14 Ocak 2017 Cumartesi

KEIJI HAINO: BEN ZAMANI KESEN BİR SAMURAYIM!


By on 14:54:00

14.1.2016

Japon müzisyen Keiji Haino’nun 1970’lerde Japon saykedelik yeraltı sahnesinde başlayan sıradışı müzik yolculuğu, onu günümüz deneysel müziğin en gizemli sanatçılarından birisi haline getirdi. Bir zamanlar oyuncu olmayı düşünerek tiyatro ve Japon Butoh dansı ile ilgilenen Haino, Fransız avangart şair ve aktör Antonin Artaud’nun radikal düşüncelerinden etkilendiği yıllarda The Doors’un vokalisti Jim Morrison’dan aldığı ilhamla rock müziğe yönelen çok yönlü bir kişilik. İlk grubu Lost Aaraaff, Edgar Allan Poe’nun bir şiirinden esinlenerek 1970’te kurduğu bir emprovize rock grubu. 70’lerin ortasında saykedelik multienstrümantalist Magic Power Mako ile yaptığı işbirliğinden sonra 1978’de Fushitsusha adlı rock grubunu hayata geçirdi. Bugüne kadar aralarında Aihiyo, Vajra ve Black Stage’in de da olduğu çok sayıda yeni oluşum yarattı. Bunlarla da kalmayıp katartik ses keşiflerini solo projeleri ile sürdürdü; rock ve deneysel müzik sahnesinde çok sayıda ünlü müzisyenle işbirliği yaptı.

Japonya Ulusal Yayın Kurumu NHK, 1973-2013 arasında tam 40 yıl, Keiji Haino’nun “radikal” yaklaşımları nedeniyle müziğinin yayınlanmasını yasakladı. “Radikal” gördükleri neydi diye merak eden olursa, Haino’nun 46 yıl boyunca gerçekleştirdiği 100’den fazla kaydı dinlediğinizde, amacının, daima sınırları yıkarak müziği geliştirmek ve böylelikle farklı olanı keşfetmek olduğunu görüyorsunuz. Hayatı boyunca otoriteyi sorgulamış ve kendi yolunu çizmiş bir sanatçı. Gerek kayıtlarında gerekse sahne performanslarında müziğine yön veren felsefi duruşu algılamadan onun müziğini anlamak da olanaklı değil. Hiç çıkarmadığı siyah camlı gözlüğü, simsiyah kıyafetleri ve grileşmiş uzun saçlarıyla sahnede adeta başka bir dünyanın müziğini icra eden bir mesih gibi. 2014’te Big Ears Festival’da canlı dinlediğimde nasıl tanımlayacağımı bilememiştim. Bo Ningen elemanları gibi, konserden aşırı etkilenip ağlama krizine girenler vardı.

Böylesine kendine özgü bir müzisyenle karşılaşınca insanın aklında bir sürü soru dolaşmaya başlıyor. Bu soruları geçen hafta sonu kendisine doğrudan sorma olanağım oldu. Çünkü Keiji Haino, ülkemizin başarılı free jazz kolektifi KonstruKt ile birlikte vereceği bir konser için İstanbul’a geldi. Grup, 21 Aralık Çarşamba akşamı Salon’da gerçekleşecek konserden önce, Haino ile ayrıca bir kayıt yapmak üzere anlaşmış. Bu kaydın, gelecek aylarda yurtdışındaki bir plak şirketi tarafından plak formatında yayınlanacak. Ben de bu fırsattan yararlanarak Haino’yu İstanbul’da bulunca röportaj yapabildim. Japonca’dan çeviri yapan yetenekli çevirmenimiz Ela Akalın, KonstruKt’ten Umut Çağlar, ben ve efsane noise bestecisi Keiji Haino, Galata’da bir otelin lobisindeki bir masanın etrafında oturup iki saat geçirdik. Müzik, felsefe ve veganlık üzerine son derece ilginç bir söyleşi oldu.

“KENDİ İSTEDİKLERİ MÜZİĞİ YAPTIKLARI İÇİN KONSTRUK’LE ÇALIYORUM”


Öncelikle KonstruKt ile nasıl tanıştınız? Bu konser projesi nasıl gerçekleşti?

Onlar iletişime geçti, öneri geldi. Benimle müzik yapmayı istedikleri için kabul ettim.

Daha önce birçok farklı müzisyen ve grupla da işbirliği yaptınız. Bunları gerçekleştirirken kriteriniz ne? Neden KonstruKt ile çalmayı ve kayıt yapmayı kabul ettiniz?

Kendi istedikleri gibi mi müzik yapıyorlar, yoksa belli bir çerçeve içinde kalmaya mı çalışıyorlar, buna baktım. Kendi istedikleri müziği yaptıklarını gördüm, ben de öyle bir insanım. Bu nedenle onlarla çalışmak istedim. Ben caz müzisyeni de değilim, doğaçlama yapan biri de değilim. Bu yüzden yanlış yorumlandığım durumlar çok oluyor.

Ses yaratımına dair özgün bir yaklaşımınız var. Sizi ses illüstratörü yani seslerle tasarım yapan bir müzisyen olarak tanımlamak doğru olur mu?

Beni tanımlayan bir ifade değil o. Karşı tarafın benim ne olduğuma dair fikri, olumsuz anlaşılmasın ama, beni pek ilgilendirmiyor. Ben bir gruba katılıp onlarla birlikte müzik yaparsam katalizör olabilirim. Müzik ve müzikal herhangi bir şeyi bir araya getiren bir insan pozisyonundayım.

Lost Aaraaff’tayken dinleyici kitlesi ile herhangi bir etkileşimde olmak istemediğinizi söylemiştiniz. Daha sonra okuduğum bir röportajınızda, müziğim insanlar üzerinde terapi etkisi yaratırsa mutlu olurum dediniz. Dinleyici ile kurulan bu birlik duygusu ile ne zaman ilgilenmeye başladınız? Bir değişim mi oldu yaklaşımınızda yoksa ben mi öyle algıladım?

Neden müzik yaptığımı dinletmek istedim. Önceleri çok yıkıcı ve negatif anlamda yaklaşıyordum. İsyankar, terörize eden bir yaklaşımım vardı; silahım yoktu elbette, sadece şarkı söylüyordum. Sahnede neden böyle dikilip duruyorum diye düşünmeye başladığımda, o anda beni dinlemelerini istedim. Önceleri sadece bir merkez ve onun ortadasında bir diken vardı. Şimdi büyüdüm ve çok genişledim. Eğer merkezde kalırsam o dikenin acısını hissederim ama çok genişlediğimde onu anlamam ve başka kimse de anlamaz. Şimdi ne pozitifim ne de negatif; sadece kuşkucuyum. Bu da belli bir yanıtın olmaması, sürekli düşünme halidir.


“SAHNEDEYKEN ARKADAKİ GÖZÜMLE HER ŞEYİ GÖRÜYORUM”


Çoğu müzisyen sahnedeki enerjisini dinleyici kitlesinin verdiği tepkilerden alıyor ve performansları sırasında ne yapacaklarına bunları göz önüne alarak karar verebiliyor. Oysa siz sahnedeyken dinleyici kitlesi ile gözle görülen şekilde iletişim kurmuyorsunuz, dinleyicilerle ilgili görünmüyorsunuz. Ama ben merak ediyorum; konser sırasında salondaki enerji ya da ortak suh size yansıyor mu, ne şekilde yansıyor?

Göz göze gelmek anlamında insanlara bakmıyor olabilirim ama arkadaki gözümle görüyorum yani hissediyorum onları. Bir şeye tepki vermek benim için çok geç kalınmış bir durumdur. Emprovizasyon kelimesini hiç sevmem. Çünkü o zamana bırakılmış bir şey. Bizim yapmamız gereken, zaman çok yavaş bir şey olduğundan, bilinçlenerek zamanın ötesine geçmek; yani bilincimizi yükseltmek. Evet, ben ne kimseye ne de etrafıma bakıyorum ama orada olan herhangi bir şeyi ilk önce ben hissederim. Bunu çok net olarak söyleyebilirim.

Benim gözlemime göre sahnedeki enerjinizi bedeninizi bir anlamda feda ederek, kendinizi tamamen ortaya koyarak buluyorsunuz. Böylesine güçlü bir müziği çok  etkili bir yöntemle icra ederken ve performans sonrasında bedeninizde geçirdiğiniz fiziksel ve ruhsal dönüşümleri merak ediyorum.

Masaj istiyorum, masaj istiyorum! (Gülüşmeler) Performanstan sonra bir günlük yaşantıma dönmem çok zor oluyor. Ancak kedime dokunduğum zaman uyanıyorum. Kendi evrenime gittiğim için buraya tekrar kendimi döndürmem zor oluyor. Her konserden sonra bu sefer nereye kadar gittim diye bakıp keyif alıyorum. Kedime yemek vermem gerektiği için geri dönebiliyorum. Bu açıdan kedilere minnet duyulmalı! Gerçekten kedi ile bir etkileşimim olmazsa o aşamada her yere gidebilirim. Herhangi bir zamanda istediğim yere gidebilirim.


JOHN CAGE’E 4’33’’ YANITI


Sanatçı ve yazar Salomé Voegel’in “Listening to Noise and Silence: Towards a Philosophy of Sound” adlı kitabında şöyle bir ifade var: “Duyulacak hiçbir şey olmadığında çok şey duyulmaya başlar. Sessizlik, sesin yokluğu değil, dinlemenin başlamasıdır.” Bu konudaki yorumunuzu öğrenmek isterim. Sessizliğin tüm dinleme süreci üzerindeki etkisini siz nasıl görüyorsunuz?

Buradan benim anladığıma göre, herhangi belirli bir şey dinlemediğiniz zaman evrenden bir sürü şey duymaya başlarsınız. Bana göre bu bir nosyon, bir düşüncedir sadece. Budizm’de olan bir durumdur. Fakat bu, bir tek meditasyonu tam anlamıyla yapabilen insanların algılayabileceği bir şeydir. Ben bunu yazanların sadece kitaptan okuyarak bir fikir olarak ortaya attıklarını düşünüyorum. Söz konusu sanatçıyı tanımıyorum ama bunları fikir olarak dile getirdiğini düşünüyorum. Geçen yıl Tokyo’da John Cage’in 4’33’’ adlı bestesine son yanıtı verdim. (Yazarın notu: “Dört dakika otuz üç saniyelik sessizlik” olarak algılansa da süresi boyunca dinleyicisinin çevreden aldığı seslerden oluşan ve John Cage’in sessizlik olmadığına kanıt olarak sunduğu eser.) “Miracle” adlı bestem için bir piyano üzerinde 88 kişinin sadece bir kere tek bir parmağını kullandığı bir performans yaptık. Piyanonun kenarlarına bir platform inşa edildi. Bazılarının yukardan uzanıp tuşa basmaları gerekti. Yapılması çok zor bir şeydi. Herkes tek bir parmakla aynı anda tek bir tuşa basmak zorundaydı. Bu performans aracılığıyla böyle bir şey olmadığını kanıtladım. Müzik hakkında sadece fikir olsun diye ortaya atılan şeyleri sevmiyorum. Bir saniyenin onda birini tutsan bile onun sonrası da var. Bu üç tane olursa doğal olarak ritim haline geliyor. Böyle fikirsel düzeyde bir şey söyleseniz de bundan müzik oluşmaz. Eğer o yazar benimle röportaj yapacak olsa, tahminimce onları söylediği için burada benden özür dilerdi.



Japon “ma” konseptini kullanan bir sanatçısınız. Bu, kelime anlamıyla “durma”, “duraklama” anlamına geliyor. Müzikte, notalar arasındaki boşluklara dayanan bir konsept söz konusu. Sessizlik ile bunun arasında fark olmalı.

Bu açıklaması zor bir konu. Bunu kelime olarak değil ama kavram olarak anlarsanız, benim “ma” konseptimi de anlama olanağınız var. Aslında çok zor değil; farkına varmakla ilgili. Şimdi ben konuşurken, siz anladığınızı göstermek için “evet” diyerek başınızı sallıyorsunuz. Benim burada parmağımla masaya vurmama denk gelir bu. Bir sonraki “evet” kelimesine giderken daha da aşağıya düşmüyor başınız; tekrar yukarı kalkıyor, yine eski haline dönüyor. Benim düşünce şeklim şu: Parmağımı koyduğum noktaya yaklaşıp oradan ne kadar uzağa gidebilirim onu görmek. Ondan sonra olduğum yerden daha aşağıya da gidebilirim. Gitarı çalarken, geleneksel Japon enstrümanı “shamisen” gibi ses çıkardığımda bilincimin aşağısına da iniyorum; yani sadece yukarı çıkıp evrene yayılmıyorum, aşağıya da iniyorum. İnsanlar benim müziğimi çok gürültülü, çok yüksek sesli olarak düşünüyor. Çünkü sadece gitarın tellerine dokunulduğunda çalındığını zannediyorlar. Benim müziğimde ise bulunulan noktadan aşağı inmem ve yukarı çıkmam söz konusu; çünkü dinamik aralık çok yüksek. Benim bilincimi hissedebilirlerse bunun büyüklüğünü anlayabilirler. 40 sene boyunca gitar çaldım, çok yüksek sesli müzik yaptım. Neden kulağımda bir sorun olmadığı çok sorulur. Yapmak istediğim şey, çok yüksek ses elde etmek olduğundan 10 tane amplifikatör bile kullansam yetmez. Özel olarak şimdi burada bir şey söylemek istiyorum. (Yazarın notu: O anda ellerini kayıt cihazlarına kapatarak kayıt dışı kalması istediğini belli ettiğinden söylediği isimleri yazmıyorum ama sanırım müzikle ilgili olanlar bu isimleri tahmin edebilir.) Herkes bu isimlerin gürültülü müzikleri ile ünlü olduğunu söylese de, bu sadece kullandıkları sistemden kaynaklanıyor. O benim için yüksek sesli müzik olmuyor. Çünkü dinamik aralığı yok. O yüksek sesi çıkaramadıklarını kendileri de biliyor. Bu nedenle amplifikatörü yükseltiyorlar. Ben yüksek sesin sadece amplifikatörle yaratılabileceği düşüncesinin dışına çıkıp bunun boşlukla yaratılabileceğini de göstermek istiyorum. İstediğim her sesi çıkarabilirim ama zaman bize hükmediyor. Müzik dediğiniz şey aslında zamanı durdurur. Ben zamanı kesen bir samurayım! (Gülüşmeler)

“SAHNEDE ÖZNE OLURSA FAŞİZM OLUR”


Şarkı söylediğinizde kendi benliğinizi ortaya koyuyorsunuz, herhangi bir şov yok ortada. Ses ve titreşim aracılığı ile iletişim kuruyorsunuz. Bu öğrenilebilir mi, yoksa doğal bir yetenek mi?

Bunun açıklaması da zor. Evet, ben gitarist değil, öncelikle şarkıcıyım. Burada dört kişiyiz değil mi? Aramızda en çok söyleyeceği söz olan şarkı söyler. Verilmek istenen bir mesaj vardır çünkü. Ama müzisyenler iletişim kurarken, bir grup insanın önünde bir şeyler yapılıyor olması söz konusu. Özellikle karşınızda sizi izleyen insanların olduğunu fark edip, bunun bilincinde olup bir şeyler yapmak, normal iletişim kurmayla çok farklı. Bu performansa giriyor. Performans öz benliği filtreleyen bir durum. Soru şu: Dinleyiciler tarafından melek mi yoksa şeytan olarak mı görülmek istiyorum? Ben ikisi de olabilirim.

Performanslarınızın ritüel yönü de çok fazla. Bu melek-şeytan seçimi içgüdüsel olarak mı belirleniyor?

Her zaman söylerim; İsa’yı seviyorum ama Hıristiyanlık’tan nefret ederim. Buda’yı da severim ama Budizm’i hiç sevmem. İslam ile ilgili çalışmaları bilmediğim için o konuda bir şey diyemiyorum. İnsanları kendim aşırı etkilemekten çok, söylediğimin etki bırakan bir şeye dönüşmesini istiyorum. Rock konserlerinde olduğu gibi herkesin atlayıp zıpladığı bir ortam yaratmaktansa, konser salonunu daha ciddi bir alana dönüştürmeyi amaçlıyorum. Herkesle birlikte bir şey düşünüyorum duygusu yaratmak istediğim için bir ritüel havası oluyor. Orada bir özne olmasını istemiyorum, herkes dikkatini tek bir kişiye yöneltmeden düşünmeli. Sahnede bir özne olursa orada faşizm olur. Burada en önemli olan şey düşünmek.

“VEGANSANIZ ‘MA’ KONSEPTİNİ ANLARSINIZ”


(Bu aşamada yorulduysanız röportajı bitirebiliriz dedim ama kendisi “Çok ciddi bir ortam olsa sıkılabilirdim. Röportajda aklımı da fazla kullandığım için ciddi bir ortam zor olurdu ama burası iyi” dedi. Onun üzerine devam ettik. O arada otel görevlisi kahve ikramı için geldiğinde “Vegan puding var mı?” diye sorunca konu da veganlığa geldi. Zaten bu konuda soru sormayı planlıyordum ama kendiliğinden açılmış oldu.)

Ben hayvan özgürlüğünden yana olan bir etik veganım. Ama bazı insanların sağlık, çevre duyarlılığı gibi farklı vegan olma nedenleri var. Sizin veganlığı seçmenizin ardındaki felsefi yaklaşım ne?

Vegansanız “ma”yı siz anlarsınız. Mesela yerde bir böcek yürüyor; vegan olmayan bir insan onun üzerine basar öldürür. İnsan yaratılış olarak bunu yapmaya eğilimlidir. Ama vegan olduğunuzda orada durursunuz, böceğin üzerine basmassınız; işte bu “ma”dır. İnsanlar ses çıkarırken, vurmazsam ses çıkmaz diye düşünür. Mesela Japon dövüş sanatı Kendo’da bir sporcu, sopayı ya da kılıcı bir kağıt inceliğindeki mesafede durdurabilir. Bu daha çok güç gerektirir; fiziksel anlamda bir güç değil söz ettiğim ama daha zor başarılan bir şeydir. Kılıç ustası seni öldürmez; kılıcı getirir tam boğazına dayar. Ama bu öldürmesinden çok daha etkilidir; aklın uçar, iptal olursun. Orada ölüm, fiziksel olarak yok olmak değildir, yaşadığın korkudur. Gerçekten Budist olanlar karşısındakine dokunmadan, enerji göndererek onu devirebilir. Bazen havaalanlarında güvenlik görevlilerine yapıyorum bunu. (Gülüşmeler) Dokunursan zarar verirsin, yaralanır; böyle yapınca yaralanma da olmuyor. Ben yürürken insanlar kenarlara çekiliyor bu nedenle. Ama çok hassas olan insanlar bunu algılıyor. Ben kimlerin hassas olduğunu da anlayabiliyorum. Kendi zamanımı yaratıp onun içinde yaşayabildiğim için samuray olduğumu düşünüyorum. Bu röportajın en önemli noktası, bir kılıcın bir kağıtlık mesafede durdurulması. Ama esas söylemek istediğim şey, insanda kendisinden farklı olan bir şeyi yok etme güdüsü var. Daha çok ne yapacağını bilmediğinde ortaya çıkıyor bu.

Bu durumda vegan olmanızın gerisindeki felsefe bu düşünceden mi kaynaklanıyor?

Farklı nedenlerin hepsi işin içinde. Şu anda konuşurken veganım diyorum ama başka zamanlarda bunu özellikle belirtmiyorum. Şu nedenden dolayı veganım demiyorum. Çünkü kendimi belirlemeyi sevmiyorum. Bir şey hakkında “bu iyidir” demeyi istemiyorum. Buna dikkat etmezsem, o söylediğim şey iyi olmasa bile ben herkese bunu söylemiş olurum. “Neden et yemiyorsun?” diye soranlara, ben de “Sen niye yiyorsun?” diyorum. Ben sadece Keiji Haino olarak, ben olarak iyiyim; onu ayrıca tanımlamak istemiyorum. Bunu dışarıya söylersem bilmeden bir belirleyici alan oluştururum. Örneğin burada dört kişiyiz. Ben bir şeye iyi diyorum, üç kişi de onun iyi olduğunu düşünüyor ama bir kişi aynı fikirde değil. Ben illa “bu iyi” dersem, o zaman tek kalan kişi de iyi demek zorunda kalır. Faşizm tehlikesi belirir. Ben veganım. Bunu seviyorum. O kadar. Özellikle söylememe gerek yok. Herkes 64 yaşında neden bu kadar sağlıklı olduğumu araştırmaya başladığında, benim sigara ve içki içmediğimi, herhangi bir madde kullanmadığımı ve vegan olduğumu görüyor. Çevremdeki insanlara örnek oluyorum. Bu yeterli.

Ben vegan aktivistim. Bunun iyi bir şey olduğunu söylüyorum insanlara. O zaman faşizm mi söz oluyor?

Öyle demem ama tehlikeli bir durum. Birisi bir şey doğru diyorsa, onun karşılığında mutlaka başka birisi de doğru değil der. Hayvansever gruplar kürke karşı. Ama Laponya’da yaşayanlar kürk üretemediklerinden tüm işleri bitti. Karın içinde yaşıyorlar. Başka yapacak işleri yok. İnsanlar farklı yerlerde hayat sürdürüyor. Moğolistan’da sebze yetişmediğinden orada vejetaryen olmak çok pahalı. Ancak çok zengin olup, başka yerlerden tohum alarak bahçende yetiştireceksin...

Ama bunlar çok aşırı örnekler. Şu anda Amerika’da ya da İstanbul’da, endüstrileşmiş ülkelerde yaşayan milyonlarca insan markete gittiğinde binlerce seçenek var.

Ben yine de bir şeye doğru denmesini iyi bulmuyorum. Ben bunu seviyorum deseniz daha iyi olmaz mı? Birisi sorduğunda espri olarak siz de karşılık verirsiniz ama neden et yiyorsunuz diye sormaya gerek yok. Çok önemli bir konuşma oldu bu. Biraz önce özneden söz ettiğimde de bunu anlatıyordum. İnsanlar herhangi bir şeyin doğru olup olmadığına karar vermemeli.

“BİLMEDİĞİM BİR MÜZİĞİ DUYDUĞUMDA MUTLU OLUYORUM”


Çocuk tecavüzü yanlıştır diyoruz mesela. Bunu söylememeli miyiz?

Bazı şeyler tartışma dışıdır.

Benim için de hayvan konusu öyle. Çünkü türcülüğü reddediyorum, yaşam hakkını savunuyorum.

Şu anda mücadele ediyoruz. Bana göre gelecekte öyle olacak zaten. Benim şarkılarımın isimleri özneden yoksundur. Neden derseniz; ben diye başlayan cümleleri sevmiyorum. Bu fark ediliyor mu bilmiyorum ama belirleyici olmak istemiyorum.

Bu konuda aynı fikirde değiliz ama yaklaşımınızı anladım. Son olarak, insanların daha az konuştuğu ya da temel olarak müzikle anlaştığı bir dünya hayal etmenizi istiyorum. Kendi müziğiniz dışında nasıl bir müzikle geçen bir gün sizin için mükemmel olurdu?

Her zaman hiç bilmediğim bir müziği duyduğumda çok mutlu oluyorum. Ama bunu söylerken hiç var olmayan bir müzikten söz etmiyorum. Mesela burada benim dışımdaki üç kişinin sevdiği müziklerin CD’sini alıp dinlersem mutlu olurum. Dinlemediğim herhangi bir müziği tercih ederim.


(Bu röportaj ilk olarak Red Bull Music'te yayınlandı. http://www.redbull.com/tr/tr/music/stories/1331835643548/keiji-haino-ile-ozel-roportaj)


Yazan: Zülal Kalkandelen

Translate