Artık kasım ayı geldiğinde birçok farklı ülkeden müzikseverin içini güzel bir heyecan kaplıyor. Nedeni Hollanda’nın Utrecht kentinde düzenlenen Le Guess Who? festivali! İki yıldır izleme olanağı bulduğum dört günlük etkinlik, kusursuz denilebilecek bir müzik festivalinin nasıl olması gerektiğinin somut kanıtı. Geçen yıl festival hakkında yazdığım yazıda (https://www.redbull.com/tr-tr/zulal-kalkandelen-le-guess-who-festivalini-yazdi) kent içinde birçok farklı salona yayılan etkinliğin, TivoliVredenburg adı verilen çok amaçlı bir kompleksi ana mekân olarak kullanmasının sağladığı işlevsellikten söz etmiştim. Her müzik türüne uyan salonlara sahip böyle bir kültür merkezi, LGW’nun en büyük artısı.
KÜRATÖRLÜK KAVRAMININ ÖNEMİ
Buna ek olarak, geçen yıl 10. yılını kutlayan festival, yıllar içinde belli bir saygınlığa erişmiş olması nedeniyle hem kamu kurumlarından hem özel sektörden hem de medyadan önemli bir desteğe sahip. Elbette böyle bir desteği kazanmanın ve iyi bir müzik festivali düzenlemenin ilk koşulu, yalnızca iyi müzik yapan isimlerin programda olması. Farklı müzik türlerini ve dünyanın değişik kültürlerini yansıtan ufuk açıcı programa baktığınızda, LGW’da sahneye çıkabilmek için önemli ortak bir kriter olduğunu anlıyorsunuz. Az sayıda insan tarafından tanınsa da çok iyi müzik yapan birçok yeni yeteneği canlı dinleme olanağı sunuyor festival. Elbette uzun yıllardır sahnede olup saygınlık kazanmış efsaneleri de aynı festivalde görmek olanaklı. Hepsinin ortak noktası, ticari kaygıdan uzak durup iyi müzik yapmaları. Bunu sağlamanın yolu da, festival programını oluştururken küratörlük kavramını hakkını vererek uygulamaktan geçiyor.
Genel programa ek olarak, bu yıl altı müzisyen küratör olarak belirlenmişti. Perfume Genius, Han Bennick, Jerusalem in My Heart, Shabazz Places, James Holden ve Grouper. Ayrıca New York merkezli sanat merkezi Basilica Hudson tarafından gerçekleştirilen Basilica Sounscape festivalinin küratörlüğü üstlendiği bir seçki daha yer aldı festivalde. Her biri farklı müzik türlerinde yaratıcılığını ortaya koyan bu müzisyen küratörlerin belirlediği isimlerin festivale kattığı çeşitlilik ve kalite çok belirgindi. Kuşkusuz bunun sonucu olarak, LGW’yu izleyenlerin yarısı Hollanda dışından geliyor. Her yıl aynı ekibin sınırlı bakış açısıyla festival hazırlayan organizatör ekiplerin, uluslararası alanda başarılı olmak için bu yöntemden ders almasını dilerim. Bu anlayışla, 2007’de sadece 800 kişinin izlediği, tek bir mekânda yapılan bir etkinlikken, bugün dünyanın hemen her yerinden 15-30 bin arasında katılımcının izlediği, Tivoli’nin içindeki farklı salonlar hariç 13 ayrı mekâna yayılarak tüm kenti kaplayan büyük bir festivale dönüşmüş Le Guess Who?.
Bu yıl özel olarak kendi adıma sevindiğim bir gelişme daha vardı festivalde. Geçen yılki izlenim yazımda ana festival mekânı Tivoli’de vegan yiyecek bulmakta zorlandığımı yazmıştım. Festival ekibi yazımı Google tercümesiyle okuduğunu bildirmişti. Bu yıl Tivoli’ye girdiğimde bir de baktım ki vegan yemek standı açılmış! Yıllardır kendi ülkemde yazıp durdum ve böyle bir gelişme henüz sağlanamadı ama Hollanda’ya sesimi bir seferde duyurabildim!
Geçen yılki festivale göre bir diğer farlılık, performans saatlerinin biraz daha geç saatlere kaydırılmasıydı. Perşembe ve cuma günleri bile gece 2‘den sonra başlayan konserler vardı. Ben kentteki tüm oteller dolduğundan Amsterdam’da kaldığım için epey zorluk yaşadım. Bu yüzden göremediğim birkaç performans oldu. Ama bu yıl da her türlü zorluğa değecek kadar yoğun ve tatmin edici bir müzik deneyimi yaşadığımı söylemeliyim. Deneysel müziği, çeşitli işbirliklerini ve alışılagelmişin dışına çıkan yaratıcıları buluşturan her etkinlikten zenginleşerek çıkıyor insan.
TÜRKİYE’DEN MÜZİSYENLER DE KATILDI
Hollanda’da çok sayıda Türkiye kökenli göçmen yaşasamasının etkisiyle de olsa gerek, ülkemizden müzisyen ve gruplar, her yıl LGW’da dinleyicilerle buluşuyor. Bu yıl ülkemizden katılan isimler arasında ambient/shoegaze/drone besteleriyle tanıdığımız Ekin Fil, Grouper’ın küratörlüğünü üstlendiği programın konukları arasındaydı. Derya Yıldırım & Grup Şimsek de, LGW kapsamında dinleyicilerle buluştu. Vokalist Derya Yıldırım ile Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya’dan müzisyenlerin bir araya geldiği Anadolu rock grubu, Özdemir Erdoğan ve Aşık Mahzuni Şerif’in eserlerini yorumlarken, saykedelik rock tarzındaki kendi bestelerini de çaldı. LGW sahnesindeki bir diğer Türkiye kökenli grup, Amsterdam’da kurulan Altın Gün oldu. 70‘lerin Türk rock klasikleri ve türkülerin modern halini yorumlayan saykedelik folk grubu, Libyalı müzisyen, multienstrümantalist ve modern Arap müziğinin öncülerinden Ahmed Fakroun ile birlikte çaldı; ayrıca solo konser de verdi.
EN BEĞENDİĞİM PERFORMANSLAR
LGW’nun en güzel yanlarından birisi, seçenekler çok olduğundan, herkesin o büyük etkinlik içinden kendisine özel bir festival yaratabilmesi. Birkaç kişi birlikte gidip festivali ayrı ayrı izleseniz, dört günün sonunda tamamen farklı müzisyenleri dinleyip ayrılabilirsiniz. Ben 150‘den fazla ismin katıldığı festivalde toplam 22 performansı yakalayabildim. Arada sahne saatleri çakışınca kaçırdıklarım da oldu ne yazık ki... Bu 22 performans içinde beni en beğendiklerimden söz etmek isterim.
Oiseaux-Tempête
Festivalin ilk gecesinde ilk kez canlı dinleme olanağı bulduğum Oiseaux-Tempête, üzerimde en çok etki bırakan grup oldu. TivoliVredenburg’dan yarım saat yürüyerek De Helling adlı konser salonuna ulaştığımda çok iyi müzik dinleyeceğimi biliyordum elbette ama canlı müziğin etkisini yaşayarak hissetmek ayrı bir duygu. Çok karanlık bir salonda, arkalarındaki ekranda farklı coğrafyalardan kentlerin ve eski dönemlerden siyah beyaz görüntülerin eşliğinde çaldı grup. Genellikle bu tür konserlerde video görüntüleri sürükler insanı ama ben nadiren ekrana bakıp daha çok müziğin içinde kayboldum. Paris merkezli bu kolektif, fırtına kuşu anlamına gelen ismi seçmiş kendisine ve 2012‘den bu yana yaptığı kayıtlarla enstrümantal rock, ambient, krautrock ve serbest caz etkilerini buluşturan, kimi zaman kaotik, kimi zaman da dingin ama daima sarsıcı bir müzik yapıyor.
The Bug vs Dylan Carlson of Earth
Drone metalin elektronik müzikle büyüleyici buluşması! The Bug adıyla tanınan ve birçok türde kendini kanıtlayan prodüktör Kevin Martin ile drone metal, enstrümantal/saykedelik rock müziğin saygın gruplarından Earth’ün üyelerinden Dylan Carlson, bu yılın en güzel kayıtlarından birisine imza attı. De Helling’in neredeyse zifiri karanlık salonunda, müzisyenleri göremeden, sadece sese göre hareketlenip adeta dans eden ışıkları izleyerek dinledik müziği. Güçlü ve özgün bir sound için ortak bir çabayla sınırları yok ediyordu iki müzisyen. Bunu kelimelerle tam olarak anlatmak pek olanaklı değil; ancak yaşanabilecek bir canlı müzik deneyimiydi.
Mario Batkovic
Bosna kökenli akordeon sanatçısı ve besteci Mario Batkovic, enstrümanını geleneksel tarzın dışında kullanıp sıradışı sesler yaratan olağanüstü bir yetenek. Akordeonun sınırlarını ve müzik türlerini aşarak, daha önce onu kimsenin çalmadığı şekilde çalıp virtüözlüğü ileri bir boyuta taşıyor. Kendisini ilk kez canlı olarak 2016’da,15. yüzyıldan kalma bir gotik kilisede dinlediğimden beri yakın takibimde. Bu yıl TivoliVredenburg’un içindeki Ronda adlı geniş salonda çaldı. Sun Ra Arkestra’nın da sahneye çıktığı yaklaşık 2800 kişilik salonu tamamen doldurdu. Kendisi de şaşırmış olmalı ki, konsere başlarken, “Siz harika görünüyorsunuz. Ben ise sahnede tek başımayım, biraz tuhaf geliyor ama teşekkür ederim,” dedi. James Holden’ın küratörlüğü üstlendiği programda yer alıyordu Batkovic. Aynı müzisyene iki sene arka arkaya programda yer vermesi, LGW ekibinin de iyi müziği ne kadar yakından takip ettiğini gösteriyor.
Protomartyr
Bugüne kadar çok yakından izlediğim bir grup değildi Protomartyr. Performansları, bana bir grubu konserde dinlemenin nasıl fark yaratabileceğini bir kez daha gösterdi. Post-punk’ın yoğun hissiyatı Joe Casey’in şiirsel şarkı sözleriyle donatılınca çok güçlü bir performans ortaya koydular. Dinden psikolojiye toplumsal konularda çarpıcı sözleri mikrofonun önünden ayrılmadan, takım elbisesi içinde büyük bir ciddiyetle dile getiren Casey, kendine özgü yöntemiyle son derece etkileyici. Uzun zamandır özlemini çektiğim karanlık post-punk atmosferini doyasıya yaşattı ama grubu daha ufak bir salonda da dinlemek isterim.
The Residents
LGW’da bu yıl Glastonbury Festivali’ni andıran bir uygulamayla gizli konserler gerçekleştirildi. Son ana kadar organizasyonu yapan ekibin dışında kimsenin bilmediği bu konserlerden birisi benim için gerçek anlamda sürpriz oldu. Bant ekibinden Cem Kayıran ve Busen Dostgül, konserden kısa bir süre önce “Bu akşamki sürpriz performansı kaçırma!” diyerek uyarmasalar, belki de kaçırabilirdim. Çünkü aynı saatlerde izlemeyi düşündügüm başka bir performans vardı. Ronda’da kendime iyi bir yer bulup beklerken, salonda da dedikodunun yayılmış olduğunu gördüm. Herkes The Residents’ı bekliyordu! Dünyanın en gizemli, en sıradışı, en tuhaf ve en yaratıcı grubu The Residents! Bu yıl mart ayında yeni bir albümü yayınlayan grubun üyeleri, 1969‘da Amerika’da kuruldukları günden bu yana 48 yıldır kimliklerini saklamayı başardı. LGW sahnesine de yine tanınmalarını engelleyecek kostümler ve maskelerle çıktılar. Sanat akımlarının içinden doğan The Residents, Batı müziğinin kalıplarını ve kurallarını yıkıp, yeni bir yaklaşımla geliştirdiği avangart müziğini canlı performansında büyük ölçüde sahnedeki görsellik, göz alıcı ışıklar, vokalistin gerçeküstü şarkı sözleri ve tuhaf tavırlarıyla sundu. Konserde hem geleneksel popüler müziği yapıbozuma uğrattığı albümlerden hem de bir tema çerçevesinde gelişen albümlerden örnekleri multimedia sanatının olanaklarından faydalanarak izleyiciya aktardılar. Müthiş kıvrak bir zekayla sahnelenmiş bir “freak show” gibiydi. Elbette herkese göre değildi; nitekim sürpriz konser diye koşarak gelenlerin bir kısmının kısa bir süre sonra salondan ayrılması şaşırtıcı olmadı. Çok ender canlı performans yapan The Residents’ı sürpriz olarak sahneye çıkartması da LGW ekibinin hanesine bir artı olarak yazıldı. Çünkü önceden açıklansa bilet satışını artırırdı. Ama zaten bilet satma sıkıntısı yaşamayan bir festival LGW.
Keiji Haino & Han Bennink
Japon noise ve avangart müzik ustası Keiji Haino ile Hollandalı davulcu/perküsyonist Han Bennink’i aynı anda sahnede görmek, her zaman bulunabilecek bir fırsat değil. LGW’daki performansları, değişen yer, obje ve duruma göre müziği şekillendirme yeteneklerini sergiledikleri bir ders gibiydi. Han Bennink, sahnenin ortasına oturup elindeki davul bagetlerini yere vurarak değişik sesler yaratırken; Haino, bir basketbol topunu yerde duran elektro gitarın tellerine sürterek ve aynı topu tavandan asılı akustik gitara vurarak alışılmadık sesler çıkarıyordu. Deneysel müziğin üretim süreçlerinin mekân ve araç kullanımı açısından sınırsızlığını ortaya koyması da ilginç ve önemliydi.
Liu Fang
Festivale gitmeden önce radyo programım Vegan Logic için LGW keşiflerinden oluşan iki seçki hazırlamıştım. Ancak o seçkilerde atladığım bir müzisyeni LGW sayesinde dinledim. Basilica Soundscape, Çin’in folklorundan doğan guzheng müziğini icra etmek üzere, geleneksel pipa enstrümanının en iyi yorumcularından biri olan Liu Fang’i Utrecht’e davet etmiş. Üzerinde geleneksel kıyafeti, önünde bir vazo içinde sahneye konulan çicekleriyle hayranlık uyandırıcı bir zarafet içindeydi Fang. Müziği de bu görüntüyle tam bir uyum içinde hassas bir ruhun yansımasıydı ama kırılgan değildi; zengin bir birikimin ürünü olarak güçlü bir varlığın simgesiydi. Enstrümanına böylesine hakim bir virtüöze saygı duymak düştü bize de.
James Holden & The Animal Spirits
Prodüktör ve müzisyen James Holden, bu yıl yayınladığı albümü “The Animal Spirits”i LGW’da başarıyla tanıttı. Elektronik müzik ile saykedelik sesleri, soyut drone ile krautrock ve Afrika perküsyonunu buluşturduğu albümlerden sonra, yeni albümünde trans müzik ile Fas’ın Gnawa müziğini iç içe geçirdiği bir kayıtla çıktı karşımıza. Kendisine eşlik eden yerel müzisyenlerle birlikte elektronik setinin başında çekici bir karmaşanın yaratıcısı ve yönlendiricisiydi. Doğu müziğinin saykedelik tınılarını, elektronik seslerin dinamizmi ile organik bir yapıda birleştirmeyi başarmış Holden. Ortam tamamen karartılarak, tüm dikkat dev ekrana yöneltildi konser sırasında. Anlamlandırılması zor birtakım renk ve şekil dönüşümleriyle dolu videoya kendinizi kaptırırsanız, halüsinasyon gördüğünüzü sanabilirdiniz. Tahmin ettiğimden daha fazla keyif aldığım bir performans oldu.
John Maus
Başını kaçırsam da James Holden performansından çıkıp ancak bir bölümünü yakalayabildiğim John Maus konseri, tahmin edilebileceği gibi şahaneydi. 2011’de Arka Oda’nın havasız ufacık mekânını hıncahınç dolduran kalabalığın içinde, bol terli bir ortamda izlemiştim Maus’u. Herhalde en fazla 100 kişi sığabilecek bir salondu. Tam önümüzde kendini duvardan duvara atmış, içindeki isyanı da tutkuyu da içimize işlemişti. Bugüne kadar gördüğüm en unutulmaz canlı performanslardan biriydi. Aradan tam 6 yıl sonra bu kez Utrecht’te yaklaşık 1000 kişilik salonu tamamen doldurmuştu. Koşarak salona vardığımda kapıdaki görevli, ancak içeriden çıkan olursa bizleri salona alabileceğini söyledi. O nedenle biraz bekleyince girebildik. Bu kez daha geniş bir sahnede olduğundan yakınında duvarlar yoktu ama o yine bedenini savurarak, hızla öne arkaya eğilerek kitleyi hareketlendirdi. Biz sesinin güçlü titreşimlerini içimizde hissederken, o izleyici kitlesi ile sanatçı arasındaki görünmez duvarları tamamen yıkıp etkileşimin boyutlarını genişletiyordu.
Pharoah Sanders
Caz müziğinin en büyük ikonlarından Pharoah Sanders’ın caz geleneklerini soul, gospel, R&B ve Afrika folku ile harmanlayan müziği, LGW sahnesine ayrı bir kalite kattı. Caz müziğine yaptığı katkılarla Marvin Gaye’den Sun Ra’ya kadar pek çok ismi etkilemiş bir efsanenin saksofonundan çıkan özgün sesler, dışarıda dünya birbirine girse bile her şeyi durdurup sözü müziğe verebilecek kadar özeldi. Ornetta Coleman’ın “muhtemelen dünyadaki en iyi tenor saksofoncusu” dediği Sanders, saksofondaki farklı tekniğiyle serbest cazın gelişiminde öncülük eden isimlerden biri. LGW sahnesinde de çalış tekniği ile kendisine çizdiği rotayı bir kez daha belirginleştirip, yürekten gelen müziğini duyumsattı.
Mary Margaret O’Hara
Nadiren sahneye çıkan Mary Margaret O’Hara’nın LGW’daki performansı, sanatın farklı dallarında eserler veren bir sanatçının yıllara meydan okuyan yaratıcılığını sergilediği, eğlenceli bir şov gibiydi. 1988 tarihli “Miss America” adlı albümünden sonra hiçbir albüm yapmayan O’Hara’nın büyük ölçüde doğaçlamaya yer veren performansında kendisine ödüllü çello sanatçısı Peggy Lee, multienstrümantalist Aidan Closs ve çeşitli ses oyunlarıyla kardeşi Marcus O’Hara eşlik etti. Adeta evinin salonunda arkadaşlarıyla eğlenirken espriler yapan, şakalaşıp gülerken arada bir de şarkı söyleyen matrak bir ev sahibi gibiydi. Sahne onundu, bizler de konukları. Sonunda Morrissey’in çok sevdiğim 1993 tarihli şarkısı, “November Spawned a Monster”daki tuhaf sesleri canlı olarak da duyabildiğim için ayrıca sevindim. O canavar seslerini o zamanlar karanlık bir odaya kapanarak kaydetmeyi kabul etmiş O’Hara. Bugüna kadar daha acayip bir canavar sesi çıkaranı duymadım. Ne muhteşem ki aynı ses, “Somewhere Over the Rainbow”u söylerken bir meleğin sesine dönüşebiliyor.
Ex-Easter Island
İngiliz müzik kolektifi Ex-Easter Island, masa üstüne yatırılıp sabitlenmiş elektro gitarlara perküsyon tokmakları ile vurarak değişik bir yöntemle hipnotik bir müzik yapıyor. Grup içi etkileşimi ve tekrarlarla yaratılan melodik keşfi deneyimleyen grubun, müziğini fiziksel olarak enstrümanlarla yapmasına karşın zaman zaman elektronik gibi algılanması da ilgiyi ayrıca cezbedici bir özellik. Grup üyeleri arasındaki koordinasyonu canlı gözlemlemekten ve yaratılan ritmik uyuma kapılarak dinlemekten çok zevk aldığım bir performanstı.
Vegan Logic radyo programı olarak yayına başladığından bu yana her yıl David Bowie'yi 8 Ocak'taki yaşgününde anıyorum hem de böylece yılın ilk programını onunla açmış oluyorum. Ne yazık ki bu büyük efsane, 2016'nın 10 Ocak günü aramızdan ayrıldı ama ben onu yaşgününde anmayı sürdüreceğim. Çünkü o şarkılarıyla, eşsiz albümleriyle yaşamaya devam edecek.