ses keşiflerini solo projeleri ile sürdürdü; rock ve deneysel müzik sahnesinde çok sayıda ünlü müzisyenle işbirliği yaptı.

Japonya Ulusal Yayın Kurumu NHK, 1973-2013 arasında tam 40 yıl, Keiji Haino’nun “radikal” yaklaşımları nedeniyle müziğinin yayınlanmasını yasakladı. “Radikal” gördükleri neydi diye merak eden olursa, Haino’nun 46 yıl boyunca gerçekleştirdiği 100’den fazla kaydı dinlediğinizde, amacının, daima sınırları yıkarak müziği geliştirmek ve böylelikle farklı olanı keşfetmek olduğunu görüyorsunuz. Hayatı boyunca otoriteyi sorgulamış ve kendi yolunu çizmiş bir sanatçı. Gerek kayıtlarında gerekse sahne performanslarında müziğine yön veren felsefi duruşu algılamadan onun müziğini anlamak da olanaklı değil. Hiç çıkarmadığı siyah camlı gözlüğü, simsiyah kıyafetleri ve grileşmiş uzun saçlarıyla sahnede adeta başka bir dünyanın müziğini icra eden bir mesih gibi. 2014’te Big Ears Festival’da canlı dinlediğimde nasıl tanımlayacağımı bilememiştim. Bo Ningen elemanları gibi, konserden aşırı etkilenip ağlama krizine girenler vardı.

Böylesine kendine özgü bir müzisyenle karşılaşınca insanın aklında bir sürü soru dolaşmaya başlıyor. Bu soruları geçen hafta sonu kendisine doğrudan sorma olanağım oldu. Çünkü Keiji Haino, ülkemizin başarılı free jazz kolektifi KonstruKt ile birlikte vereceği bir konser için İstanbul’a geldi. Grup, 21 Aralık Çarşamba akşamı Salon’da gerçekleşecek konserden önce, Haino ile ayrıca bir kayıt yapmak üzere anlaşmış. Bu kaydın, gelecek aylarda yurtdışındaki bir plak şirketi tarafından plak formatında yayınlanacak. Ben de bu fırsattan yararlanarak Haino’yu İstanbul’da bulunca röportaj yapabildim. Japonca’dan çeviri yapan yetenekli çevirmenimiz Ela Akalın, KonstruKt’ten Umut Çağlar, ben ve efsane noise bestecisi Keiji Haino, Galata’da bir otelin lobisindeki bir masanın etrafında oturup iki saat geçirdik. Müzik, felsefe ve veganlık üzerine son derece ilginç bir söyleşi oldu.

“KENDİ İSTEDİKLERİ MÜZİĞİ YAPTIKLARI İÇİN KONSTRUK’LE ÇALIYORUM”


Öncelikle KonstruKt ile nasıl tanıştınız? Bu konser projesi nasıl gerçekleşti?

Onlar iletişime geçti, öneri geldi. Benimle müzik yapmayı istedikleri için kabul ettim.

Daha önce birçok farklı müzisyen ve grupla da işbirliği yaptınız. Bunları gerçekleştirirken kriteriniz ne? Neden KonstruKt ile çalmayı ve kayıt yapmayı kabul ettiniz?

Kendi istedikleri gibi mi müzik yapıyorlar, yoksa belli bir çerçeve içinde kalmaya mı çalışıyorlar, buna baktım. Kendi istedikleri müziği yaptıklarını gördüm, ben de öyle bir insanım. Bu nedenle onlarla çalışmak istedim. Ben caz müzisyeni de değilim, doğaçlama yapan biri de değilim. Bu yüzden yanlış yorumlandığım durumlar çok oluyor.

Ses yaratımına dair özgün bir yaklaşımınız var. Sizi ses illüstratörü yani seslerle tasarım yapan bir müzisyen olarak tanımlamak doğru olur mu?

Beni tanımlayan bir ifade değil o. Karşı tarafın benim ne olduğuma dair fikri, olumsuz anlaşılmasın ama, beni pek ilgilendirmiyor. Ben bir gruba katılıp onlarla birlikte müzik yaparsam katalizör olabilirim. Müzik ve müzikal herhangi bir şeyi bir araya getiren bir insan pozisyonundayım.

Lost Aaraaff’tayken dinleyici kitlesi ile herhangi bir etkileşimde olmak istemediğinizi söylemiştiniz. Daha sonra okuduğum bir röportajınızda, müziğim insanlar üzerinde terapi etkisi yaratırsa mutlu olurum dediniz. Dinleyici ile kurulan bu birlik duygusu ile ne zaman ilgilenmeye başladınız? Bir değişim mi oldu yaklaşımınızda yoksa ben mi öyle algıladım?

Neden müzik yaptığımı dinletmek istedim. Önceleri çok yıkıcı ve negatif anlamda yaklaşıyordum. İsyankar, terörize eden bir yaklaşımım vardı; silahım yoktu elbette, sadece şarkı söylüyordum. Sahnede neden böyle dikilip duruyorum diye düşünmeye başladığımda, o anda beni dinlemelerini istedim. Önceleri sadece bir merkez ve onun ortadasında bir diken vardı. Şimdi büyüdüm ve çok genişledim. Eğer merkezde kalırsam o dikenin acısını hissederim ama çok genişlediğimde onu anlamam ve başka kimse de anlamaz. Şimdi ne pozitifim ne de negatif; sadece kuşkucuyum. Bu da belli bir yanıtın olmaması, sürekli düşünme halidir.


“SAHNEDEYKEN ARKADAKİ GÖZÜMLE HER ŞEYİ GÖRÜYORUM”


Çoğu müzisyen sahnedeki enerjisini dinleyici kitlesinin verdiği tepkilerden alıyor ve performansları sırasında ne yapacaklarına bunları göz önüne alarak karar verebiliyor. Oysa siz sahnedeyken dinleyici kitlesi ile gözle görülen şekilde iletişim kurmuyorsunuz, dinleyicilerle ilgili görünmüyorsunuz. Ama ben merak ediyorum; konser sırasında salondaki enerji ya da ortak suh size yansıyor mu, ne şekilde yansıyor?

Göz göze gelmek anlamında insanlara bakmıyor olabilirim ama arkadaki gözümle görüyorum yani hissediyorum onları. Bir şeye tepki vermek benim için çok geç kalınmış bir durumdur. Emprovizasyon kelimesini hiç sevmem. Çünkü o zamana bırakılmış bir şey. Bizim yapmamız gereken, zaman çok yavaş bir şey olduğundan, bilinçlenerek zamanın ötesine geçmek; yani bilincimizi yükseltmek. Evet, ben ne kimseye ne de etrafıma bakıyorum ama orada olan herhangi bir şeyi ilk önce ben hissederim. Bunu çok net olarak söyleyebilirim.

Benim gözlemime göre sahnedeki enerjinizi bedeninizi bir anlamda feda ederek, kendinizi tamamen ortaya koyarak buluyorsunuz. Böylesine güçlü bir müziği çok  etkili bir yöntemle icra ederken ve performans sonrasında bedeninizde geçirdiğiniz fiziksel ve ruhsal dönüşümleri merak ediyorum.

Masaj istiyorum, masaj istiyorum! (Gülüşmeler) Performanstan sonra bir günlük yaşantıma dönmem çok zor oluyor. Ancak kedime dokunduğum zaman uyanıyorum. Kendi evrenime gittiğim için buraya tekrar kendimi döndürmem zor oluyor. Her konserden sonra bu sefer nereye kadar gittim diye bakıp keyif alıyorum. Kedime yemek vermem gerektiği için geri dönebiliyorum. Bu açıdan kedilere minnet duyulmalı! Gerçekten kedi ile bir etkileşimim olmazsa o aşamada her yere gidebilirim. Herhangi bir zamanda istediğim yere gidebilirim.


JOHN CAGE’E 4’33’’ YANITI


Sanatçı ve yazar Salomé Voegel’in “Listening to Noise and Silence: Towards a Philosophy of Sound” adlı kitabında şöyle bir ifade var: “Duyulacak hiçbir şey olmadığında çok şey duyulmaya başlar. Sessizlik, sesin yokluğu değil, dinlemenin başlamasıdır.” Bu konudaki yorumunuzu öğrenmek isterim. Sessizliğin tüm dinleme süreci üzerindeki etkisini siz nasıl görüyorsunuz?

Buradan benim anladığıma göre, herhangi belirli bir şey dinlemediğiniz zaman evrenden bir sürü şey duymaya başlarsınız. Bana göre bu bir nosyon, bir düşüncedir sadece. Budizm’de olan bir durumdur. Fakat bu, bir tek meditasyonu tam anlamıyla yapabilen insanların algılayabileceği bir şeydir. Ben bunu yazanların sadece kitaptan okuyarak bir fikir olarak ortaya attıklarını düşünüyorum. Söz konusu sanatçıyı tanımıyorum ama bunları fikir olarak dile getirdiğini düşünüyorum. Geçen yıl Tokyo’da John Cage’in 4’33’’ adlı bestesine son yanıtı verdim. (Yazarın notu: “Dört dakika otuz üç saniyelik sessizlik” olarak algılansa da süresi boyunca dinleyicisinin çevreden aldığı seslerden oluşan ve John Cage’in sessizlik olmadığına kanıt olarak sunduğu eser.) “Miracle” adlı bestem için bir piyano üzerinde 88 kişinin sadece bir kere tek bir parmağını kullandığı bir performans yaptık. Piyanonun kenarlarına bir platform inşa edildi. Bazılarının yukardan uzanıp tuşa basmaları gerekti. Yapılması çok zor bir şeydi. Herkes tek bir parmakla aynı anda tek bir tuşa basmak zorundaydı. Bu performans aracılığıyla böyle bir şey olmadığını kanıtladım. Müzik hakkında sadece fikir olsun diye ortaya atılan şeyleri sevmiyorum. Bir saniyenin onda birini tutsan bile onun sonrası da var. Bu üç tane olursa doğal olarak ritim haline geliyor. Böyle fikirsel düzeyde bir şey söyleseniz de bundan müzik oluşmaz. Eğer o yazar benimle röportaj yapacak olsa, tahminimce onları söylediği için burada benden özür dilerdi.



Japon “ma” konseptini kullanan bir sanatçısınız. Bu, kelime anlamıyla “durma”, “duraklama” anlamına geliyor. Müzikte, notalar arasındaki boşluklara dayanan bir konsept söz konusu. Sessizlik ile bunun arasında fark olmalı.

Bu açıklaması zor bir konu. Bunu kelime olarak değil ama kavram olarak anlarsanız, benim “ma” konseptimi de anlama olanağınız var. Aslında çok zor değil; farkına varmakla ilgili. Şimdi ben konuşurken, siz anladığınızı göstermek için “evet” diyerek başınızı sallıyorsunuz. Benim burada parmağımla masaya vurmama denk gelir bu. Bir sonraki “evet” kelimesine giderken daha da aşağıya düşmüyor başınız; tekrar yukarı kalkıyor, yine eski haline dönüyor. Benim düşünce şeklim şu: Parmağımı koyduğum noktaya yaklaşıp oradan ne kadar uzağa gidebilirim onu görmek. Ondan sonra olduğum yerden daha aşağıya da gidebilirim. Gitarı çalarken, geleneksel Japon enstrümanı “shamisen” gibi ses çıkardığımda bilincimin aşağısına da iniyorum; yani sadece yukarı çıkıp evrene yayılmıyorum, aşağıya da iniyorum. İnsanlar benim müziğimi çok gürültülü, çok yüksek sesli olarak düşünüyor. Çünkü sadece gitarın tellerine dokunulduğunda çalındığını zannediyorlar. Benim müziğimde ise bulunulan noktadan aşağı inmem ve yukarı çıkmam söz konusu; çünkü dinamik aralık çok yüksek. Benim bilincimi hissedebilirlerse bunun büyüklüğünü anlayabilirler. 40 sene boyunca gitar çaldım, çok yüksek sesli müzik yaptım. Neden kulağımda bir sorun olmadığı çok sorulur. Yapmak istediğim şey, çok yüksek ses elde etmek olduğundan 10 tane amplifikatör bile kullansam yetmez. Özel olarak şimdi burada bir şey söylemek istiyorum. (Yazarın notu: O anda ellerini kayıt cihazlarına kapatarak kayıt dışı kalması istediğini belli ettiğinden söylediği isimleri yazmıyorum ama sanırım müzikle ilgili olanlar bu isimleri tahmin edebilir.) Herkes bu isimlerin gürültülü müzikleri ile ünlü olduğunu söylese de, bu sadece kullandıkları sistemden kaynaklanıyor. O benim için yüksek sesli müzik olmuyor. Çünkü dinamik aralığı yok. O yüksek sesi çıkaramadıklarını kendileri de biliyor. Bu nedenle amplifikatörü yükseltiyorlar. Ben yüksek sesin sadece amplifikatörle yaratılabileceği düşüncesinin dışına çıkıp bunun boşlukla yaratılabileceğini de göstermek istiyorum. İstediğim her sesi çıkarabilirim ama zaman bize hükmediyor. Müzik dediğiniz şey aslında zamanı durdurur. Ben zamanı kesen bir samurayım! (Gülüşmeler)

“SAHNEDE ÖZNE OLURSA FAŞİZM OLUR”


Şarkı söylediğinizde kendi benliğinizi ortaya koyuyorsunuz, herhangi bir şov yok ortada. Ses ve titreşim aracılığı ile iletişim kuruyorsunuz. Bu öğrenilebilir mi, yoksa doğal bir yetenek mi?

Bunun açıklaması da zor. Evet, ben gitarist değil, öncelikle şarkıcıyım. Burada dört kişiyiz değil mi? Aramızda en çok söyleyeceği söz olan şarkı söyler. Verilmek istenen bir mesaj vardır çünkü. Ama müzisyenler iletişim kurarken, bir grup insanın önünde bir şeyler yapılıyor olması söz konusu. Özellikle karşınızda sizi izleyen insanların olduğunu fark edip, bunun bilincinde olup bir şeyler yapmak, normal iletişim kurmayla çok farklı. Bu performansa giriyor. Performans öz benliği filtreleyen bir durum. Soru şu: Dinleyiciler tarafından melek mi yoksa şeytan olarak mı görülmek istiyorum? Ben ikisi de olabilirim.

Performanslarınızın ritüel yönü de çok fazla. Bu melek-şeytan seçimi içgüdüsel olarak mı belirleniyor?

Her zaman söylerim; İsa’yı seviyorum ama Hıristiyanlık’tan nefret ederim. Buda’yı da severim ama Budizm’i hiç sevmem. İslam ile ilgili çalışmaları bilmediğim için o konuda bir şey diyemiyorum. İnsanları kendim aşırı etkilemekten çok, söylediğimin etki bırakan bir şeye dönüşmesini istiyorum. Rock konserlerinde olduğu gibi herkesin atlayıp zıpladığı bir ortam yaratmaktansa, konser salonunu daha ciddi bir alana dönüştürmeyi amaçlıyorum. Herkesle birlikte bir şey düşünüyorum duygusu yaratmak istediğim için bir ritüel havası oluyor. Orada bir özne olmasını istemiyorum, herkes dikkatini tek bir kişiye yöneltmeden düşünmeli. Sahnede bir özne olursa orada faşizm olur. Burada en önemli olan şey düşünmek.

“VEGANSANIZ ‘MA’ KONSEPTİNİ ANLARSINIZ”


(Bu aşamada yorulduysanız röportajı bitirebiliriz dedim ama kendisi “Çok ciddi bir ortam olsa sıkılabilirdim. Röportajda aklımı da fazla kullandığım için ciddi bir ortam zor olurdu ama burası iyi” dedi. Onun üzerine devam ettik. O arada otel görevlisi kahve ikramı için geldiğinde “Vegan puding var mı?” diye sorunca konu da veganlığa geldi. Zaten bu konuda soru sormayı planlıyordum ama kendiliğinden açılmış oldu.)

Ben hayvan özgürlüğünden yana olan bir etik veganım. Ama bazı insanların sağlık, çevre duyarlılığı gibi farklı vegan olma nedenleri var. Sizin veganlığı seçmenizin ardındaki felsefi yaklaşım ne?

Vegansanız “ma”yı siz anlarsınız. Mesela yerde bir böcek yürüyor; vegan olmayan bir insan onun üzerine basar öldürür. İnsan yaratılış olarak bunu yapmaya eğilimlidir. Ama vegan olduğunuzda orada durursunuz, böceğin üzerine basmassınız; işte bu “ma”dır. İnsanlar ses çıkarırken, vurmazsam ses çıkmaz diye düşünür. Mesela Japon dövüş sanatı Kendo’da bir sporcu, sopayı ya da kılıcı bir kağıt inceliğindeki mesafede durdurabilir. Bu daha çok güç gerektirir; fiziksel anlamda bir güç değil söz ettiğim ama daha zor başarılan bir şeydir. Kılıç ustası seni öldürmez; kılıcı getirir tam boğazına dayar. Ama bu öldürmesinden çok daha etkilidir; aklın uçar, iptal olursun. Orada ölüm, fiziksel olarak yok olmak değildir, yaşadığın korkudur. Gerçekten Budist olanlar karşısındakine dokunmadan, enerji göndererek onu devirebilir. Bazen havaalanlarında güvenlik görevlilerine yapıyorum bunu. (Gülüşmeler) Dokunursan zarar verirsin, yaralanır; böyle yapınca yaralanma da olmuyor. Ben yürürken insanlar kenarlara çekiliyor bu nedenle. Ama çok hassas olan insanlar bunu algılıyor. Ben kimlerin hassas olduğunu da anlayabiliyorum. Kendi zamanımı yaratıp onun içinde yaşayabildiğim için samuray olduğumu düşünüyorum. Bu röportajın en önemli noktası, bir kılıcın bir kağıtlık mesafede durdurulması. Ama esas söylemek istediğim şey, insanda kendisinden farklı olan bir şeyi yok etme güdüsü var. Daha çok ne yapacağını bilmediğinde ortaya çıkıyor bu.

Bu durumda vegan olmanızın gerisindeki felsefe bu düşünceden mi kaynaklanıyor?

Farklı nedenlerin hepsi işin içinde. Şu anda konuşurken veganım diyorum ama başka zamanlarda bunu özellikle belirtmiyorum. Şu nedenden dolayı veganım demiyorum. Çünkü kendimi belirlemeyi sevmiyorum. Bir şey hakkında “bu iyidir” demeyi istemiyorum. Buna dikkat etmezsem, o söylediğim şey iyi olmasa bile ben herkese bunu söylemiş olurum. “Neden et yemiyorsun?” diye soranlara, ben de “Sen niye yiyorsun?” diyorum. Ben sadece Keiji Haino olarak, ben olarak iyiyim; onu ayrıca tanımlamak istemiyorum. Bunu dışarıya söylersem bilmeden bir belirleyici alan oluştururum. Örneğin burada dört kişiyiz. Ben bir şeye iyi diyorum, üç kişi de onun iyi olduğunu düşünüyor ama bir kişi aynı fikirde değil. Ben illa “bu iyi” dersem, o zaman tek kalan kişi de iyi demek zorunda kalır. Faşizm tehlikesi belirir. Ben veganım. Bunu seviyorum. O kadar. Özellikle söylememe gerek yok. Herkes 64 yaşında neden bu kadar sağlıklı olduğumu araştırmaya başladığında, benim sigara ve içki içmediğimi, herhangi bir madde kullanmadığımı ve vegan olduğumu görüyor. Çevremdeki insanlara örnek oluyorum. Bu yeterli.

Ben vegan aktivistim. Bunun iyi bir şey olduğunu söylüyorum insanlara. O zaman faşizm mi söz oluyor?

Öyle demem ama tehlikeli bir durum. Birisi bir şey doğru diyorsa, onun karşılığında mutlaka başka birisi de doğru değil der. Hayvansever gruplar kürke karşı. Ama Laponya’da yaşayanlar kürk üretemediklerinden tüm işleri bitti. Karın içinde yaşıyorlar. Başka yapacak işleri yok. İnsanlar farklı yerlerde hayat sürdürüyor. Moğolistan’da sebze yetişmediğinden orada vejetaryen olmak çok pahalı. Ancak çok zengin olup, başka yerlerden tohum alarak bahçende yetiştireceksin...

Ama bunlar çok aşırı örnekler. Şu anda Amerika’da ya da İstanbul’da, endüstrileşmiş ülkelerde yaşayan milyonlarca insan markete gittiğinde binlerce seçenek var.

Ben yine de bir şeye doğru denmesini iyi bulmuyorum. Ben bunu seviyorum deseniz daha iyi olmaz mı? Birisi sorduğunda espri olarak siz de karşılık verirsiniz ama neden et yiyorsunuz diye sormaya gerek yok. Çok önemli bir konuşma oldu bu. Biraz önce özneden söz ettiğimde de bunu anlatıyordum. İnsanlar herhangi bir şeyin doğru olup olmadığına karar vermemeli.

“BİLMEDİĞİM BİR MÜZİĞİ DUYDUĞUMDA MUTLU OLUYORUM”


Çocuk tecavüzü yanlıştır diyoruz mesela. Bunu söylememeli miyiz?

Bazı şeyler tartışma dışıdır.

Benim için de hayvan konusu öyle. Çünkü türcülüğü reddediyorum, yaşam hakkını savunuyorum.

Şu anda mücadele ediyoruz. Bana göre gelecekte öyle olacak zaten. Benim şarkılarımın isimleri özneden yoksundur. Neden derseniz; ben diye başlayan cümleleri sevmiyorum. Bu fark ediliyor mu bilmiyorum ama belirleyici olmak istemiyorum.

Bu konuda aynı fikirde değiliz ama yaklaşımınızı anladım. Son olarak, insanların daha az konuştuğu ya da temel olarak müzikle anlaştığı bir dünya hayal etmenizi istiyorum. Kendi müziğiniz dışında nasıl bir müzikle geçen bir gün sizin için mükemmel olurdu?

Her zaman hiç bilmediğim bir müziği duyduğumda çok mutlu oluyorum. Ama bunu söylerken hiç var olmayan bir müzikten söz etmiyorum. Mesela burada benim dışımdaki üç kişinin sevdiği müziklerin CD’sini alıp dinlersem mutlu olurum. Dinlemediğim herhangi bir müziği tercih ederim.


(Bu röportaj ilk olarak Red Bull Music'te yayınlandı. http://www.redbull.com/tr/tr/music/stories/1331835643548/keiji-haino-ile-ozel-roportaj)


12 Ocak 2017 Perşembe

VEGAN LOGIC - KIŞA MERHABA 2017


12.1.2017


1- Dmitriy Morozov - Not Intro
2- Amir Baghiri & Mathias Grassow - At tte Waterfall
3- Mica Levi & Oliver Coates - Barok Main
4- Gustavo Santaolalla - Thin Ice
5- Jane Weaver w/ Demdike Stare - Europium Alluminate
6- Jozef van Wissem - You Can’t Remain Here
7- En - Dead Ringer
8- Circular Ruins - Sudden
9- Cio D’Or - Now And Then
10- Lars Lundehave Hansen - Breach
11- Eraas - Looking Glass/Pettibon
12- Burial - Young Death
13-  Ø (Mika Vainio) - Tuulessa/In Wind 
14- Clint Mansell - Waves Crashing On Distant Shores of Time

7 Ocak 2017 Cumartesi

VEGAN LOGIC - 2016 EN İYİ ORİJİNAL FİLM MÜZİKLERİ


7.1.2017

Her yıl olduğu gibi, Yıllık Müzik Değerlendirmesi kapsamında 2016 için de “Yılın En İyi Film Müzikleri” kategorisini gözden geçirdim. Yıl boyunca yayınlanan orijinal film müziklerini değerlendirdiğimde aşağıdaki seçki oluştu. Bu listeyi yaparken farklı sanatçıların müziklerini bir araya getiren soundtrack albümleri değil; bir sinema filmi, belgesel ya da TV dizisi için özel olarak bestelenen orijinal film müziklerini yani “film score” denilen kategoriyi ele aldım.

Listedeki film müziklerini kendi aralarında bir sıralamaya tabi tutmadım; yüzlerce film müziği arasından sıyrılarak öne çıkanları bir araya getirdim. Bunlar arasında, dikkat çekici bir şekilde, psikolojik dram, gerilim ve korku filmlerinin ağırlığı olduğunun farkındayım. Sanırım dehşet, gerilim ve korku gibi duyguların müzikte son derece etkileyici yansımalar doğurduğundan olsa gerek.

Scott Walker - The Childhood of a Leader

Brady Corbet’nin Sartre’ın aynı adlı kısa öyküsünden sinemaya uyarladığı The Childhood of a Leader filminin müziği, besteci, şarkı yazarı ve prodüktör Scott Walker’ın yaratıcı dehasının yeni bir örneği. Varlıklı bir aile ortamında doğup büyüyen faşist bir liderin geçirdiği mutsuz çocukluğu konu alan film, faşizmin kökenlerine dair ilginç gözlemleri de içeriyor. Psikolojik dram türüne uygun olarak orkestra temelli ve yaylıları öne çıkaran gerilimli bir müzik söz konusu albümde. Scott Walker’ın muhteşem bariton sesini duymuyoruz ama müzik büyük bir güçle benzer bir etki yaratıyor.


Atticus Ross, Leopold Ross, Bobby Krlic - Almost Holy

Ukrayna’daki bir rahibin sokakta yaşayan çocukların ve uyuşturucu bağımlılarının kurtulmasına yardım edişini konu alan Almost Holy, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra ülkeyi saran yoksulluk, yolsuzluk, uyuşturucu bağımlılığı ve çatışma ortamını beyazperdeye taşıyor. Steve Hoover’ın yönettiği belgesel, Atticus Ross, Leopold Ross ve The Haxan Cloak’tan Boby Krlic’in müzikleriyle daha sarsıcı bir hale gelmiş. Atticus Ross’un besteci Nich Chuba ile işbirliği yaptığı Mokhnenko adlı parçanın da çok iyi örneklediği gibi karanlık sokakların ruhu, dark ambient soundu ile çok başarılı yansıtılmış.


Clint Mansell - High Rise

Yılın çok konuşulan filmlerinden High Rise, J. G. Ballard’ın 1975 tarihli aynı adlı romanından Ben Wheatley tarafından sinemaya uyarlandı. Margaret Thatcher’ın yükseliş döneminde genç bir doktorun toplumun geri kalanından soyutlanarak içinde yaşadığı lüks gökdelene tapınmaya başlaması ve sonrasında binada oturanlar arasında gelişen gerilim anlatılıyor. Ballard’ın bilimkurgu, fantastik dramasına besteci Clint Mansell’in yaptığı müzik, garip bir şekilde hem dinler dinlemez insanı ele geçirecek kadar büyüleyici hem de bu hisle uyumsuz bir tedirginlik yaratıyor. Bunu başarmak da büyük yetenek elbette.



Cliff Martinez - The Neon Demon

2014’te TV draması The Knick’in müziği ile listeme giren Cliff Martinez, bu kez Nicholas Winding Refn’in yönettiği psikolojik gerilim filmi The Neon Demon için bestelediği müzikle gündemde. 16 yaşındaki bir kızın Georgia’daki ufak bir kasabadan Los Angeles’a taşınıp modellik yapmaya başlamasıyla yaşadığı rahatsız edici olayları konu alan filmin müzikleri, görseli desteklemekle kalmayıp etkisini artıracak kadar ürpertici. Film müziği yaratırken yönetmen gibi düşünmenin önemini vurgulayan Martinez, bu sayede hem sahnelerdeki melodramı ve espriyi hem de dehşeti yakalamış.



Abel Korzeniowski - Nocturnal Animals

Tom Ford’un yönettiği Nocturnal Animals, sanat galerisi sahibi bir kadının, eski kocasının yazdığı bir romanı gizli bir tehdit simgesi olarak yorumlamasıyla gelişen psikolojik bir gerilim filmi. Filmin müziklerini yaratan besteci Abel Korzeniowski, bir yandan psikolojik bir dram diğer yanda gerilim özelliklerini barındıran film için orkestral ama elektronik öğeleri de işin içine katan ilginç bir film müziği yapmış. İlk yarısı neredeyse müziksiz geçen filmin ilk yarısında kullanılan müzik ise, arka planda kalan değil, izleyiciye kendisini her an hissettiren bir unsur olarak dikkat çekiyor.


Mark Korven - The Witch 

Robert Eggers’a geçen yıl Sundance Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülü kazandıran The Witch, 17. yüzyıl İngilteresi’nde doğaüstü güçlerin işin içine girdiği bir halk efsanesini konu alan bir korku filmi. Filmdeki dehşetin yoğunluğunu artıran temel unsur ise, Mark Korven’ın derin müziği. Kanadalı besteci, elektronik sesleri devre dışı bırakarak sıradışı akustik enstrümanları (örneğin içine su konularak viyolonsel arşesi ile çalınan vurmalı çalgı waterphone gibi) kullanmış. Bu sesler çellonun sınırlarını zorlayan yaylı sesleriyle buluşunca filmde daha tekinsiz bir atmosfer yaratılmasına olanak sağlamış.


Max Richter - The Leftovers

HBO dizisi The Leftovers’ın 2. sezon müziklerinde yetenekli besteci Max Richter’ın imzası var. Bu da bir psikolojik gerilim, fantastik bir dram. Max Richter’in tedirgin bir gidişatı haber veren müziği, klasik enstrümantasyon ile elektronik sesleri buluştururken takdir edilecek bir mükemmelliğe ulaşıyor. Minimalist ambient müziğin içindeki duygu yoğunluğunu yeni katmanlarla artırma konusunda bence en yetkin müzisyenlerden birisi Richter. 2. sezon müziklerinde gitar temalı parçalar olduğu gibi, elektronik odaklı parçalar da var, her ikisini kesiştirenler de. Max Richter’in müziğini çok boyutlu kılan da bu yaklaşımı.


Bobby Johnston - City of Gold

Pulitzer ödüllü yemek eleştirmeni Jonathan Gold’un Los Angeles yiyecek sektöründe kalemiyle yarattığı devrimi konu alan City of Gold’un orijinal film müziği, multienstrümantalist Bobby Johnston tarafından yapılmış. Albümdeki parçalar, Johnston’ın beste yaparken birçok farklı enstrümanı kullanarak keyif aldığını duyumsatıyor. Sanki sokakta duyduğunuz müzikler gibi çeşitli ve renkli bir soundtrack ortaya çıkmış. Çoğu filmde duyduğumuz abartılı ve suni müziğin tersine çok sıcak ve gerçek hayatın içinden bir sound yakalamış.


Brian McComber - Krisha

Trey Edward Shults’ın ilk yönetmenlik denemesiyle iyi bir çıkış yaptığı Krisha’nın müzikleri indie grup Dirty Projectors’ın eski davulcusu Brian McComber’ın eseri. 10 yıl önce terk ettiği ailesinin yanına Şükran Günü dönen ve eski bir bağımlı olan Krisha’nın geçmişle hesaplaşmasını anlatan filme uygun olarak karakterin yaşadığı duygusal çalkantılarla örtüştürülebilecek bir film müziği yapmış McComber. Soundtrack albümde perküsyon seslerine karışan kuş sesleri ile ilginç atmosferler yarattığı “The Woodpecker Pt. 2” gibi ilginç parçalar var.


Nicholas Britell - A Tale of Love and Darkness

İsrailli yazar Amos Oz’un otobiyografik romanı “A Tale of Love and Darkness”dan aynı adla sinemaya uyarlanan film, oyuncu Natalie Portman’ın ilk yönetmenlik denemesi. Filmin müziklerini yapan Nicholas Britell, dramı abartmayan yalın ama güçlü bir soundtrack yaratmış. Elektronik ya da sentetik seslerden arınmış bir sound söz konusu. Caitlin Sullivan çello, Kyle Ambrust keman çalarken, onları yeteneği dozunda bir orkestra soundu ile bir araya getirilmiş. Soundtrack albümde özellikle mezzo soprano Re'ut Ben-Ze'ev’in vokali ile piyanoya eşlik ettiği “Emunah v'Omanut”un duru güzelliği unutulmaz.


Johann Johannsson - Arrival 

Günümüzün yetenekli bestecilerinden Jóhann Jóhannsson, geçen yıl Sicario adlı filmin orijinal müziği ile listemin en tepesindeydi. Bu yıl Çinli Amerikalı yazar Ted Chiang’in kısa öyküsünden sinemaya uyarlanan Arrival’ın müziği ile en iyiler arasında yine iddialı. Jóhannsson, yönetmen Denis Villeneuve ile üçüncü kez işbirliği yaptığı bu filmde, prodüksiyon hazırlık aşamasında senaryoyu okuyup çok etkilenince hemen beste yapmaya başlamış ve film ilerledikçe içine girmiş. Sıradışı vokal kullanımı ile dikkat çeken Kangaru adlı parça, bir filmde duyabileceğimiz en sıradışı müziklerden olabilir. İzlandalı besteci, müziğini yaptığı filmin karakterini öylesine iyi yansıtma becerisine sahip ki, bu sayede kendisini tekrarlama tehlikesini de her defasında akıllıca savuşturuyor.


Mac Quayle - Mr. Robot (2. Sezon)

Sam Esmail tarafından kaleme alınan psikolojik gerilim türündeki Amerikan televizyon dizisi Mr. Robot, gündüzleri siber güvenlik mühendisi olarak çalışırken geceleri kanunsuz bir hacker olan Elliot adındaki genç bir antisosyal programcıyı merkezine koyuyor. Bu dizinin ikinci sezonunun müziklerini prodüktör/besteci Mac Quayle yaratmış. İçinde 52 parçanın yer aldığı bu elektronik müzik koleksiyonu, görüntülerden bağımsız olarak kendi başına da ayrı bir değere sahip. Elektronik seslerin duyguları yansıtmakta yetersiz olduğunu hâlâ tartışan varsa, bu albümü dinlesin derim.


Colin Stetson - Outlaws and Angels

En İyi Film Müzikleri listemde yer alan tek western filmi, JT Mollner’ın yönettiği Outlaws and Angels oldu. Film pek iyi eleştiriler alamasa da müzikleri ilgiyi hak ediyor. Saksofoncu, besteci ve multienstrümantalist Colin Stetson’ın deneysel yöntemleriyle çıkardığı sesler, insanda sanki sallanan bir teknedeymiş gibi bir his yaratıyor. Gürültüler, drone’lar ve uğultular arasında Colin Stetson’a yakışacak bir tuhaflığa sahip. Bir western filminde duymayı beklemeyeceğim kadar farklı.

Brook Blair, Will Blair - Green Room

Jeremy Saulnier’in yönettiği Green Room, punk rock grubu The Ain’t Rights’ın Neo-Nazi bir barda cinayete tanık olduktan sonra hayatta kalmak için verdiği mücadeleyi anlatan bir korku filmi. Brooke ve Will Blair kardeşlerin elinden çıkan müzikler, atmosferik ve elektronik ses tasarımlarıyla gerilimin dozunu artırmakta çok başarılı. Öfkeli gitarlarla coşan metalik sound, punk ruhunu filme aktarırken; synthesizer’larla buluşan perküsyonun yıkıcılığı John Carpenter’ı anımsatan bir karanlığın habercisi.


Nascuy Linares - Embrace of the Serpent

Kolombiya’nın ilk Oscar adayı olan Embrace of the Serpent, ait olduğu topluluğun hayatta kalan son üyesi olan Amazonlu şaman Karamakate’nin ve kırk yılı aşkın bir süre onun topraklarında yetişen kutsal bir şifa bitkisini arayan iki bilim insanının öyküsünü anlatıyor. Ciro Guerra’nın yönettiği film, Cannes’da geçen yıl dakikalarca ayakta alkışlanarak Sanat Sineması Ödülü’nü almıştı. Siyah-beyaz çekilen filmin müziklerini yapan Venezuellalı besteci Nascuy Linares, görüntülerdeki gri atmosfere ve Amazonlar’ın zorlu doğasına uyum gösterecek şekilde yerel sesleri de kullanarak özgün ve karmaşık bir soundtrack yaratmış. Bunun sonucunda ortaya çıkan ambient ses tasarımları, adeta alan kayıtlarını modern bir enstrümantasyonla buluşturan bir şarkı gibi tınlıyor.


Aaron Dessner, Bryce Dessner - Transpecos

Amerika’nın Meksika sınırında üç sınır devriyesinin uyuşturucu kartellerine karşı mücadelesini anlatan gerilim filmi Transpecos’un müziğini The National’ın üyeleri Aaron Dessner ve Bryce Dessner üstlenmiş. Geçen yıl The Revenant filminin müziği için Ryuichi Sakamoto ile işbirliği yağan Bryce Dessner, bu kez Transpecos için kardeşiyle akustik ve elektronik gitarları öne alan, kimi zaman ambient kimi zaman folk tınılarıyla çok güzel 18 kısa beste yapmış.


Barfak - The Provisional Death of Bees

2016’nın en iyi film müzikleri listeme bu yıl İranlı progresif grup Barfak’tan da bir katkı var.  Maryam Firuzi tarafından yazılıp yönetilen The Provisional Death of Bees adlı film, cinsiyeti nedeniyle yaratıcı faaliyetleri engellenen bir kadın sanatçının çıkış arayışını konu alıyor. Barfak’ın ambient dokunuşlarla kurguladığı müzik, gizemli bir hayalin içinde hissettiriyor insanı.


Mondkopf, Karsten Fundal - Bridgend

Danimarkalı yönetmen Jeppe Rønde’nin filmi, Galler’deki maden kasabası Bridgend’de, 2007 yılından itibaren meydana gelen intiharlara odaklanıyor. Parisli elektronik müzik prodüktörü Mondkopf’un Danimarkalı prodüktör Karsten Fundal ile birlikte yarattığı soundtrack, etkileyici elektronik ses manzaralarına yaylılarla orkestral bir dram katmış. Gerçek hayatta yaşanan bu kâbusun neden olduğu rahatsızlığın boyutu yeni intiharlarla artarken, Mondkop’un giderek tonu yükselen elektronik ses manzaraları da ona eşlik ediyor.


Nick Cave, Warren Ellis - Mars

Nick Cave ve Warren Ellis’in müziklerini yaptığı, Ron Howard’ın yönettiği Mars adlı dizi, geçen kasım ayında National Geographic kanalında gösterilmeye başlandı. 2033 yılında Mars’a gönderilecek ilk astronot ekibinin öyküsünü anlatan altı bölümlük dizi, müzikleri ile de çok konuşulacağa benziyor. Nick Cave, güçlü sesi ile ne söylese insanı çarpabilir ama o bariton ses gümbür gümbür perküsyon, bas ve tuhaf elektronik cızırtılarla birleşince olumlu anlamda yıkıcı olmuş. Soundtrack albüm tümüyle ihmal edilemeyecek kadar iyi.


Ryuichi Sakamoto - Nagasaki: Memories of My Son

Hiç durmadan üreten bu olağanüstü yetenek, geçen yıl Alva Noto ile birlikte yarattıkları The Revenant’ın müzikleriyle büyük heyecan yaratmıştı. Şimdi de Japon yazar ve yönetmen Yoji Yamada’nın Nagasaki: Memories of My Son adlı filminin müzikleri ile alkışı hak ediyor. Sakamoto, 1945’te Nagazaki’ye atom bombası atıldığında oğlunu kaybeden bir anneyi konu alan hüzünlü filmin orijinal film müziğinde, her zamanki gibi klasik müziği deneysel yaklaşımla bir araya getirmiş. Piyanonun ön planda olduğu parçaların yanı sıra yaylılar ve akordiyon da kullanılmış. “August 9th 11:02 AM” adlı parça, 40. saniyeden itibaren atom bombasının atıldığı korkunç anı synth drone’larıyla adeta bir kez daha yaşatıyor.



OGRE, Dallas Campbell - Night of the Living Dead 

Tüm zamanların en beğenilen korku filmlerinden “Night of the Living Dead” için bu yıl yeniden soundtrack yapıldı. Video oyunları ve görsel medya için müzik besteleyen İngiliz ses tasarımcısı Robin Ogren ve Amerikalı synthesizer uzmanı Dallas Campbell bir araya gelip bu zorlu işe soyundu. Farklı ülkelerde yaşamalarından dolayı aralarındaki uzaklık, daha önceden yapılan müziğin belirleyiciliği ve ortada bitmiş bir film olmasına karşın bu dezavantajları aşıp vintage synthesizer’larla etkisi direkt olarak hissedilen bir soundtrack yaratmışlar. Yakın plan çekimlerle dolu film için doğru tercih.


Ben Salisbury, Geoff Barrow - Black Mirror: Men Against Fire (3. Sezon)

Geçen yıl Ex Machina’nın müzikleri ile en iyi film müzikleri listeme giren ikili bu kez, Charlie Brooker’ın kült TV dizisi Black Mirror’ın 3. sezonunda “Men Against Fire” başlıklı bölüme yaptıkları müzikle gündemde. Ses tasarımcısı Koenraad Ecker’in deneysel çellosu ve The Bristol Ensemble’ın yaylı katkısıyla klostrofobik bir soundtrack yaratmış ikili. Diziyi seyretmeyenler bile, sadece müzikleri dinleyerek diziye dair çıkarsamalarda bulunabilir. Dark ambient atmosferi arka planda varlığını sürdürürken alçalıp yükselen synthesizer efektleri müziğin gücünü tartışmasız ortaya koyuyor.


Clint Mansell - Black Mirror: San Junipero

Black Mirror’ın “San Junipero” başlıklı bölümünün en unutulmazlar arasına girmesine neden olan temel faktörlerden birisi, Clint Mansell’in synth temelli orkestral ambient müziği. Hüznü, tedirginliği, umudu, korkuyu ve aşkı dile getirmede Mansell’in müziğinin ayrı bir katkısı olduğu kesin. Muhtemelen sonu mutlu biten bir bölüm olmasının etkisiyle, Ben Salisbury ve Geoff Barrow’un dizi için yaptığı bestelerin aksine karanlık değil, melankolik bir kimliği var müziğin. İnsanı hayal dünyasına sürükleyecek kadar güçlü; gergin ve hüzünlü anlarda bile dingin bir soundtrack. Elektronik ile akustiği mükemmel bir altyapıda iç içe geçirip, insan ruhunun derinliklerine inen olağanüstü bir film müziği yaratmış Mansell.


A Winged Victory For The Sullen - Iris

Ambient elektronik ikilisi A Winged Victory For The Sullen, Fransız gerilim filmi Iris için yaptığı müzikle yılın en iyi film müzikleri listemde yerini aldı. Dustin O’Halloran ve Adam Wiltzie, uzun zamandır işbirliği yaptıkları ses mühendisi Francesco Donadello ile Berlin’de başlattıkları kayıtları Budapeşte’de 40 kişilik orkestra eşliğinde sürdürerek tamamlamış. Hem analog elektronik deneyler yaparak, hem de geniş bir orkestra ile çalışarak modern ve aynı zamanda sinematik bir sound elde etmişler. Jail Lespert’in yönettiği film, Paris’in merkezinde zengin bir bankerin eşinin kaçırılmasıyla başlayan olayları anlatıyor.


Si Begg - Hard Tide

Deneysel elektronika prodüktörü ve DJ Si Begg, İngiliz gerilim/dram filmi Hard Tide’da gerçekten iyi bir iş çıkardı. Gerçek hayattan sinemaya uyarlanan film, bir uyuşturucu kaçakçısı ile 9 yaşındaki bir kız çocuğunun ortaya çıkan zorunluluk nedeniyle birlikte polisten ve diğer suç çetelerinden kaçışını anlatıyor. Breakbeat, hip hop, deneysel tekno ağırlıklı elektronik soundtrack, ilgimi ilk dinleyişte cezbedecek kadar renkli ve yaratıcı.


Pedro Bromfman - Narcos (2. Sezon) 

Netflix dizisi Narcos’un 2. sezonu için Brezilyalı besteci ve prodüktör Pedro Bromfman’ın imzasını taşıyan müzik, suç filmlerindeki gibi heyecanı ayakta tutacak şekilde bol perküsyonlu ve karanlık. Kokain ticaretinden milyarder olan Kolombiyalı uyuşturucu kaçakçısı Pablo Escobar’ın öyküsünü anlatan dizi için Bromfman, Kolombiya’nın yerel enstrümanlarını kullanarak ve bunların birçoğunu da kendisi stüdyoda ilk kez çalarak yaratmış.


Alex Somers - Captain Fantastic

Matt Ross’un yönettiği komedi/dram filmi Captain Fantastic, çocuklarını medeniyetten uzakta ve farklı bir eğitim sistemiyle yetiştiren bir çiftin yaşadıklarını ve eşi öldükten sonra babanın çocuklarını yeniden kente götürmek zorunda kalışını anlatıyor. Müzikleri yapan Alex Somers, 84 doğumlu bir müzisyen ve görsel artist. Genç besteci, geçmişe dair duyguların gelecekle çatıştığı bir ortamı modern klasik ve ambient seslerle ve zengin bir orkestrasyonla çok başarılı aktarmış.


Alexandre Desplat - The Light Between Oceans

Ünlü besteci Alexandre Desplat, bu yıl birçok film ve TV dizisinin müziklerine imza attı. Ben aralarından en çok The Light Between Oceans adlı filmin müziklerini beğendim. Derek M. Cianfrance tarafından yönetilen romantik dönem filmi, Çanakkale Savaşı’ndan Avustralya’ya döndükten sonra bir deniz fenerinde gözlemci olarak çalışmaya başlayan eski bir askerin karısıyla birlikte kurduğu sessiz hayatın kıyıya vuran bir bebekle değişimini anlatıyor. Desplat, dönem filmlerindeki başarısını bu filmde de gerek orkestral sound gerekse filmin temalarıyla çok iyi örtüşen sürükleyici melodilerle yinelemiş.


Lesley Barber - Manchester by the Sea

Kenneth Lanergan’ın yönettiği Manchester by the Sea’nin orijinal film müziği besteci Lesley Barber’ın eseri. Film, erkek kardeşinin ani ölümüyle yıllar önce yaşadığı Massachusets eyaletindeki kıyı kentine dönen kahramanın yeğeninin velayetinin kendisine kalmış olduğunu öğrenmesiyle karışan hayatını konu alıyor. Barber, filmde günün üzerine çöken karanlığın içinden ışığa da geçit verecek, bazen ağırlaşsa da yeri geldiğinde insanı hafifletebilecek çok duygusal bir soundtrack yaratmış.


Thomas Newman - Finding Dory

Walt Disney ve Pixar işbirliğinin ürünü 3D animasyon filmi Finding Dory, kayıp balık Dory’nin arkadaşlarıyla birlikte ailesini ararken çıktığı uzun yolculuğu anlatıyor. Yönetmen Andrew Staton filmin müziği için üçüncü kez Thomas Newman ile işbirliği yaptı. Aslında bu tarz büyük orkestralarla kaydedilen film müziklerine şahsen çok yakın değilim ama Newman kendi yönettiği 83 kişilik dev bir orkestra ile abartılı olmayan bir uyumu yakalamış.


Clark - The Last Panthers

Elektronik müzik prodüktörü Clark, altı bölümlük korku dizisi The Last Panthers'a yaptığı müziklerde büyüleyici bir karanlık gizemi ilmek ilmek örmüş adeta. Duyguları ses dokularının içine yetkinlikle enjekte etmiş ve bunu yaparken de piyano, yaylılar, canlı davul, gitar gibi akustik enstrümanları modüler synth ve diğer elektronik aletlerle bir arada kullanıp çok zengin bir sound yaratmış.


James Newton Howard - Fantastic Beasts and Where to Find Them

JK Rowling'in aynı isimli ansiklopedik kitabına dayanan “Fantastic Beasts and Where to Find Them”adlı film, fantastik yaratıklar hakkında kitap yazan bir yazarın gezi notları olarak karşımıza çıkıyor. Filmin James Newton Howard tarafından bestelenen müzikleri bir JK Rowling hikayesine yaraşacak şekilde merak unsurunu daima sıcak tutan, yaratıcı bir orkestral soundtrack.


Michael Giacchino - Doctor Strange

Marvel Comics’in ünlü süper kahramanı Doctor Strange’i hayata geçiren filmin Michael Giacchino imzalı müzikleri ilk dinlediğimde beni fazla çarpmadı. Bu tür filmlerde fazla abartılı bir sound neredeyse artık gelenek ancak Giacchino’nun bestelerindeki incelik dinledikçe ilgimi cezbetti. Sadece duyguları coşturmak için çılgınca yükselip alçalan ritimler yok; aynı zamanda sağa sola koşan, bazen yavaşlayan, yandan dolanan şaşırtıcı parçalar da buldum. Bunun yanı sıra soundtrack albümde piyano-yaylı büyüsünü sergileyen klasikler de yer alıyor.

Mica Levi - Jackie

Jackie Kennedy’nin hayatından bir kesit sunan Jackie adlı filmin Mica Levi imzalı soundtrack albümünden. Geçen yıl Under the Skin ile büyük beğeni toplayan Levi, bu kez yine filmi şekillendirecek kadar güçlü bir soundtrack yaratmış. Levi’nin yaylı soundunu eğip bükerek kullanışı, bana hep sanki sarhoşken dik yürüyemeyen bir insanı hatırlatıyor. Geçen yıl “Under the Skin” filmine yaptığı müziklerde de aynı tarz kullanımı tercih etmişti. Yaylıların klasik orkestra soundu içindeki geleneksel kimliğinden kurtulup farklı bir kimliğe bürünmesini, bu alışılmadık tarzı seviyorum. Jackie Kennedy’nin yaşadığı duygusal çalkantı, çöküntü ve ağırbaşlı hüzün daha iyi anlatılamazdı. Bu açıdan yorumlandığında Mica Levi’nin çok katmanlı müziği, onun hikâye anlatıcılığına yaptığı katkıyı da belgeliyor.

Mogwai - Atomic: Living In Dread and Promise

Mark Cousin’in Atomic: Living In Dread and Promise adını taşıyan atom enerjisi belgeselinin müzikleri Mogwai’nin eseri. Grup, Rave Tapes albümünden sonra kaldıkları yerden daha ileriye gidip, yoğunlaşan synthesizer kullanımı ile daha sert ve duygusal anlamda sarsıcı bir kayıtla yeniden merhaba dedi. Dinledikçe derinliğine inilen, yer yer huzursuzluk hissi vererek merakı ve belgeselin dramatik niteliğini artıran bir soundtrack Atomic.

Roque Baños - Don’t Breathe

Fede Alvarez’in yönettiği Don’t Breathe, varlıklı bir kör adamın evine kolayca girip servetle çıkacaklarını düşünen üç hırsızın  soygun sırasında başlarına gelen dehşet verici olayları anlatıyor. Roque Banos’un filmin müziklerini yaparken araba, mutfak ve bahçe gereçleri ile depoya atılan ev aletlerini enstrümana çevirmiş. Masum objeleri kullanarak korkunun müziğini yaratma fikri oldukça sıradışı ve merak uyandırıcı.

Trent Reznor, Atticus Ross - Before the Flood

Leonardo di Caprio’nun iklim değişikliği ve küresel ısınmayı anlatan belgeseli “Before the Flood”un soundtrack albümü için bir A takımı oluşturulmuş dersem abartılı olmaz. Trent Reznor ve Atticus Ross’un müzik süpervizörü olarak görev aldığı ekipte ayrıca yetenekli besteci Gustavo Santaoalla ve enstrümantal rock’ın önde gelen gruplarından Mogwai yer alıyor. Küresel ısınma gerçeğiyle yüzleşen insanoğlunun dehşeti, korkusu ve paniği, bu usta ekibin müziklerinde ajite edilmiş elektronik seslerle akustik enstrümanların eşsiz diyaloğunu ortaya çıkarmış.

Yann Tiersen - Ouragan

Karayip adalarını ve Güney Amerika’yı vuran tropikal bir kasırgaları anlatan Ouragan, 3 yıllık bir süre içinde 12 ülkede çekilen belgesel türü bir yapım. Cyril Barbançon, Jacqueline Farmer ve Andy Byatt’ın saatte 200 kilometrelik bir hızla ilerleyen kasırganın yarattığı yıkımı ortaya sermek için NASA ve Yann Tiersen ile işbirliği yapmış. Film, kasırgaların insanlarda ve hayvanlarda yarattığı dehşeti onların gözlerinden yansıtırken, besteci ve multienstrümantalist Yann Tiersen’in piyano ile yaylıları öne çıkaran dingin modern klasik melodileri endişeyi sesle tanımlıyor. Ancak onun gibi usta bir besteci bir kasırgayı böylesine dingin ama sarsıcı yansıtabilirdi. Soundtrack’te insanı içine çeken derin ve büyüleyici gitar drone’larını da unutmamış Tiersen.

4 Ocak 2017 Çarşamba

VEGAN LOGIC - DAVID BOWIE'NİN 70. YAŞGÜNÜ - 4.1.2017


4.1.2017

Ocak ayının ilk haftasındaki bu programı, her yıl olduğu gibi efsane müzisyen, sanatçı David Bowie’ye ayırdım. Yıllar önce hem ona saygımı sunmak hem de 8 Ocak’taki yaşgününü kutlamak amacıyla başlattığım bu gelenek, ne yazık ki geçen yıl garip bir tesadüf sonucu arka arkaya iki hafta olmak zorunda kalmıştı. Çünkü David Bowie mükemmel albümü ‘Blackstar'ı yayınladıktan iki gün sonra 10 Ocak’ta aramızdan ayrıldı. Birçok hayranı gibi benim için de yıkıcı bir şoktu. O zaman yine her yıl yaşgününde onu anmayı sürdürmeye karar vermiştim. Bowie, aramızdan ayrılalı aradan bir yıl geçti ve ben yine geleneksel Vegan Logic Bowie programı hazırladım. Eğer bu dünyadan ayrıldıktan sonra bir yerlere gidiliyorsa, kendimce onun nereye gittiğinin yanıtını da bu programda verdim... 


1- Where Are We Now? 
2- Life On Mars? (2016 Mix)
3- Sorrow 
4- Loving the Alien (single remix)
5- David Bowie röportajından bir bölüm 
6- After All
7- The Heart’s Filthy Lesson
8- Repetition 
9- Big Brother
10- Subterraneans
11- Let’s Dance
12- ‘Tis a Pity She Was a Whore
13- There Is a Happy Land

Translate